Cumartesi Anneleri 25 yıldır devletin meşruiyetini sorguluyor* - Sebla Arcan

İnkâra karşı hakikati, cezasızlığa karşı adaleti savunmak, devletin meşruiyetini sarsan bir meydan okumadır. Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın mücadelesinin 25. yılı, vicdan sahibi herkes için, “Cumartesi Anneleri/İnsanları yalnız değildir” deme, onlara daha çok destek verme vaktidir

  • Haber
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 30 Mayıs 2020
  • 17:45

25 yıl önce Cumartesi oturmalarını başlatan annelerden olan Asiye Karakoç bir konuşmasında,“Adalet yerini buluncaya kadar kendimi bu ülkenin vatandaşı saymayacağım, ben artık vatansızım!” demişti. Okuma yazması olmayan Asiye Anne, yüzyıllar öncesine, adını bile bilmediği Émile Zola’ya göndermede bulunmuştu.

Zola, Dreyfus yargılamaları sırasında kaleme aldığı bir yazısında, “Adaletin olmadığı yer vatan değildir!” der. Haklıdır çünkü bir toprağı vatan yapan şey, üzerinde yaşayan herkesin evinde, işinde, sokakta, karakolda, mahkemede kendisini güvende hissedeceği, vatandaşın hukukunun esas olduğu koşulların varlığıdır. 

25 yıl önce Cumartesi Anneleri/İnsanları, devletin gözaltında kaybetme politikasına itirazın ifadesi olarak Galatasaray’a çıktıklarında, bu eylemleri aynı zamanda herkes için, her yerde güvenceli bir yaşam talebiydi.

Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın Galatasaray’a çıkma kararı, Türkiye’de yüzlerce insan gözaltına alınarak kaybedilirken, kaybedilenlerin aileleri için tüm hak arama kanallarının kapatılmış olduğu koşullarda  gerçekleşti. Kaybedilenleri aramanın bile kaybedilme nedenine dönüştüğü ağır baskı ortamında Cumartesi Anneleri/İnsanları kötülüğü görme ve gösterme sorumluluğunu üstlendi. 27 Mayıs 1995 tarihinden başlattıkları barışçıl eylemleriyle Türkiye’de sistematik bir devlet terörü olarak uygulanan gözaltında kaybetmelere ilişkin hakikatlerin ortaya çıkması, toplumsal hafızanın güçlenmesi ve adaletin sağlanması için önemli bir adım attılar.

Gözaltında kaybetme fiili, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve temel özgürlüklere yönelik en ağır saldırıdır. Despotik rejimlerin muhalifleri ortadan kaldırmak, mekânsız bırakarak izlerini silmek ve bu yolla tüm muhalifleri sindirmek için uyguladıkları vahşi bir yöntemdir. Yaşadığımız coğrafyada devleti yönetenler bu vahşi yöntemi Osmanlı’nın son döneminden  Cumhuriyet’e aktararak uyguladılar.

İnsan Hakları Derneği (İHD) kayıtlarına göre 1936 – 12 Eylül 1980 tarihleri arasında 5 kişi, 12 Eylül Askeri Darbesi sürecinde ise 15 kişi gözaltında kaybedildi. Olağanüstü Hal’in damgasını vurduğu 90’lı yıllarda ise bu yöntem, sistematik bir devlet terörü olarak uygulandı ve tabii uygulamanın parçası olarak sistematik bir şekilde inkar edildi.

Türkiye’nin dört bir yanında, ama ağırlıklı olarak da OHAL bölgesinde yüzlerce insan evlerinden, işyerlerinden, tarlalarından, otomobillerinden, kafelerden, otobüs duraklarından, otobüslerden, devletin güvenlik güçlerince gözaltına alındılar ve bir daha geri dönemediler. İHD’ye yalnızca 1994 yılında 500’ün üzerinde gözaltında kaybetme iddiası yansıdı.

Bu koşullarda gözaltında kaybetmelere karşı en güçlü ses 1995 yılında İstanbul’da Hasan Ocak’ın kaybedilmesi sırasında başlatıldı. Hak savunucularının ve İstanbul’daki diğer dört kayıp kişinin, Gülünay, Toraman, Bilgin, Karakoç ailelerinin de dahil olmasıyla kayıpları arama ve durdurma mücadelesi yükseldi ve Galatasaray buluşmalarının kurumlaşmasına giden yolun başlangıcını oluşturdu.

Gözaltında kaybetmelerin bir devlet politikası olarak ve devletin kurumlarının işbirliği içinde işlenmesi ve örtbas edilmesi nedeniyle Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın mücadeleleri de kolay olmayacaktı. Çünkü kaybetmelerden amaçlanan toplumun teslim alınması hedefi bu dirençle etkisizleşiyordu. Bu nedenle Cumartesi Anneleri/İnsanları devletin çok ağır baskısına maruz kalacak, şiddet görecek, gözaltına alınacak, yargılanacak, hapsedileceklerdi. 

Siyasi konjonktüre göre farklı muamele gördükleri de oldu tabii. 2011 yılının Şubat ayında  dönemin başbakanı Erdoğan, Cumartesi Anneleri’ni makamına davet etti. Başbakan Erdoğan, bu görüşmede ailelere, “Sorununuz, kabinemin sorunudur” dedi. Bunu ertesi gün televizyon kanallarında da tekrarladı. Görüşmenin ardından Cemil Kırbayır’ın akıbetinin araştırılması için bir Meclis Araştırma Komisyonu kuruldu. Komisyon, Cemil’in tanıkları ile görüştü. Cemil’i işkenceyle sorgulayan emniyet ve MİT mensuplarını sorguladı. Hatta 20 gün geçici olarak Kars Emniyetinde çaycı olarak görev yapan kişiye bile ulaştı ve 350 sayfalık bir rapor hazırladı. Raporda, 31 yıl boyunca “firar ettiği” iddia edilen Cemil Kırbayır’ın işkence ile öldürüldüğü ve bedeninin yok edildiği gerçeği kabul edildi. Meclis Komisyonu, rapor ile birlikte Kars Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu. Ancak sonrasında Erdoğan da bu topraklarda yaşanan gözaltında kaybetme pratiğine dair yüzleşme ve hesaplaşma iradesi göstermedi. Çünkü Erdoğan da, rakiplerini tasfiye etmenin sonrasındaki tercihini, ‘güvenlik güçlerinin elini soğutmamak’tan yana kullanacaktı. Bunun sonucunda Cemil Kırbayır dosyası, tıpkı Cumartesi Anneleri ile görüşme ve Meclis Raporu öncesinde olduğu gibi, hiçbir gelişme yaşanmadan Kars Cumhuriyet Başsavcılığının tozlu raflarında çürümeye bırakıldı.

Bununla da kalınmadı, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığında Cumartesi Anneleri/İnsanları’nın Anayasa’nın ve Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerin güvencesinde olan gösteri haklarını kullandıkları mekânları “suç mahali,” Türkiye’nin anayasal normlarına ve uluslararası hukuk kurallarına dayanan meşru haklarını kullanmaları da “terör faaliyeti” sayıldı. Bunun sonucundadır ki Cumartesi Anneleri/İnsanlarının barışçıl buluşmalarına ev sahipliği yapan ve onlarla birlikte hafıza mekanına dönüşen Galatasaray Meydanı’na çıkmaları, 93 haftadır polis baskısı ile engelleniyor.

Bu yasadışı durum karşısında Cumartesi Anneleri/İnsanları, büyük bir  sabır ve kararlılıkla tüm engellerin üzerine gittiler. En zor olanı yaptılar; devletin bu uygulamalardaki meşruiyetini sorgulamaktan vazgeçmediler. İnkâra karşı hakikati, cezasızlığa karşı adaleti savunmaya devam ettiler. Baskının, hak aramayı engellemenin, devlet şiddetinin önüne adaletin ve evrensel hukukun bayrağıyla dikilmeye devam ettiler.

Tüm engellemelere rağmen çok önemli kazanımlar da elde ettiler. Ardında hiçbir delil, belge, iz bırakmadan yok edilen, fail ve sorumluları devletin tüm kurumlarının işbirliği ile korunan bir suçu açığa çıkardılar. Devletin gözaltında kaybetme politikasını ulusal ve uluslararası kamuoyunun gündemine taşıdılar. Yürüttükleri mücadele ile devleti, kaybetme politikasını eskisi gibi rahatça uygulayamaz hale getirdiler. İç hukuk yollarından sonuç alınamasa da,  İHD’nin desteğiyle AİHM’e taşınan çok sayıda davada gözaltında kaybetmelerin belgelenmesini, kayıtlara geçmesini sağladılar. Belki de en önemlisi, işlenen bu insanlığa karşı suçun unutulmamasını, tarihe kaydedilmesini sağlandılar. Dalga etkisi yaratarak kendilerinden sonraki kuşaklara yayılması beklenen travmalarını kendilerinden sonraki kuşaklara bir direniş geleneği olarak aktarmayı başardılar. Tüm bu alanlarda adalet arayışının vicdanı oldular ve toplumun her kesiminden ciddi bir sahiplenme elde ettiler. Bunun sonucudur ki bugün “kayıplarımızı istiyoruz!” diyerek mücadele edenlerin içinde 2. kuşak, kaybedileni hiç görmemiş, tanımamış 3. hatta 4. kuşaktan insanlar var.

Kısacası yürüttükleri mücadele ile devletin meşruiyetini sorguladılar ve inkâr edileni açığa çıkardılar. Cezasız bırakılanı ifşa ettiler. Barışçıl bir direniş geleneğini sonraki kuşaklara aktardılar. Bunları gerçekleştirebilmek için olağanüstü bir çaba, kararlılık ve adanmışlık gösterdiler. Kendi bekası için kendisi gibi olmayı reddedenleri kaybeden sisteme ve bu sisteme rıza gösterenlere vicdani ve siyasi bir karşı duruş sergilediler.

Mücadelelerinin 25. yılı, vicdan sahibi herkes için, “Cumartesi Anneleri/İnsanları yalnız değildir” deme, onlara daha çok destek verme vaktidir.

 

* Yazı "Cumartesi Anneleri/İnsanları 25 yıldır devletin meşruiyetini sorgulamaktan vazgeçmiyor" başlığıyla Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği'nin (MLSA) internet sitesinde bugün (30 Mayıs 2020) yayınlanmıştır.