Tarihsel TKP’nin 100. yılı vesilesiyle H. Fırat tarafından kaleme alınmış ve daha öncesinde Kızıl Bayrak’ta yayınlanan “Tarihsel TKP: İnkar edilen tarih” yazısını tekrar yayınlıyoruz…
Yok sayılan Bakü Kuruluş Kongresi
Tarihsel TKP konusunda birbirinden hayli farklı görüş ve değerlendirmelere sahip olan 1970 sonrasının hemen tüm sol parti, grup ve çevreleri, TKP’nin Kuruluş Kongresi’nin 10 Eylül 1920’de toplanan Bakü Kongresi olduğu konusunda neredeyse tam bir görüş birliği içinde olageldiler. Oysa Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledildiği o aynı 1921 yılının sonbaharından başlayarak Komünist Enternasyonal, yine aynı tarihten itibaren ve yaşadığı süre boyunca da TKP’nin “kırk yıllık” lideri Şefik Hüsnü, hiç de bu görüşte değillerdi.
Ölümünün hemen öncesinde Şefik Hüsnü’ye bir TKP tarihi yazmak nasip olsaydı eğer, kendi geride kalan kırk yıllık inancına sadık kaldığı bir durumda, bize tüm tarihi boyunca TKP’nin yalnızca bir tek kongre toplayabildiğini, bunun da 15 Şubat 1925’te kendi liderliği altında toplanan Akaretler Kongresi olduğunu söyler, kurulduğundan beri partinin liderinin de kendisi olduğunu eklerdi. Bu onun şimdilerde gün ışığına çıkan hemen tüm belgelerde yer alan değişmez görüşüydü. Şefik Hüsnü 1921 yılının ikinci yarısından başlayarak hiçbir konuşma ya da yazısında, 10 Eylül 1920’deki kongreyi TKP’nin kuruluş kongresi saymamıştır. İşi öylesine bir noktaya vardırmıştır ki, 1926 Viyana Konferansı’nda TKP’yi ortaya çıkaran süreci ele alırken bile ne Bakü Kongresi’nden ne de Mustafa Suphi’den tek kelime söz etmiştir. Üç yıllık yoğun bir emeğin ürünü ve zirvesi olarak 10 Eylül Kuruluşu, Şefik Hüsnü tarafından basitçe yok sayılmıştır.
TKP’yi ortaya çıkaran kongre olarak Bakü ve bu kongrede kurulmuş partinin lideri olarak Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü için yok hükmündedir ama bu onları tümüyle görmezlikten geldiği anlamına da gelmemektedir. Örneğin katliamın 15. Yılında (1936) hazırlanan özel broşüre (15’ler Hatırası) verdiği ana yazıda (İlk Kurbanlarımız), Bakü kongresine giden süreci ele almakta, Mustafa Suphi ve katledilmiş yoldaşlarından sıcak ve samimi duygularla söz etmektedir. Yeri kolay doldurulamaz bu yoldaşları kaybetmenin harekete çok şey kaybettirdiğini özellikle vurgulamaktadır. Yine de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının attığı tarihi adım Şefik Hüsnü için Türkiye’nin dışında yaşanmış ve çok geçmeden de başarısızlığa uğramış geçici bir yerel olaydan öte bir anlam ifade etmemektedir.
TKP tarihindeki büyük belirsizliklerin, bilinmezliklerin ve karışıklıkların kaynağında, işte aynı zamanda bu türden bir inkârcı tutum, bunun ürünü bir kötü gelenek vardır. Zamanla daha da beter bir hal alan bu geleneğin başlatıcısı yazık ki, Tarihsel TKP’nin tarihe karışmasının ardından bizzat kendi de onun kurbanı haline gelecek olan Dr. Şefik Hüsnü olmuştur. Bunun nedenleri üzerinde ayrıca duracağız, burada şimdilik olguyu saptamakla yetiniyoruz.
Şefik Hüsnü’ye bu yolu açanın bizzat dönemin Komünist Enternasyonal yönetimi olduğu da bir başka tarihsel olgudur. Bu elbette kolay anlaşılabilir bir tutum değildir ama apaçık bir gerçektir. Gerisinde Sovyet yönetimi ile Ankara Hükümeti arasındaki politik-diplomatik ilişkilerin Komünist Enternasyonal’in tutumuna kabul edilemez yansımaları vardır.
TKP’nin tarihini ele alırken Mustafa Suphiler üzerinden bir kusursuz dönem resmedenler (özellikle troçkist mezhepler), aynı şeyi Komünist Enternasyonal’in tarihi sözkonusu olduğunda ilk dört kongre üzerinden yapmaya pek eğilimlidirler. Oysa yalnızca TKP’nin tarihine ilişkin objektif bir inceleme bile, bu konuda hayli can sıkıcı gerçeklerle yüzleşmek için yeterli bir vesiledir. Tarihsel gerçeğe tek yanlı bir biçimde ya da donmuş mezhepsel önyargılar üzerinden değil de dosdoğru ve bütünlüğü içinde bakanlar için, sonraki dönemde daha da gelişip belirginleşecek olan hatalı tutum ve eğilimlerin tam da bu başlangıç evresinde ortaya çıktığını görmekte bir güçlük yoktur. Sorun elbette kişilerle değil fakat tarihsel koşullarla ilgilidir. Ekim Devrimi’nin geri ve harap bir ülkede, artı boğucu bir emperyalist kuşatma altında bir başına kalması olgusu ile yeni bir devrimci dalgaya kadar onu ayakta tutmak haklı devrimci kaygısı, bu sorunlu tutum ve eğilimlerin yeşerdiği tarihsel zemin olmuştur. Dahası bunlar, Komintern sahnesinde henüz Stalin hemen hiç yokken ortaya çıkmış, Türkiye ile ilişkiler sözkonusu olduğunda ise özellikle göze batar bir kabalıkta yaşanmıştır. Tarihsel TKP’ye ilişkin değerlendirmeler kapsamında, yeri geldikçe bunu yeterli açıklıkta ve somutlukta görme imkanı bulabileceğiz.
Ekim Devrimi sarsıntısının dolaysız ürünü
TKP Ekim Devrimi’nin yarattığı büyük devrimci sarsıntının dolaysız bir ürünü olarak doğdu. Bu genel planda alındığında kuşkusuz bir dizi başka ülke komünist partisi için de az çok geçerlidir. Ama TKP sözkonusu olduğunda, sarsıntının genel etkisinden öteye, somut şekillenme süreçleri bakımından da bu böyledir. TKP’nin kurucu lideri Mustafa Suphi’nin Ekim Devrimi’ni izleyen iç savaşın ateşi içinde piştiğini, ikibuçuk yıl boyunca çeşitli cephelerde önemli görevler aldığını, Bolşevik lider ve militanlarla yan yana çalıştığını ve omuz omuza savaştığını biliyoruz. Bu üstünlük lideri kadar olmasa da TKP’nin kuruluşunu hazırlayan üç temel bileşenden Bakü Kolu için de geçerlidir. Kuruluş sürecinin öteki bir temel bileşeni olan Ankara kolu ise benzer bir dolaysız etkiyi Rusya kökenli komünistler üzerinden yaşadı. 1920 yazında Ankara’da kurulan Hafi [Gizli] TKP’nin oluşumunda bu etki açıkça görülür. Buna bizzat Mustafa Suphi tarafından devrim Rusya’sından İstanbul’a gönderilen militanların İstanbul’daki şekillenmeye katkısı da eklenebilir. Mustafa Suphi bunu başta Karadeniz olmak üzere Anadolu illeri için de yapmıştı. Militanlar ve yayınlar göndermiş, bağlantılar kurmuş, mektuplar ya da raporlar almıştı.
Bakü’deki Kuruluş Kongresi tüm bu sürecin ortak birikimi üzerinden gerçekleşti. Dolayısıyla bu aynı zamanda bir birlik kongresiydi. Üç ana koldan ikisi, Bakü ve İstanbul, kongrede yeterli bir temsil gücüne sahip idiler. Katılımı engellenen Ankara kolu ise Bakü’den örgütlenen sürece ve toplanacak kongrede ortaya çıkacak sonuçlara tam desteğini daha baştan açıklıkla ifade etmiştir. Ankara kolu liderlerinden Şerif Manatov, Kemalistler tarafından tutuklanıp sınır dışı edilmesinin ardından geldiği Bakü’de, bunu ayrıca kesin bir biçimde doğrulamıştır. Dolayısıyla kuruluş kongresinde temsil açısından esaslı bir sorun yoktu. Kongrede birlik üzerine önergeyi de anlamlı bir tutumla İstanbul Komünist Grubu’nun iki temsilcisi, Ethem Nejat ve Hilmioğlu İsmail Hakkı sundular ve bunu sağlam biçimde gerekçelendirdiler.
Bütün bu açılardan TKP’nin 10 Eylül 1920’deki Kuruluşu, Ekim Devrimi’ni izleyen dönemdeki komünist şekillenme süreçlerinin zirvesi ve tek parti içinde birleştirilmesinin ifadesi olmuştur. Başta parti programı ve tüzüğü olmak üzere kongrenin tüm sonuçları, bu birliğin ideolojik-politik, örgütsel ve moral zeminini oluşturmuştur. Bakü’deki kongreye tarihi önemde bir adım niteliğini kazandıran temel özellik budur. Kongre’den kısa bir süre sonra liderlik kadrosunu yitirmesi, böylece farklı kollar arasında somut örgütsel bütünleşme hedefinin gerçekleşememesi, bu tarihi adımın önemini hiçbir biçimde ortadan kaldırmaz. Kaldırmadığını ve kaldıramayacağını sonraki devrimci kuşakların ona atfettiği anlam ve önem üzerinden de görmek mümkündür. Aradan geçen yüzyıla rağmen Bakü Kuruluş Kongresi bugün hala güç ve ilham veren bir kaynak olarak durmaktadır karşımızda. Oysa Bakü Kuruluşu’nu unutturmak için yerine ikame edilen sonraki sözde “kuruluş” kongreleri için aynı şeyi göremiyoruz. Ne 1922 Ağustos’undaki THİF kongresi ne de Şubat 1925’teki Akaretler kongresi için. Her ikisi de bugün daha çok konunun uzmanlarının ilgi ve bilgi alanı içinde kalmaktadır.
Komünist Enternasyonal ile iç içe
Öte yandan TKP’nin tarihsel oluşum süreci daha en baştan itibaren Komünist Enternasyonal’in oluşum süreciyle iç içe olmuştur. Onun devrimci enternasyonalist ruhunun yanı sıra çok yönlü ve derin ideolojik izlerini taşımıştır. Mustafa Suphi, Mart 1919’da gerçekleşen Komünist Enternasyonal Kuruluş Kongresi’nde bizzat yer almış, kongrede Türkiyeli komünistleri temsilen önemli bir konuşma da yapmıştı. 1920’de toplanan Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi’nde, Türkiyeli komünistleri, bu kez Mustafa Suphi’nin en yakın çalışma arkadaşlarından ve aynı yılın Eylül ayında gerçekleşen kuruluş kongresinde TKP Merkez Komitesi’ne seçilen İsmail Hakkı (Kayserili) temsil etmişti. Komünist Enternasyonal İkinci Kongresi’nin hemen ardından, aynı yılın Eylül’ünde, Bakü’de toplanan Doğu Halkları Kurultayı’nda Mustafa Suphi ve yoldaşlarının önemli bir yeri vardı. Mustafa Suphi ön hazırlık sürecine bizzat katılmakla kalmamış, Kurultay’da da Başkanlık Divanı’nda yer almıştı. Yoldaşı İsmail Hakkı (Kayserili) ise aynı Kurultay sonrası oluşturulan Şark Şurası Başkanlık Divanı üyeliğine seçilmişti.
Bakü Kurultayı’nın hemen ardından 10 Eylül 1920’de toplanan TKP Kuruluş Kongresine, Komünist Enternasyonal ve Bolşevik Partisi kendi temsilcileriyle bizzat katılmış, ev sahipliği yapan Sovyet Azerbaycanı lideri Neriman Nerimanov kongrede bizzat bulunmuş, gerek açılışta gerekse kapanışta, yeni partinin kuruluşu tüm bu temsilciler tarafından yapılan konuşmalarla selamlanmıştı. TKP’nin kuruluşunu izleyen yıl içinde ve Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesinden yaklaşık altı ay sonra toplanan Komünist Enternasyonal Üçüncü Kongresi’nde (Haziran-Temmuz 1921) de TKP Mustafa Suphi’nin geride kalan yoldaşları tarafından temsil edilmiştir.
Fakat üç yılı bulan bu yoğun sürecin ardından, Üçüncü Kongresi’ni hemen izleyen aylar içinde Komünist Enternasyonal bünyesinde, TKP’nin Mustafa Suphi liderliğinde gerçekleşen kuruluşunun geçerli olup olmadığı üzerine tuhaf bir tartışma başlatıldı ve çok geçmeden (aynı yılın sonunda) bu kuruluş akıl almaz biçimde resmen yok sayıldı. Bu işlemin Mustafa Suphi ve yoldaşlarının alçakça ve gaddarca katledildiği o aynı yıl içinde, üstelik Komünist Enternasyonal yönetiminin buna henüz hiçbir açık tepki vermediği bir sırada yapılıyor olması ise, belki de işin en acı yanıdır.
Henüz partileşmiş bulunduğu bir aşamada Türkiye komünist hareketinin politik ve manevi kişiliğine vurulan bu darbe, denebilir ki onun sonraki tüm tarihi üzerinde derin yıkıcı izler bırakmıştır. Türkiye komünist hareketine, kendi öz kimliğini, bu kimliğe devrimci bir anlam kazandıran ideolojik-moral temelini inkâr tutumunu, giderek geleneğini aşılayan bizzat bu adım olmuştur.
Feda edilen Bakü Kongresi
İlk işaretleri Komünist Enternasyonal Üçüncü Kongresi’nde TKP’yi temsil edecek delegelerin seçimine ilişkin tuhaf karışıklıklarda ortaya çıkan bu tartışmanın açılmasında, o dönem Komünist Enternasyonal’in en önemli yöneticilerinden biri ve resmen de sekreteri konumunda bulunan Karl Radek ve Doğu Seksiyonu ön planda görünmektedir. Radek bu konularda çok da masum biri değildir. Emperyalist savaş döneminin bu “emperyalist ekonomist”i, emperyalizm çağında ulusal kurtuluş mücadelelerinin olanaksızlığının bu ünlü savunucusu, Ekim Devrimi’ni izleyen yıllarda Doğu’daki burjuva kurtuluş hareketlerinin baş savunucusu olarak sahneye çıktı. Daha Almanya’da tutukluyken savaş ve tehcir suçlusu İttihatçı paşalarla yakın ilişkiler kurdu ve bunu çok samimi dostluklar olarak Moskova’ya taşıdı. Bolşevik liderliğin Doğu’daki kurtuluş mücadelelerine bakışı konusunda örneğin Mustafa Suphi’nin ya da İranlı komünist lider Avetis Sultanzade’nin bilmediklerini, Radek’in bu dostluklar içindeki boşboğazlığı sayesinde Moskova’daki Enver Paşa, onun üzerinden de Ankara’daki Kemal Paşa biliyor, dolayısıyla politika ve adımlarını buna göre ayarlayabiliyordu. Cemal Paşa’nın ölümü üzerine duygulu yazılar yazan, 1922 Ağustos’u gibi geç bir tarihte “konumunu kaybetmiş Türk subaylarının ve aydınların en iyi unsurları artık anlıyor” söylemleriyle Kemalistler hakkında boş hayaller yayan, aynı yılın sonunda Türkiyeli komünistlere Kemalistlerle (“Türkiye’nin yeni yeni billurlaşan devrimci unsurlarıyla”!) daha uzun bir süre birlikte yürümek zorundasınız telkinlerinde bulunan da Radek’tir.
Yine de Bakü Kongresi’nin meşruluğu üzerine tartışmadan ve bunun ürünü kararlardan kişileri ya da özel bir ekibi sorumlu tutmak için ortada fazla bir neden görünmüyor. Daha önce de hatırlattığımız gibi, sorunun kaynağında Sovyet hükümeti ile Mustafa Kemal’in başında bulunduğu Ankara hükümeti arasındaki hassas ilişkiler bulunmaktadır. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının üç yıllık çok yönlü yoğun emeği, bu emeğin zirvesi olan Bakü Kuruluş Kongresi, basitçe iki hükümet arasındaki politik-diplomatik ilişkilere feda edilebilmiştir. Bu yapılırken Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’in derinliklerine gömülmesinin üzerinden henüz bir yıl bile geçmiş değildi.
Bu, bugün hala da birilerinin yapmaya çalıştığı gibi öyle kolayca rasyonalize edilemeyecek denli önemli bir konudur ve üzerinde daha sonra ayrıca durulacaktır. Bizi burada şimdilik Mustafa Suphi önderliğinde kurulan TKP’nin inkarına yönelik ilk girişimin bizzat Komünist Enternasyonal’den geldiği olgusu ve bunun, o dönem İstanbul Komünist Grubu (İKG) olarak bilinen Şefik Hüsnü ve arkadaşları tarafından inanılması güç bir kolaylık, zayıflık ve zaafiyetle benimsenmesi ilgilendirmektedir. İnanılması güçtür; zira bu, Şefik Hüsnü ve lideri olduğu İKG payına altı aydan az bir zaman dilimi içinde köklü bir konum ve tutum değişikliği anlamına gelmektedir. Ve bu değişiklik kendileri payına hiç de onurlandırıcı olmadığı gibi, TKP payına da yıllarca Kemalist iktidarın sıradan bir yedeği haline düşmenin temel önemde ilk adımı olmuştur. İnkarın ağır tarihsel bedeli de asıl olarak buradadır. Bu alandaki konum ve tutum değişikliğindedir. Bakü’de temelleri sağlam bir biçimde atılmış ideolojik-politik konum ve kimliğin yitirilmiş olmasındadır.
İKG: Bakü Kuruluşu’nu inkâr
Önümüzde 1921 yılı yazında toplanacak olan Komünist Enternasyonal Üçüncü Kongresi’ne sunulmak üzere İstanbul Komünist Grubu (İKG) adına Şefik Hüsnü tarafından kaleme alınmış bir rapor var. Ayrıntıları üzerinde daha sonra ayrıca duracağımız 31 Mayıs 1921 tarihi taşıyan bu rapor, iki temel nokta üzerinden özel bir önem taşımaktadır. İlkin Şefik Hüsnü ve dolayısıyla İKG’nin o sıralar Mustafa Suphi önderliğinde kurulan TKP’ye bakışı ve ikinci olarak da Kemalist hareketi ele alışı bakımından.
İlk konuda Rapor, Şefik Hüsnü ve grubunun o sıra hala Bakü’de kurulan partiyi kabul edip sahiplendiğine, katledilen liderlerini de “TKP önderleri” saydığına ve İKG’yı da onun bir kolu olarak gördüğüne yeterli açıklıkta tanıklık etmektedir. Rapor’un kaleme alındığı sırada İKG’nin Mustafa Suphi ve yoldaşlarının akıbeti konusunda henüz yeterli bir açıklığa sahip olmadıkları anlaşılıyor. Şefik Hüsnü bu konuda temsil ettiği grup adına Komünist Enternasyonal yönetiminden şunu talep ediyor:
“O zamandan beri, büyük bir olasılıkla burjuvazinin cellâtları tarafından haince katledilmiş bu kurbanlardan hiç kimse haber alamamıştır. Grubumuz, Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu'nun bu trajik olayla ilgili gerçeğe ulaşmak için bir soruşturma yapmasını ve olgular öğrenildikten sonra da, bu cinayetin bireysel veya toplu suçlularına karşı ciddi bir protesto yükseltmesini talep etmektedir.” (Erden Akbulut-Mete Tunçay, İstanbul Komünist Grubu'ndan (Aydınlık Çevresi) Türkiye Komünist Partisi'ne 1919-1926, 1. Cilt 1919-1923, Sosyal Tarih Yayınları, s.106)
Komünist Enternasyonal Yürütme Kurulu’nun bu konuda ciddi bir soruşturma yerine rahatsız edici bir suskunluğu tercih ettiğini biliyoruz. Bunun tek istisnası, konuya ilişkin TKP Harici Bürosu açıklamasının, Doğu Seksiyonu üyesi Mihail Pavloviç tarafından kaleme alınan bir yazı içinde duyurulması oldu. Kuşkusuz Onbeşler’in katledilmesine ilişkin bazı girişimler olmadı değil. Fakat bu açıktan değil, Sovyet hükümeti aracılığıyla, dolayısıyla gizli diplomasi yoluyla yapıldı. Doğal olarak bundan oyalayıcı ve saptırıcı diplomatik yanıtlar dışında herhangi bir sonuç çıkmadı.
Şefik Hüsnü ve İKG’nin sahiplenme ve hassasiyeti de uzun sürmedi. Yalnızca altı ay sonra, yaklaşık olarak 1921 Kasım’ından itibaren, Şefik Hüsnü ile çoğu sonradan Kadrocu dönekleri oluşturacak olan İstanbul Aydınlık Grubu, Bakü’deki kuruluş hakkında inkarcı konuma sürüklendi. Bunun orijinal belgelerine artık sahibiz. Fakat bunu sonraya bırakarak şimdilik yakın dönemde yayınlanmış bir önemli kaynaktan bir özet aktarmakla yetinelim:
“İstanbul Komünist Grubu'nun Komintern’le doğrudan ilişki kurmak üzere, yetkili temsilci olarak gönderdiği Fahri'nin [Ali Cevdet] 6 Kasım 1921'de hazırladığı rapor, tahlillerinden çok Türkiye'de komünist hareketin temsilinin kim tarafından yapılacağı konusuna getirdiği yaklaşımla ilginçtir. İstanbul Komünist Grubu'nun, daha Almanya'daki Spartakist hareketten itibaren biricik Marksist hareket olduğunu kanıtlamak üzere Fahri [Baytar Ali Cevdet], Kurtuluş ve Aydınlık dergilerinden alıntılara başvurmaktadır. THİF'ten hiç söz etmeyen bu değerlendirmede, Bakü'de Mustafa Suphi önderliğinde oluşmuş TKF'yi de maceracı olarak nitelemekte ve Komünist Enternasyonal'in bu teşkilatı lağvetmesini sevinçle karşılamaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla Aralık 1921'de Batum ve Bakü toplantıları yapılarak TKF Teşkilat Bürosu'nun karar almasından önce, daha Kasım başlarında, Komintern yönetimi düzeyinde bu karar alınmış ve Fahri'ye bildirilmiş olmalı.” (Erden Akbulut-Mete Tunçay, TKP'nin Kuruluşu 1919-1925, Yordam Kitap, 2020, s.171)
Bu yeterince açık özete şunu ekleyelim: Mustafa Suphi önderliğindeki kuruluşa yönelik inkara eşlik eden “maceracı” nitelemesi de olduğu gibi Komünist Enternasyonal çevrelerinden alınmadır. Doğal olarak bu niteleme inkara bir kılıf giydirmenin ötesinde bir anlam taşımıyordu.
İKG: Kemalist harekete ilişkin köklü dönüş
İkinci konuya geçiyoruz. 31 Mayıs 1921 tarihli aynı Rapor, Kemalist hareketin “aşikâr burjuva karakteri”nin altını çizmekte, Sovyet Rusya’ya karşı ikiyüzlü hesaplı tutumuna işaret etmekte, “kimi zamanları acılı 18 aylık bir deneyimden sonra, gerek Türkiye’de, gerek Rusya’da ve hatta kıtamızın diğer ülkelerinde”, milliyetçi yöneticilerin niteliği konusunda “en küçük bir tereddüt taşıyan bir komünist kalmış olamaz” demektedir. İstanbul Grubu, hiç değilse Şefik Hüsnü şahsında ve 31 Mayıs 1921 tarihli raporda, sürmekte olan Milli Mücadelenin liderliği konusunda bu denli açık bir değerlendirmeye sahip olmakla kalmıyor, daha bir de bu konuda Komünist Enternasyonal’e vurgulu uyarılarda bulunuyordu. Bu konuda Rapor'un 7. Maddesinin en önemli bölümünü bütünlüğü içinde aktarıyoruz:
“Taşıdığı hesaplanamaz sonuçlar ve bunun işçilerin ve köylülerin hayatına yansımaları nedeniyle, İKG, tam da Anadolu'daki milliyetçi hareketin hedefleri ve yöneticilerinin zihniyeti üzerinde yoğunlaşmanın doğu komünizmi açısından yaşamsal bir önemde olduğunu kabul etmektedir. Basındaki, özel olarak da l’Humanite’deki yayınlarımıza rağmen, bu sorun henüz yeterince aydınlığa kavuşturulmamıştır. Nitekim Grup, burada bir kez daha bu konuyu ele almayı ve bu hareketin aşikâr burjuva karakteri üzerinde durmayı görev bilmektedir. Kimi zamanları acılı 18 aylık bir deneyimden sonra, gerek Türkiye’de, gerek Rusya’da ve hatta kıtamızın diğer ülkelerinde, milliyetçi yöneticilerin proletarya diktatörlüğüne ve Sovyet cumhuriyetine karşı iğrenme ve antipati duyduğu konusunda en küçük bir tereddüt taşıyan bir komünist kalmış olamaz. Bu milliyetçi devrimcilerin size yaptıkları konuşmalarda her zaman şöyle sözlere rastlayabilirsiniz: ‘Sovyetler Rusyası!.. evet onu İngiliz emperyalizmine karşı bir korkuluk gibi kullanıyoruz, İngiliz emperyalizminden asgari varoluş hakkımızın kabulünü elde ettiğimiz gün, o sizin kutsal Federatif Sovyetler Cumhuriyeti'ne ilk fırsatta tekmeyi basmakta bir saniye bile geç kalmayacağız!..’ İşte daha sonra kanlarının son damlasına kadar sağmayı umdukları memeleri süt dolu gerçek koyunların - Türk köylülerinin toprağını savunma kutsal hakkını kendilerinde gören bu sahtekârların büyük çoğunluğunun içinde taşıdığı düşünce, özetle, budur. …” (Erden Akbulut - Mete Tunçay, İstanbul Komünist Grubu’ndan (Aydınlık Çevresi) Türkiye Komünist Partisi’ne 1919-1926, 1. Cilt, 1919-1923, Sosyal Tarih Yayınları, s.105-106)
Bakü Kongresi’ni inkâr konusunda Komünist Enternasyonal’in tutumunu anlaşılması zor bir sevinçle karşılayanlar, yalnızca bir sene sonra bu kez Kemalist harekete ilişkin yukarıdaki değerlendirmelerden yüz seksen derecelik bir kopuş yaşadılar. Bu köklü tutum değişikliği de doğal olarak Komünist Enternasyonal’deki Kemalist hareket değerlendirmelerinden esinleniyordu. Ama bu konuda boynuz kulağı geçti. Gösterdikleri aşırı ataklık, çok geçmeden kendilerine ağır bir eleştirel fatura olarak geri döndü. 1922’deki Dördüncü Kongre’de Kemalist harekete sol yaklaşımları konusunda Radek’ten açık uyarılar alanlar, 1924’teki Beşinci Kongre’de bu kez Manuilsky tarafından Kemalistlerle ilişkide sınıf işbirliği çizgisine düşmekle eleştirildiler. Komünist Enternasyonal Yönetimi adına konuşan Manuilsky, Aydınlık Grubu’nu Kemalistlerin yedeği haline gelmekle, dolayısıyla menşevizmle, Legal Marksizm’le, struvecilikle, milli kapitalizmi savunmakla, milliyetçi sapma içinde olmakla vb. itham etti.
Sadece İstanbul kolu olarak İKG değil, Ankara kolu olarak Hafi TKP de, daha 1920 gibi erken bir tarihte, Milli Mücadele liderliğinin sınıfsal niteliği ile sürdürmekte olduğu mücadelenin siyasal sınırları konusunda açık bir görüşe ve tutuma sahiptiler. Yaklaşımlarda belirli farklılıklar olsa da esası yönünden Bakü’de saptanan çizgiyle uyumlu bir değerlendirmeydi bu. Bakü’deki değerlendirme Sovyet Yönetimi ve Komünist Enternasyonal etkisiyle olmalı nispeten daha temkinli, yani ılımlıydı. Ankara TKP [Hafi TKP], Ankara’da olmanın ve böylece Mustafa Kemal yönetiminin yaklaşım ve uygulamalarını daha yakından bilmenin avantajıyla değerlendirmelerinde daha açık, tutumunda daha netti. Ama denebilir ki en keskin, en uzlaşmaz, en güvensiz yaklaşım, tam da İstanbul Grubu’ndan geliyordu. Öylesine ki Grup adına Komünist Enternasyonal Dördüncü Kongresi’ne katılan Sadrettin Celal, kongrede TKP adına yaptığı konuşmada, Kemalist harekete sert eleştiriler yöneltiyor ve Londra Konferansı’ndan (Şubat 1921) beri artık “devrimci” olmadığını vurguluyordu.
Ama işte tam da bu konuşmayla aynı sıralarda, İKG’de köklü bir tutum değişikliği baş gösterdi. Kemalist hareket devrimci ilan edilmekle kalmadı, ondan toplumsal devrime yönelik adımlar bile beklenir oldu. Bu savrulma ancak 1924 ortalarına doğru hız kesti ve etkilerinden sıyrılmak 1928’leri buldu. Bunlar üzerinde daha sonra daha ayrıntılı olarak duracağız. Böylece Bakü kuruluşuna karşı inkârcı tutumun Tarihsel TKP’ye ideolojik-politik ve moral açıdan nelere mal olduğunu da daha etraflıca görmüş olacağız. Şimdilik şu kadarını söylemiş olalım: Şefik Hüsnü, Mustafa Suphi liderliğinde atılan tarihsel adımı sahiplendiği sırada, bununla doğrudan bağlantılı olarak ya da değil, fakat sonuçta Kemalist hareket konusunda açık ve net bir tutuma sahipti. Mustafa Suphi’nin inkarı yıllar yılı kemalist hareketin yedeği konumuna düşmenin de başlangıç adımı ve bir bakıma kaçınılmaz sonucu oldu.
TKP, Mustafa Suphi önderliğinde kurulurken, ortaya Marksizm-Leninizm’e dayalı temel ilkeler, bunun ürünü bir program ve parti tüzüğü koymuş, kuruluş kongresi bir dizi konu üzerine yol gösterici parti kararları almıştı. Bakü Kongresi’nin reddi bunlardan yoksun kalmayı da beraberinde getirdi. Şefik Hüsnü liderliğindeki TKP 1931 yılı başına kadar gerçekte hala resmi bir programa bile sahip değildi. 1926’dan beri üzerine çalışılan Taslak kesin biçimini ancak 1930’da alabilmiş ve kamuoyuna 1931 başında sunulabilmişti.
İnkârcı tutumda Hikmet Kıvılcımlı
İnkârcı tutum, Dr. Şefik Hüsnü liderliğinin Mustafa Suphi önderliğinde atılan tarihsel adımı basitçe yok saymasıyla sınırlı kalmadı. 1930’lu ilk yıllarda bu kez Dr. Hikmet Kıvılcımlı bayrağı devraldı ve kuşkusuz aynı tutumun bir uzantısı olarak, inkarcılığı tarihsel ve ideolojik bir çerçeveye oturtmaya girişti.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı kaleme alındığı dönem için çok değerli Yol çalışmasının TKP tarihine ayrılmış bölümünde (3. Kitap, Partide Konaklar ve Konuklar), devrimci hareketin Türkiye’deki oluşum sürecini, tümüyle yapay ve zorlama bir tutumla, devrimci hareketin Rusya’daki evrim şemasına uyarlamaya çalışırken, Mustafa Suphi ve yoldaşlarına “ütopizm konağı”nı uygun görmektedir. Bu Rusya’daki gelişmenin Bakunin aşamasıdır. Dr. Hikmet ciddi ciddi Mustafa Suphi ve yoldaşlarının “bin kişilik alayla” Türkiye’de devrim yapacakları hayaline kapıldıklarını söyleyebilmektedir. Bakunin ile paralelliği de buradan kurmaktadır:
“Mustafa Suphi Hareketi özü itibariyle bir Bakuninizmden ibaretti. Burjuva paşasının hilesine kanarak, Bolşevik devriminin serbest bıraktığı esir Türk subay ve erlerinden alelacele yaptığı bir alayla Türkiye’de Bolşevizmi kurmaya yürüdü.”
Kuşkusuz Dr. Hikmet Kıvılcımlı da, tıpkı Dr. Şefik Hüsnü gibi, Mustafa Suphi ve yoldaşlarına saygıda kusur etmiyor. Onları Paris Komünarları ile karşılaştırıp “göklere sıçrayan kahramanlık timsalleri” olarak övüyor. Ama bunun hiç de yeterli olmadığını dile getirerek devam ediyor:
“Onbeşlerde yeteri kadar devrimci hazırlık yoktu. Onbeşler, içinde devrim yaratmaya giriştikleri çevreyi devrimci mücadeleyle işlemiş değillerdi. Bu yüzden düşünceleri ne kadar enternasyonalci ve devrimci olursa olsun, yaptıkları nesnel olarak ve fatalman Blankici ya da Bakuninci bir hareket şeklinde kaldı. Yani anarşik hareketten ileriye geçemedi.”
İlk iki cümledeki gözlem, yeterli ön hazırlıktan yoksunluk ve yetersiz siyasal çalışma, hemen her devrimci partinin kuruluş dönemi için olağan bir “kusur”dur. Ama bundan bakuninizm sonucuna sıçramak keyfi bir muhakemeden öte bir değer taşımamaktadır. Denebilir ki Mustafa Suphi bölümü, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Yol çalışmasının en anlamsız, tarihsel ve bilimsel değerden tümüyle yoksun kısmıdır. Haliyle bu, onun Onbeşler’e taktik çerçevede yönelttiği bazı haklı eleştirilerini de değersizleştirmektedir.
Onbeşlere “Puçizm, Blankizm ya da Bakuninizm” türü sıfatlardan sıfat seçmeye çalışan Dr. Hikmet, hızını alamayıp “Mustafa Suphi bir anarşist miydi?” diye de soruyor ve yanıtlıyor:
“Bu noktada henüz elimizde yeterli belge yok. İleride bu nokta da işlenirse açıklaşır. Fakat her hareketi dediğiyle değil, ettiğiyle ölçmek kaçınılmazsa, Mustafa Suphi hareketini ütopik sosyalizmden ve Bakuninizmden ayırdetmek oldukça güçleşir.”
Bu fantastik yargıları bugün tartışmanın hiçbir anlamı ve yararı yoktur. Amacımız yalnızca Mustafa Suphi inkarcılığının aldığı yeni boyutları örneklemek, Dr. Şefik Hüsnü ile başlayan geleneğin o günlerde hala onun izleyicisi olan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’da nasıl sürdüğünü göstermektir.
1930’lardan 1960’lara...
Dr. Hikmet Kıvılcımlı Mustafa Suphileri hiçbir zaman Türkiye’de komünist hareketin kurucuları arasında saymadı. 1930’lardaki yargısını ömrünün sonuna kadar korudu. Ölümünden çok kısa bir süre önce yayınlandığı Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama başlıklı kitabında, sosyalist kuşaklara ilişkin o çok bilinen sınıflaması, bu konuda herhangi bir kuşku bırakmamaktadır. Kitabının Giriş’i izleyen birinci bölümü, tam da burada ele aldığımız sorunla ilgilidir.
Konu, yeni sosyalist kuşakların kendinden öncekilerin değerini bilememeleri, onları yeni bir sentezle aşmak yerine basitçe görmezlikten gelme ya da inkâr etme yoluna gitmeleridir. Bu tutumu bilinen polemik sertliği içinde hicveden Dr. Hikmet, “Türkiye’de Sosyalist Kuşaklar” alt başlığı altında, 1920’den 1970’e dört sosyalist kuşak (“dört Konak ya da Kuşak”) saymakta ve kurucu olarak gördüğü ilk kuşak hakkında şunları söylemektedir:
“1- Eneski Sosyalistler: Bunlardan adı kalanlar Dr. Şefik Hüsnü Değmer ile Dr. Hikmet Kıvılcımlı oldu.”
Dr. Hikmet Kıvılcımlı için yeni devrimci genç kuşakların coşkuyla sahip çıktığı bir dönemde bile Mustafa Suphi ve yoldaşları hala yok hükmündeydi. 1990’lı yılların ortası gibi geç bir tarihte bile bazı izleyicileri hala aynı tutumu sürdürüyorlardı. Hala Usta’yı harfiyen yineleyerek, “Onbeşler ve ütopizm konağı”dan dem vurabiliyorlardı.
TKP tarihini karma karışık hale getiren, dolayısıyla izlenmesini ve anlamlandırılmasını alabildiğine zorlaştıran bu inkârcı tutum, 1960’lı yıllarda başka bir biçimde sahneye çıktı ve ironik bir biçimde, bu kez Dr. Şefik Hüsnü ile Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bunun baş hedefi ve dolayısıyla kurbanı oldular. Yeni inkarcılar, Tarihsel TKP’nin en sorunlu ve tartışmalı, en zayıf ve zaaflı damarını temsil eden, ama o gün için TKP’nin devamı olmak iddiası taşıyan Zeki Baştımar-İsmail Bilen ikilisi oldular. Bu ikili, Mustafa Suphi’ye ve onun TKP’sine sarılarak, bunu kendilerine siper ederek demek istiyoruz, başta Şefik Hüsnü olmak üzere tüm öteki TKP liderlerine (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Reşat Fuat Baraner, Mihri Belli vb.) saldırıya geçtiler, onları basitçe inkâr ettiler. Böyle bir konum ve yetkileri varmışçasına daha bir de onları TKP’den ihraç ettiler! Bu gerçekte, temsil etmek iddiasında oldukları Tarihsel TKP’nin de inkarı demekti. Zira Mustafa Suphi’siz bir TKP düşünmek nasıl mümkün değildiyse, Şefik Hüsnü ve öteki liderlerden yoksun bir TKP düşünmek aynı şekilde mümkün değildi.
1974’ten itibaren ise inkârcı geleneği İsmail Bilen tek başına üstlendi. Bir tek Mustafa Suphi hariç, ama on küsur yıl boyunca uslu uslu yedeğinde durduğu Zeki Baştımar dahil, tüm öteki TKP liderleri İsmail Bilen tarafından en bayağı bir biçimde inkâr edildiler. Her birine burada tekrarlayamayacağımız türden en ağır ithamlar, yakıştırmalar ve hakaretlerde bulunuldu. İsmail Bilen hızını alamayıp işi Hikmet Kıvılcımlı ile Mihri Belli’nin MİT mensupları olabileceği imasına kadar bile vardırdı.
Bu yeni uydurma tarih yazımına göre, TKP tarihinde gerçekte iki lider vardı. Partiyi kuran Mustafa Suphi ve kurulduktan hemen sonra onyıllar boyunca yere kapaklanan partiyi elli küsur yıl sonra mucizevi bir biçimde yeniden ayağa kaldıran İsmail Bilen! Bu peri masalını bugün ciddiye alan pek kimse kalmış mıdır bilmiyoruz. Ama ‘70’li yıllarda İsmail Bilen TKP’si saflarına akan yüzlerce samimi militanın TKP tarihine ilişkin inancı tam olarak buydu.
İnkâr edilen tarih kapsamında bir de ‘70’li yılların küçük-burjuva inkarcılığı var. Bir tek Mustafa Suphi ve Onbeşler dışında, Tarihsel TKP’den geriye kalan ne varsa red ve inkâr eden bu tutum üzerinde ayrıca duracağız.
Tarihsel TKP’ye Giriş’e “Saklanan Tarih” bölümüyle devam edeceğiz…
(Devam edecek…)
www.tkip.org