100. Yılında Tarihsel TKP... Geçmişi olmayanın geleceği olmaz!

TKP’nin 100. Yılı, solun tarihine ve tarihsel kaynaklarına ilişkin gerçekleri yerli yerine oturtmanın anlamlı bir vesilesi olabilmelidir. Bu yapılabildiği ölçüde, bugünün Türkiye’sinde TKP ismini kullanmakla kalmayan (ki bunun esasa ilişkin bir önemi yoktur, kapanın elinde boş bir avuntu olarak kalabilir!), daha bir de her türden gerçeklik ve sorumluluk duygusunu yitirerek, kendini onun yüzyıllık dolaysız uzantısı sayabilen, ciddi ciddi “partimizin 100. Yılı” diyebilen ciddiyet yoksunu çevreler de (ki sayıları birden fazladır) yerli yerine oturtulmuş olacaktır.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 10 Eylül 2022
  • 13:52

Giriş

Türkiye Komünist İşçi Partisi dünyada ve Türkiye’de zafer ve yenilgilerden oluşan zengin bir devrimci mirasın üzerinde yükselmektedir. Partimiz bu mirası kararlılıkla savunmakta, kendisini onun bugünkü temsilcisi ve yarınlara taşıyıcısı saymaktadır.”

Fakat öte yandan partimiz, bizzat bu aynı devrimci geçmişin çok yönlü bir eleştirel değerlendirmesinin ürünü olmuştur. Zayıf, eksik ve kusurlu olan her noktada bu geçmişi devrimci eleştiriye tabi tutmuş, ondan gelecekteki mücadeleler için gerekli dersleri ve sonuçları çıkarmaya çalışmış, bu temel üzerinde devrimci bir yenilenmenin ifadesi olmuştur...”

(TKİP Kuruluş Bildirgesi, Kasım 1998)

Tarihsel TKP

TKP’nin değil Tarihsel TKP’nin 100. Yılındayız. Bu ayrım, solun tarihine nesnel ölçülerle ve gerçeğe sadık kalarak bakmayı başarabilen herkesin görüp anlayabileceği açıklıktadır. 10 Eylül 1920’de kuruluşunu ilan etmiş partinin kendine özgü kimliği ile tarihte kalması uzun onyılları bulmaktadır. Otuz yıllık zorlu ve karmaşık bir örgütsel-siyasal yaşamın ardından 1951 Tevkifatı TKP’yi örgütsel olarak çökertmiş, 1960’larla girilen yeni dönemse onun artık tarihe karıştığını kesinleştirmiştir.

Sol hareketin tarihi açısından ‘60’lı yıllarla başlayan yeni dönem, Tarihsel TKP’nin yerini kendinden türeyen farklı kollara ya da eğilimlere bıraktığı bir evreyi işaretlemektedir. 1960’lı yılların ortasından itibaren giderek belirginleşen başlıca dört eğilimden söz etmek olanaklıdır. Bunlardan ilki, döneme damgasını vuran ve bir sonraki döneme de en çok iz bırakanı, daha çok Mihri Belli ismi etrafında belirginleşse de, içinde emektar “eski TKP’liler”in (Reşat Fuat Baraner, Şevki Akşit vb.) yer aldığı MDD Hareketi’dir. İkincisi, kendine özgü yeni platformuyla Tarihsel TKP’nin bir başka kolunu temsil eden ve 1970’lere doğru öne çıkan ve güç kazanan Dr. Hikmet Kıvılcımlı eğilimidir. Üçüncüsü, TKP üyesi ya da sempatizanı aydınların (Mehmet Ali Aybar, Behice Boran ve Sadun Aren) temsil ettiği ‘60’lı yılların TİP yönetimidir. Ve dördüncüsü, resmen adını taşımakla ve kendisini onun dolaysız uzantısı saymakla birlikte, gerçekte politik ve moral açıdan Tarihsel TKP’yi temsil etme konum ve niteliğinden en uzak, o günün Türkiye’sinde ise hemen hiç yeri olmayan, Zeki Baştımar-İsmail Bilen’in Doğu Almanya eksenli mülteci yurtdışı grubu, o güne uygun düşen daha doğru bir ifadeyle Leipzig’deki “radyo redaksiyonu”dur.

Bu dört kolun ortak kökeni Tarihsel TKP’ye, sonraki dönemin (dolayısıyla bugünün) tüm sol parti ve gruplarının kökeni ise ‘60’lı yılların bu dört başlıca eğilimine dayanmaktadır. Bundan çıkan dolaysız sonuç, 1920’den 1960’a Türkiye’de sol hareketi tek başına temsil eden Tarihsel TKP’nin, sonraki dönemin ve bugünün tüm sol akımlarının da ortak kökenini temsil ettiğidir. Bir başka ifadeyle, devrimci ve reformist kanatlarıyla Türkiye sol hareketinin bütünü, Tarihsel TKP’de temsil edilen ortak bir tarihsel geçmişe sahiptir. Dünün ve bugünün komünist ya da sosyalist olmak iddiasındaki tüm parti, örgüt ya da çevreleri onun yarattığı birikimden, bıraktığı mirastan türemiştir. Nitekim ortak köken gerçeği, solun hemen tüm kesimlerinin 10 Eylül kuruluşunu ve onun ilk şehitlerini sahiplenmesinde sembolik anlamını da bulmaktadır.

Tarihsel TKP’nin ‘60’lı yıllarda Zeki Baştımar-İsmail Bilen’in ülkeden tümüyle kopuk mülteci grubunda, ‘70’li yıllarda ise tümüyle yeni bir oluşum olan İsmail Bilen TKP’sinde sürdüğünü düşünmek, anlaşılması güç bir tarihsel bilinç çarpıklığı içinde olmak demektir. Tarihsel TKP’den türeyen bir kolu, üstelik politik ve moral açıdan en tartışmalı olanını, tarihsel partinin kendisiyle aynılaştırmak ve yeni tarihsel koşullardaki devamı saymak, hala da yaygın biçimde sürdürülmekte olan bir büyük kafa karışıklığından başka bir şey değildir. Bu, her şeyden önce tarihsel TKP’nin kendisine büyük bir haksızlık ve saygısızlıktır.

Öte yandan bu, böyle düşünen sol parti, grup ve çevreler payına, kendi tarihlerine yabancılığın, giderek ona yabancılaşmanın da bir göstergesidir. Geçmişte ya da bugün böyle düşünebilenler, 1960’lar ya da ‘70’ler dünyasına boşluktan doğduklarını sanıyor olmalılar. Oysa Türkiye solu için yeni bir dönemin başlangıcını oluşturan ve sonraki birçok parti ve grubun doğumunu hazırlayan 1960’lar Türkiye’sine daha yakından bakabilselerdi, hiç de boşluktan değil (bu mümkün de değil), fakat kendilerini önceleyen bir tarihsel birikimden geldiklerini görmekte çok da güçlük çekmeyeceklerdi.

Yukarıda o dönemin dört ana ideolojik-politik kolunun Tarihsel TKP ile dolaysız bağına işaret etmiştik. Buna kültür, sanat, edebiyat vb. alanlardaki birikimi de pekâlâ ekleyebiliriz. Nazım Hikmet, Ahmed Arif ya da Enver Gökçe’nin şiirinin, Ruhi Su’nun müziğinin, bir dizi yazarın edebiyat ürünlerinin, bu arada elbette çok sayıda teorik, tarihsel ve edebi eserin Türkçe’ye kazandırılmasının, solun bu yeni tarihi dönemindeki yükselişine katkısını herkes iyi kötü bilir. Ama yeterince bilinmeyen, tüm bunların TKP’nin tarihsel birikimiyle dolaysız ilişkisidir. Bu konuda adını andıklarımızın tümünün aynı zamanda TKP davaları sanıkları olmalarını söylemek yeterlidir herhalde.

Tarihsel TKP, ‘60’lı yıllarla başlayan yeni döneme bu birikimi bırakarak tarih sahnesinden çekilmiştir. Bundan sonrası, sözü edilen dört ana kolla başlayan, ardından bunların her birinin de kendi bünyesinden çok sayıda yeni parti, grup, çevre ya da eğilimler yaratmasıyla dal budak veren, alabildiğine parçalı bir sol hareket tablosudur. Hayli daralmış, zayıflamış, bir ölçüde seyrelmiş ve önemli ölçüde bozulmuş haliyle tablo halen de budur.

TKP’nin 100. Yılı, solun tarihine ve tarihsel kaynaklarına ilişkin gerçekleri yerli yerine oturtmanın anlamlı bir vesilesi olabilmelidir. Bu yapılabildiği ölçüde, bugünün Türkiye’sinde TKP ismini kullanmakla kalmayan (ki bunun esasa ilişkin bir önemi yoktur, kapanın elinde boş bir avuntu olarak kalabilir!), daha bir de her türden gerçeklik ve sorumluluk duygusunu yitirerek, kendini onun yüzyıllık dolaysız uzantısı sayabilen, ciddi ciddi “partimizin 100. Yılı” diyebilen ciddiyet yoksunu çevreler de (ki sayıları birden fazladır) yerli yerine oturtulmuş olacaktır.

Konumuz Tarihsel TKP. Sonraki tarihi evrelerin ya da günümüzün sol akımlarına ise ancak bu ana konuyla bağlantılı olarak ve yalnızca onun gerektirdiği sınırlar içinde, zaman zaman değinmiş olacağız. Tarihsel TKP’nin devamı olmak iddiası taşıyan çeşitli türden oluşumların bu iddialarına en kısa biçimiyle değinmek de bu kapsamdadır. Birkaç alt bölüm halinde nispeten geniş tutacağımız bu ilk “Giriş”in buradaki bu ilk bölümü tahmin edilebilir nedenlerle buna en uygun yerdir. Zira öncelikle konumuzun tarihsel sınırlarını açıklıkla belirlemek durumundayız. Bu ise Tarihsel TKP ile sonraki evrelerde bu isim altında ortaya çıkan oluşumları olgusal gerçekler temelinde birbirinden kesin çizgilerle ayırmayı gerektirir. Yurtdışına çıktıktan sonra Yakup Demir müstear ismini kullanan Zeki Baştımar’ın Leipzig TKP’si bunlardan ilkidir.

Leipzig TKP’si

Teslim Demir’in Anısına” başlıklı değerlendirme, ‘60’lı yılları izleyen dönemin sol hareketini konu alıyor ve şu satırlarla başlıyordu:

“Sol hareketimizin Cumhuriyeti de önceleyen bir tarihi var. ‘60’lı yıllara kadar neredeyse sadece TKP’de temsil edilen bir tarihtir bu. TKP tüm tarihi boyunca sınırlı sayıda aydın ve işçiden oluşan, kitle tabanından yoksun, alabildiğine dar bir kadro partisi olarak kaldı. 1951 Tevkifatı’nın ardından ise tümüyle tasfiye oldu. ‘60’lı yıllarla başlayan yeni döneme az sayıda kadro ve tartışmalı bir düşünsel-politik miras bıraktı. Geriye kalan ve onun gerçek temsilcisi sayılan kadrolar bu yeni dönemde TKP’nin yeniden inşasını gündeme getirmediler. Böylece tarihsel TKP tarihe karışmış oldu. ‘70’li yıllarda Leipzig eksenli olarak aynı isimle sahneye çıkan partiyse tümüyle farklı bir oluşumdur...”

Bir zamanlar bu niyetle kullanılmış olsa bile, Leipzig ya da Doğu Berlin TKP’si tanımı, gerçekte bir aşağılama ifadesinden çok olgusal gerçeğin bir ifadesidir. 1962’den itibaren Leipzig eksenli olarak meydana gelen oluşumun gerçeğe en uygun tanımı budur. Zeki Baştımar (Yakup Demir) yurtdışına çıkana kadar dışarda herhangi bir TKP oluşumu yoktur. Sayıları onu bile bulmayan eski TKP üyesi ya da sempatizanı dar bir insan çevresi, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin Leipzig kentindeki maaşlı memurlar olarak bir radyo (“Bizim Radyo”) redaksiyonu çevresi oluşturmaktadırlar.

Zeki Baştımar bunları Batı Avrupa’dan Abidin Dino, Sovyetler Birliği’nden ise Nazım Hikmet’le takviye ederek Nisan 1962’de bir konferans topluyor. Böylece Türkiye’de artık olmayan TKP’nin Yurtdışı Bürosu kurulmuş oluyor. Dış Büro’nun temsil ettiği çevre çok geçmeden iç çekişmeler ve bölünmeler içinde daralıp dağıldığı halde Büro’yu oluşturanların iddiası alabildiğine genişliyor. 1965’ten itibaren kendilerine bu kez dosdoğru “TKP” demeye başlıyorlar. Zeki Baştımar “TKP Birinci Sekreteri” unvanını alıyor, İsmail Bilen ile Aram Pehlivanyan ise yardımcıları oluyorlar. Radyo redaksiyonunun öteki birkaç mensubu dışında Leipzig TKP’sinin 1970’li yıllar başına kadar başı sonu tam olarak bu.

Bu olgusal gerçek ortaya şu soruyu çıkarıyor: Herhangi bir örgütsel varlıktan ve politik etkinlikten yoksun böyle bir yurtdışı mülteci çevresine “parti” demek hangi ihtiyacın ürünü olabilir? Aynı soru şöyle de sorulabilir: İki mensubu birkaç onyıldır Türkiye’den tümüyle kopuk mülteci hayatı yaşayan bu üç kişilik oluşumdan kim ne bekliyor olabilir? Soruların yanıtı, girdiği yeni revizyonist yönelimle birlikte o sıralarda dünya komünist hareketini bölünmeye ve kargaşaya sürükleyen SBKP’nin buna ilişkin ihtiyaç ve tercihlerinde aranmalıdır. Zira onun onayı ve desteği olmadan bu denli ciddiyetsiz bir oluşumu “TKP” olarak uluslararası platformlara çıkarmak kesin olarak olanaksızdır. SBKP dış ilişkiler masası bunun böyle olmasından çeşitli türden yararlar ummuş olmalıdır. Böyle olmasaydı eğer, bahsi geçen üçlü böyle bir iddia ile ortaya çıkacak politik ve moral gücü kendilerinde bulamazlardı. Nitekim o tarihten itibaren bu sözde TKP, Türkiye’yi temsil eden “kardeş parti” statüsüyle, SBKP çizgisindeki tüm uluslararası etkinliklerin değişmez protokol süsü işlevi görmeye başlıyor.

‘60’lı yıllar, modern Türkiye’nin tarihinde sosyal mücadele ve sol hareket açısından tümüyle yeni bir tarihi dönem olmakla birlikte, bu yeni dönemin sosyalist olmak iddiasındaki sol hareketi gerçekte dolaysız olarak TKP’nin yarattığı tarihsel birikim üzerinde yükseliyordu demiş, ilk adımda hareketi omuzlayan kişi ya da çevrelerin ortak TKP kökeni bile bunun en dolaysız bir kanıtıdır, diye de eklemiştik. Ama bunlar içinde en az yeri olanı, hatta hemen hiç olmayanı, saydığımız dört koldan dördüncüsü, yani Zeki Baştımar-İsmail Bilen’in Leipzig TKP’sidir. Türkiye’de büyük bir sosyal uyanışın ve sol serpilişin yaşandığı bir tarihi dönemde, bu ikilinin temsil ettiği yapı siyasal sahnede yoktur. Tüm varlığı Doğu Almanya’nın Leipzig kentindeki bir “radyo redaksiyonu”ndan ibarettir. Bu bile Tarihsel TKP’yi temsil iddiasının ciddiyetten yoksunluğunu göstermeye yeterlidir.

Yurtdışındaki uluslararası protokol etkinlikleri ile radyo yayını bir yana bırakılırsa, 1963-73 döneminde kendine “TKP” diyen üçlü ekibin Türkiye’ye yönelik skandal bir icraatı, başta Reşat Fuat Baraner, Mihri Belli ve Şevki Akşit olmak üzere, Tarihsel TKP’nin Türkiye’deki tüm gerçek temsilcilerini “parti”den ihraç etmek olmuştur. Şefik Hüsnü ölmüş bulunduğu için bu inanılması güç işlemin dışında kalmış, ama saldırı, hakaret ve inkarın hedefi olmaktan yine de kurtulamamıştır. Oysa böylece hedef alınanlar, Tarihsel TKP’nin son Merkez Komitesi üyeleri, dolayısıyla onun gerçek temsilcileridir. 1951 Tevkifatı’nda sonuna kadar direnen, partili olmanın onurunu yükseklerde tutanlar da onlardır.

Onları hedef alan Zeki Baştımar ise aynı sınavdan acınası bir halde çıkmış, bu nedenle Merkez Komitesi üyeliğinden atılmıştır. Sorgu sürecini bizzat yaşayan Mihri Belli bu konuda şu bilgiyi veriyor: 

“Baştımar 1951-1953 TKP ilk soruşturması sırasında poliste gereken devrimci davranışı gösteremediği ve tam 173 sayfa ifade verdiği için, Merkez Komitesi’nin (MK’nin) 1953 yılları sonlarında oybirliği ile aldığı kararla MK üyeliğinden (partiden çıkarılması önerisinin toplanacak ilk Kongreye sunulması kaydıyla) uzaklaştırılmıştır.” (TKP’nin Tarihsel Konumu, Emekçi Yayınları, 1976, s.185)

Sonuç olarak Leipzig grubu, Tarihsel TKP’yi temsil etmek konum ve yeteneğinden tümüyle yoksundur. Ondan arta kalan son derece tartışmalı bir mülteci topluluğundan ibarettir. Tarihsel TKP ile ilişkisi bu sınırlardadır. Onu Tarihsel TKP’nin 1960’lardaki asli uzantısı saymak tarihsel gerçeğe tümüyle aykırıdır.

İsmail Bilen TKP’si

1973 sonrası, Leipzig TKP’sinde yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu, yaşlılık ve hastalık nedeniyle Zeki Baştımar’ın sahneden çekildiği ve yerini İsmail Bilen’in aldığı bir dönemdir. “1973 Atılımı” olarak anılan bu dönemde ve yalnızca birkaç yıl içinde, İsmail Bilen TKP’sinin Türkiye’nin en güçlü ve etkili örgütlerinden biri haline geldiğini, dahası işçi sınıfı hareketi içindeki esas güç olduğunu biliyoruz. Fakat bu görüntünün öte yüzünde ideolojik ve örgütsel bir kofluk vardı. 12 Eylül’le birlikte her yönüyle ortaya çıkan bu kofluğa bugün artık eski TKP’liler de, üstelik daha başlangıç dönemi gerçeklerinden hareketle, açık seçik biçimde tanıklık etmektedirler.

Ama burada konumuz bu değil. Burada konumuz, İsmail Bilen liderliğindeki bu yeni oluşumun Tarihsel TKP’nin asli uzantısı olup olmadığı sorunudur. Aslında bunun yanıtı Leipzig TKP’si gerçeği üzerinden verilmiş bulunmaktadır. Yine de ekleyeceklerimiz var. Sözkonusu iddianın asıl kaynağı İsmail Bilen TKP’sinin “atılım” sonrası “görkem”i olduğu için bu özellikle gereklidir.

Kendisinden hala da saygı ve sevgiyle sözedebilen bir eski çalışma arkadaşı (Haluk Yurtsever), İsmail Bilen’in “atılım”ı önceleyen yaşamının bir kesitini şöyle özetlemektedir: 

“Uzun yıllar sosyalist ülkelerde yaşayan bir göçmen topluluğu, bir tür yurtdışı konsolosluğu gibi var olmuş̧ TKP’nin 1973’ten son­ra atılım yapmasında İ. Bilen’in rolü önemlidir. 40 yılı aşkın süre, Sovyetler Birliği ve Demokratik Almanya Cumhuriyetinde yaşayan, radyolarda çalışan, 1962’den sonra ‘Dış Büro’ içinde yer alan, Dış Büro dağıtıldıktan sonra, Zeki Baştımar ile birlikte TKP’yi uluslararası komünist hareket nezdinde temsil eden İsmail Bilen, Zeki Baştımar’ın hastalanması ve vefatıyla birlikte öne çıktı.” (Yükseliş ve Düşüş, Yordam Kitap, 2008, s.208)

Mihri Belli ise “Kim bunlar?” sorusu eşliğinde yukarıda Zeki Baştımar hakkında söylediklerini hemen devamında İsmail Bilen’e şöyle bağlıyor: 

“İ. Bilen'e gelince, o da, tam kırk yıldan be­ri yurt dışında yaşayan bir kimse olarak TKP'de so­rumlu bir yeri olması imkansız, bir siyasi mültecidir. MK üyeliğinden çoktan düşmüş bu iki şahsın, yurt dışında TKP'yi kurma yetkileri yoktur. Kimse kollarını bağlayamayacağına göre bir siyasi örgüt kurabilirlerdi ama bu, MK üyelerinin tümü Türkiye’de bulunan bir Partinin devamı olamazdı.”

Biri hala da seveni öteki bir dönem “hasmı” bu iki ayrı kaynağın yorumları farklı olsa da olgusal tanıklıkları ortaktır: “Atılım” kararının alındığı 1973 yılında 71 yaşında artık yaşlı bir insan olan İsmail Bilen, “kırk yıldır” ülkeden kopuk bir siyasi mültecidir. Doğal olarak bu durum, büyük bir “atılım”a girişmek için son derece elverişsiz bir siyasal ve bireysel konum anlamına gelmektedir. Üstelik ortada herhangi bir örgüt, Avrupa’daki bazı sempatizan ilişkiler dışında, herhangi bir kadrosal birikim de yoktur.  Öte yandan 1973 Mayıs’ı, 12 Mart karanlığının hala da sürdüğü bir tarihtir (İbrahim Kaypakkaya tam bu günlerde öldürülmüştü).

Soru şudur: ‘51 Tevkifatı sırasında, yani henüz nispeten gençken tutuklamalarla doğan boşluğu doldurmak için kılını kıpırdatmayan, 1960’ların görkemli sol serpilişi sırasında ülkeyi edilgen bir biçimde dışarıdan izleyen İsmail Bilen, 70’ini aştıktan sonra ve üstelik 12 Mart karanlığı hala sürüyorken, Türkiye’de büyük bir “atılım”a geçilebileceği ve böylece TKP’nin nihayet ayağa kaldırılabileceği sonucuna ve kararına nasıl varabilmiştir acaba?

Sorunun yanıtı için “atılım” kararının alındığı tarihi toplantıya göz atmak yararlı olabilir. Toplantıda bulunanlardan biriyle çok sonraları bizzat görüşen Haluk Yurtsever aktarıyor: 

“Bu silkinme ve kalkınma atılımına parti MK Politik Bürosu’nun 24 Mayıs 1973 oturumunda aldığı kararlar yol açtı. 1973 Atılımı’nın dört kişilik ilk politbürosunun üyelerinden biri olan Mustafa Demir, bu toplantı öncesinde biri V. V. Zagladin olmak üzere Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nden iki, Demokratik Alman Cumhuriyeti (DDR) Sosyalist Birlik Partisi’nden iki yetkiliyle, TKP’den İsmail Bilen (Marat) ve Aram Pehlivanyan’ın (Ahmet Saydan) bir araya gel­diklerini, toplantının ikinci bölümüne kendisini (Mustafa De­mir /Nejat Yelkenci) ve Ali Durak’ı (Şiko Durmaz) çağırdıklarını belirtiyor.” (s.210)

 “Atılım” kararının alınacağı 24 Mayıs 1973 toplantısına olmayan bir partinin olmayan MK’sının yalnızca iki kişiden oluşan Politik Büro üyeleri, yani İsmail Bilen ve Aram Pehlivanyan katılıyor. Ama toplantının birinci bölümünde masada dört kişi daha var: SBKP’den ve DDR’den ikişer üst düzey temsilci. Bu, çok önemli kararların alınacağı bir toplantıda, Türkiyeli temsilciler aleyhine bir temsil oranı demektir. (Politik Büro’ya yeni üyeler alınınca, toplantının izleyen bölümlerinde eşitlik sağlanmış oluyor).

Bu bilgi “atılım”ın dış kaynakları konusunda yeterli bir fikir veriyor olmalıdır. “Kimse kollarını bağlayamayacağına göre bir siyasi örgüt kurabilirlerdi” diyordu Mihri Belli. 1973 yılı Mayıs’ındaki toplantıda kurulan da gerçekte yeni bir partidir. Yeni parti, yeni çizgi, yeni program, yeni tüzük, yeni bir radyo (TKP’nin Sesi) ve elbette hazırlanmakta olan “atılım”dan ismini alacak yeni bir yayın demektir. Öyle de olmuştur.

Yukarıdaki tanıklık, Mayıs 1973’teki kuruluş toplantısında iki kişilik Politik Büro’ya alınan iki yeni üyeden Mustafa Demir’e aittir. Bir başka önemli tanık Aydın Meriç’tir. “Atılım”dan başlayarak ‘70’li yılların sonuna kadar İsmail Bilen TKP’sinin Türkiye’deki “1 no’lu sorumlusu” olan Aydın Meriç, İsmail Bilen’le ilk karşılaşması hakkında şu bilgileri vermektedir:

“Bu ilk görüşmemizde İ. Bilen bana Türkiye’de yeniden inşa edilecek komünist partisinin 1 no’lu üyesi, 1 no’lu yöneticisi olduğumu, beni komünist yapanların komünist sayılmaması gerektiğini söyledi.

“İkinci sohbetimizde, İ. Bilen, yaptığımız görüşmenin Politbüro toplantısı olduğunu söyledi. Ben de böylece Politbüro üyesi oldum!

“Böylece 1973’te, hayatımda ilk kez karşılaştığım, kim olduklarını, nereden geldiklerini bilmediğim, Türkiye’de herhangi bir düzeyde politika yapıp yapmadıklarını bile bilmediğim insanlarla bir parti kurmaya giriştik.” (TKP’mizi Yükseltelim, İşçinin Sesi Yayınları, 1983)

Bu niyetle söylenmemiş olabilir ama son cümlenin son sözleri (“bir parti kurmaya giriştik”) olgusal gerçeğin bir ifadesidir. 1973 Mayıs’ındaki toplantıda kurulan yeni partidir. Bu yeni parti Türkiye’den kendisine ulaşan ilk kişiyi önce Türkiye’den “1 no’lu üye” olarak kaydediyor. Aynı anda onu Türkiye’ye “1 no’lu sorumlu” olarak atıyor. Nihayet Politik Büro’ya da beşinci üye olarak dahil etmiş oluyor. Yeni parti biri Türkiye’den olmak üzere bu beş Politbüro üyesi ile yola çıkıyor.

Yeni partiye Sovyetler Birliği ve DDR tarafından sunulan muazzam olanaklar kadar çizilen belirgin sınırlar da var. Sonuçta İsmail Bilen TKP’si bu sınırlara harfiyen itaat eden bir güdümlü parti oluyor. Bahsi geçen ünlü Zagladin İsmail Bilen TKP’sinde adeta bir siyasal komiser gibidir. En kritik durumlarda son sözü o ya da onun gibileri söylemektedir. İsmail Bilen öldüğünde yerine kimin geçeceğine de yeni Zagladinler karar vermektedir. TKP İsmail Bilen üzerinden tam olarak SBKP güdümündedir. Gelir gelmez azgın bir faşist terörle Türkiye’yi kasıp kavuran 12 Eylül askeri cuntasına bir türlü “faşist” diyememek, bu bağımlılığın en utanç verici örneklerinden biri olarak hala hatırlanmaktadır.

İsmail Bilen TKP’sine o büyük “atılım”ı yaptıran iç dinamikler ise ayrı bir konudur. Şimdilik şu kadarını söyleyelim: Bunun temelinde, ‘60’lı yıllardaki sol yükselişin birikimi ve bunun bir bölümünü oluşturan grup, çevre ya da kişilerin 12 Mart sonrasındaki arayışı vardır. Türkiye’de 1974 sonrası, 12 Mart dönemini tam bir sessizlik ve politik edilgenlik içinde geride bırakan çeşitli sol grup, çevre ya da kişilerin, kendileri için çekici ama aynı ölçüde gizemli bir varlık olan, nasıl ve nerede olduğu ise hemen hiçbiri tarafından bilinmeyen bir TKP’ye koşuştuğu bir dönemdir. Atılım kararı ve bunu izleyen ilk adımlar, bu koşuşmayı kucaklamaya bir tür hazırlık işlevi görmüştür.

Bir kez daha İsmail Bilen TKP’sinde MK üyesi olan ve bir dönem Ege Bölgesini yöneten Haluk Yurtsever’in tanıklığına başvuralım: 

... örgütsel varlığı TKP’den güçlü çevreler TKP’ye katılıyordu. TKP’nin Türkiye’de güçlenmesine bu kadroların, örneğin TSİP’ten ayrılan GSB/Öncü hareketinin çok büyük katkısı oldu. TKP’ye grup, çevre olarak katılanlardan biri, Partizan grubu ise kısa zamanda Türkiye’deki parti örgütlenmesinin neredeyse tüm önemli noktalarını kontrolü altına aldı.” (s.212-13)

İsmail Bilen TKP’si ‘70’li yılların ikinci yarısında kazandığı güç ve etkinliği, Türkiye’den üstüne adeta yığılan bu türden grup ve çevrelere borçludur. Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya’nın dışardan sunduğu çok yönlü destek içerdeki devrimci yükselişin verimli dinamizminden güç alan bu türden grup ve çevrelerin katılımıyla birleşince, “atılım” kararı gerçeğe dönüşmüştür.

Son üç hususla bu yeterince açık soruna ilişkin söyleyeceklerimizi noktalayalım.

Bunlardan ilki, İsmail Bilen TKP’sinin, Tarihsel TKP’nin Mustafa Suphiler sonrasındaki liderlerine, dolayısıyla Şefik Hüsnü ile başlayan tarihsel döneme karşı aşırı saldırgan ve inkârcı tutumudur. İsmail Bilen, başta Şefik Hüsnü ve Hikmet Kıvılcımlı olmak üzere, TKP liderlerine en ağır suçlama ve hakaretlerde bulunmakta, geçmiş kişisel ilişkilerin ağırlığı altında yer yer adeta kin kusmaktadır. Bu kaba inkâr Mustafa Suphi’ye aşırı bir bağlılık gösterisiyle dengelenmeye çalışılsa da, gerçekte İsmail Bilen’in kendi yeni partisini kurduğunun bir örtülü itirafı sayılabilir. 1925’te yere kapaklandığı söylenen bir partinin neredeyse elli yıl sonra nihayet (üstelik kırk yıldır Türkiye’den uzakta edilgen hayat yaşayan bir mülteci tarafından!) ayağa kaldırıldığı iddiası, gerçekte onun inkârından öte bir anlam taşımaz. İnkârcı İsmail Bilen böylece köksüz bir parti kurmuştur. Kurduğu parti yaşadığı akıbetle de bu köksüzlüğü kanıtlamıştır.

Bu bizi ikinci önemli hususa getiriyor. Gerek İsmail Bilen TKP’si gerekse 1979’da ondan “sol kanat” olarak kopan TKP-İşçinin Sesi, Gorbaçov’la başlayan ve Sovyetler Birliği’nin yıkılıp dağılmasıyla sonuçlanan sürecin hemen ardından hızla sahneden silinmişlerdir. Bugünün Türkiye’sinde ‘70’li yılların ana akımlarının herşeye rağmen çeşitli türden siyasal-örgütsel uzantıları var. Oysa İsmail Bilen TKP’si ile TKP-İşçinin Sesi’nden kayda değer bir şey yok. (İlkinden bazı iddialar var, ama bunun pratikte maddi bir karşılığı yok*). Bu son derece dikkate değer bir olgudur. Ama ne rastlantı ne de şaşırtıcıdır. Yozlaşmış bürokratik devletlerin güdümünde sahneye çıkanlar, onların sahneden çekilmesiyle yitip gitmişlerdir...

Ekleyeceğimiz üçüncü nokta ise partinin lideri İsmail Bilen’in kendisiyle ilgilidir. Bilen’in “İstanbul Hemşerileri” başlıklı eski (1955) bir kitabı, ölümünden birkaç yıl sonra TKP-İşçinin Sesi tarafından yayınlandı. Kitabın girişinde TKP-İşçinin Sesi’nin lideri R. Yürükoğlu tarafından yazılmış “İsmail Bilen’in ardından” başlıklı bir Sunuş var. Bazı eleştirilerle birlikte gerçekte tam bir İsmail Bilen övgüsüdür bu. Sunuş’un bir yerinde sözü İsmail Bilen’in “sanatçı kişiliğine” getiren yazar parantez içinde ekliyor: “Siyasal kimliği belki bir yanıyla traje(di)dir”.

Bu, İsmail Bilen’in öteki bazı yakın çalışma arkadaşlarından da duyabileceğiniz bir önemli tespittir. Peki ama anlamı nedir?

Yanıt, Sunuş’taki şu açıklamaların kendisi olabilir mi?

1976-1977’de Bilen Yoldaş, sosyalist ülkelerde kaldıkça ağzının ve elinin bağlanacağını, ülkenin istediği politikaları ortaya getiremeyeceğini kesin olarak görmüştü ve bizden Batı’ya kaçabilmek için yardım istemişti. O sıralarda ona Mehmet Çorbacı adına bir defter göndermiştik. Bununla birkaç kez Batı Berlin’e geçti. Ama sanıyorum artık yaşının çok ilerlemesi, çevresinin sarılmışlığı, bir ömür boyu edinilmiş yanlış alışkanlıklar bu çizgiyi, Rubikonu geçmesini engelledi.”

Batıya kaçabilmek için yardım” isteği, bunun için sahte pasaport temini, ama Rubikonu geçmekteki (dönülmez yola girmekteki) güçsüzlük! Bunlar inanılması zor açıklamalar. İzleyicisi liderini övmeye çalışırken skandal bir ifşaatta bulunduğunun farkında bile değildir. Ya da belki farkındadır da, o kültür içinde o da bazı şeyleri kendi payına öylesine içselleştirmiştir ki, bunu böylece açıklayıp bırakmakta herhangi bir sorun ya da sakınca görmeyebilmiştir.

Son derece rahatsız edici bir soru kendiliğinden ortaya çıkıyor: Dönemin SBKP çizgisindeki tüm öteki “kardeş parti” liderleri Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerine serbestçe girip çıktıkları halde, “TKP” lideri İsmail Bilen’i aynı ülkelerin sınırları içinde bir tür tutsak haline getiren ne türden konum ve ilişkilerdir acaba? Bu sorunun bir yanıtı elbette vardır. Ama bunu en iyi bilebilecek olanlar, İsmail Bilen’in en yakın çalışma arkadaşlarıdır. Biz İsmail Bilen TKP’sinin kendine özgü tarihsel konumu ve işlevi hakkında bu bile belli bir fikir verebilir demekle yetinelim.

Günümüz “TKP”sine ön değinme

SİP’in üç hizbinden ikisi (SİP-TKP ve TKH) Tarihsel TKP’nin bugünkü uzantısı olmak iddiasındadırlar. Adı geçenler paralel biçimde “partimizin 100. Yılı” söylemini kullanıyorlar. 100. Yıl kampanyalarını da bu söylem altında sürdürdüler. Farklı olarak, SİP-TKP daha çok uzak geçmişe, kuruluş dönemine ağırlık verirken, TKH, İsmail Bilen TKP’sinden kalan bir dizi ismi özellikle konuşturarak, dünkü partinin bugünkü devamının gerçekte kendileri olduğu mesajı vermeye çalıştı.

SİP’in TKP adı üzerine oturması karışık olduğu kadar biraz iç bunaltan bir hikayedir. Bunun düzeysiz kavgası önce İsmail Bilen’in mirasçıları olmak iddiasındaki çevrelerle sürdürülmüştü. Aynı kavga yıllar sonra aynı düzeysizlikle bu kez kendi içinde bölünmeye uğrayan SİP hizipleri arasında yaşandı. Öylesine ki, TKP ismi, 2014 ortalarından 2017 ortalarına kadar, tam üç yıl boyunca tarafların üzerinde anlaştıkları bir “kayyum”da kaldı. 2017’de Kemal Okuyan-Aydemir Güler KP’si (o sıra bu ismi almışlardı), bir kayyum darbesiyle ve öteki kanadın (HTKP) şiddetli itirazları eşliğinde, TKP ismini gaspetti. Sokaklardan düzen mahkemelerine kadar taşabilen isim kavgasını sonunda darbeyi yapanlar kazandı. Böylece KP hizbi bir anda yalnızca TKP isminin değil fakat onun yüzyıllık geçmişinin de sahibi oluverdi! (Bu pek eğitimli ve çok kültürlü “gelenek” bu bakımlardan çok marifetlidir. Buradaki bu alandaki sayısız örnekten yalnızca biridir.)

Durum o denli ciddiyetten yoksundur ki, sonuçta isim kavgasından yenik çıkanlar, TKP’nin 100. Yılını neredeyse tam bir sessizlikle karşılayabilmişlerdir. Oysa bu kendilerine kalsaydı, ismi şimdi kullananlar yerine ya da onların yanı sıra, kendileri de “partimizin 100. Yılı” üzerine aynı boş gürültüyü çıkarıyor olacaklardı. (TKP olunamayınca TİP olundu, sorun böylece kapandı!)

Öteki hizipleri bir yana bırakarak Tarihsel TKP’nin Kemalist sol çizgide Kadrocu bir inkârından öte bir şey olmayan SİP-TKP ile devam edeceğiz. O bu ayrıcalığı, TKP isminin de ötesinde, bizzat solun ortak tarihini gaspetmeye ve içini boşaltmaya yönelmesiyle hak ediyor. Şimdilik yalnızca Tarihsel TKP üzerine bir ilk Giriş’in sınırları içinde kuşkusuz...

www.tkip.org 

Dipnot

* İsmail Bilen TKP’sinden arta kalan fakat internet siteleri üzerinden sesleri duyulsa da varlıklarına siyasal mücadele alanında pek rastlanmayan bazı çevreler var. (2000 yılı başlarında bunların sayısının 6-7’yi bulduğu söylenebiliyordu). Bunlardan bazıları 1989 yılında 10 Eylül olarak yola çıkan aynı yayın çevresinin küçüldükçe bölünmesinin ürünüdürler. İçlerinden çok bilineni, SİP ile isim kavgası yaşayan fakat gelinen yerde SİP’e benzer bir kemalist-cumhuriyetçi çizgide konaklayan TKP 1920’dir.

Son olarak aynı gelenekten birileri, tam da 100. Yılı vesile ederek, TKP iddiasıyla ortaya çıktılar. İsmail Bilen ve Aram Pehlivanyan’dan oluşan iki kişilik Politbüro’ya 1973 Mayıs’ında alınan yeni üyelerle bağlantılı bir çıkış bu. Neredeyse otuz yılı bulan bir sessizliğin ardından bu biraz fazla tuhaf görünüyor. İlk çalışma arkadaşları (Ali Durak-Mustafa Demir) bu bakımından biraz İsmail Bilen’e çekiyor ya da özeniyor olmalılar. O da “kırk yıllık” bir kış uykusunun ardından beklenmedik biçimde sahneye çıkıvermişti. Ama bugün herşey o kadar farklı ki! Artık ne dışarıda Sovyetler Birliği ve müttefiklerinin sunduğu muazzam olanaklar, ne içerideki devrimci yükselişin verimli toprağı, ne de gerçekte artık olmayan bir tarihsel TKP’ye koşuşma yarışında olan kişi, grup ve çevreler var...