TKİP MK üyesi Habip Gül yoldaşın Ulucanlar’da katledilişinden (26 Eylül 1999) kısa bir süre önce kaleme aldığı bu inceleme, 23 ve 30 Eylül 2000 tarihli Kızıl Bayrak sayılarında (Sayı: 35-36/2000) iki bölüm halinde yayınlanmıştır…
Karadeniz yüzyıllar boyunca çeşitli imparatorluklar, krallıklar ve devletler arasında anlaşmazlıklar ve savaşlar nedeni olagelmiştir. İlk çağlardan günümüze bu coğrafyanın onlarca savaşa ve paylaşıma maruz kalması, yalnızca yeraltı ve yerüstü kaynaklarının zenginliğinden değil, daha önemlisi bölgenin stratejik konumundan dolayıdır. Özellikle deniz yolu ve kervan ticaretinin dünya ekonomisinde belirleyici olduğu dönemlerde bu temel bir nedendir. İkinci bir neden ise, yayılmacı emellere elverişli stratejik konumudur.
Bugün Karadeniz denilince ilk akla gelen yeşilliği, fındığı, çayı, hamsisi ve bir de egemenlerce uydurulmuş ve çoğunlukla aşağılayıcı nitelik taşıyan fıkralardır. Bunlara da kısaca değinmekle birlikte, biz burada esas olarak bu bölgenin tarihi, egemen sınıflar açısından stratejik önemi ve bu coğrafyada yaşayan birçok ulus ve azınlığın tarihsel bağları ve “kader” ortaklığını ele alacağız.
Karadeniz’in genel ekonomik yapısı ve Türkiye ekonomisindeki yeri
Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan nüfusun önemli bir kesiminin temel geçim kaynağı tarımdır. Fındık, çay, mısır gibi çeşitli tarım ürünleri Türkiye’nin ihracatında önemli bir yer tutmaktadır. Genel olarak tarımsal üretim Karadeniz ekonomisinde önemli bir yer tutsa da, iç bölgelerine baktığımızda iktisadi yapıda önemli farklılaşmalar görülür. Örneğin Doğu ve Orta Karadeniz bölgelerinde tarımsal üretim ve tarıma dayalı ekonomik yapı ağırlıktadır. Daha çok fındık, çay, hamsi, mısır ile özdeşleşen bölgede ayrıca patates, arpa, pirinç, soğan, ayçiçeği, şekerpancarı, kendir ve tütün, mandalina, portakal ve limon yetiştirilmektedir. Yanısıra hayvancılık ve bal üretimi yapılmaktadır.
Doğu ve Orta Karadeniz’de tarımsal üretime uygun bir sınai gelişme de sözkonusudur. Bu bölgede yaygın olan sanayi kuruluşları, tarımsal ürünlerin işlenmesi amacı ile kurulan tesislerdir. Çay, fındık işleme, bitkisel yağ, sigara, şeker, kağıt, süt ürünleri ile, deniz ve orman ürünlerini işleyen fabrikalardır. Ağır sanayi ise daha ziyade Batı Karadeniz’de konumlanmıştır. Karabük ve Ereğli’deki demir-çelik ile Ereğli-Zonguldak taş kömürü ve bu kömür havzasından çıkarılan taşkömürünün kullanıldığı Çatalağzı Termik Santrali Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. (Örneğin sadece Zonguldak’ın 1995 yılı Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya katkısı, cari fiyatlarla 1.170 trilyondur. Bu katkısıyla Türkiye’nin tüm illeri içerisinde 12. sırayı almaktadır.) Yine bölgede yer alan birçok hidroelektrik santrali ve çimento üretimi ile ateş tuğlası üretimi yapan fabrikaları da bu sınai üretime eklemek gerekir. Dolayısıyla Karadeniz sadece tarımsal üretimiyle değil, sanayisiyle de Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutuyor. Sadece niceliğiyle değil, “madenci fırtınası”nda olduğu gibi militan ve kitlesel eylemleriyle de, Türkiye işçi sınıfının çok önemli bir bölüğünü barındırıyor.
Karadeniz kömür madeninin yanısıra linyit, altın, bakır, gümüş gibi yeraltı kaynaklarıyla da Türkiye ekonomisinde önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca deniz ulaşımındaki gelişkinliği ve Zonguldak, Samsun, Sinop, Hopa başta gelmek üzere birçok irili ufaklı limanlarıyla yurt içi ve uluslararası ticarette önemli bir yeri vardır. Tarihte olduğu gibi bugün de Karadeniz bu stratejik yapısı, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri ile egemen sınıflar için büyük bir önem taşımaktadır.
Karadeniz: Halklar mozaiği
Lazların tarihini Çerkez, Gürcü, Abhaz, vb. Kafkas halkları ile Ermeni ve Kürt halklarının tarihinden ayrı ele almak mümkün değildir. Bütün bu halklar gerek coğrafi, gerekse tarihsel olarak içiçe geçmişlikleri, aynı imparatorlukların zulmüne maruz kalmaları vb. nedenlerle benzer tarihsel süreçleri yaşamış, aynı kaderi paylaşmışlardır. Aynı topraklar üzerinde yaşamış kimi halklar ortak krallıklar ve beylikler kurmuşlardır. Örneğin MÖ 12-11. Yüzyıllarda, Karadeniz kıyılarının doğusunda (Trabzon ve çevresi) kurulan Kolkhide Krallığı, Lazlar ve Abhazların ortak krallığıdır. MÖ 1. yüzyılda Romalılar bu coğrafyayı işgal edene kadar birlikte yaşamışlardır. İşgalden sonra Romalılar Kolkhide Krallığı’na son vererek kendi denetimlerinde Lazika (Lazistan) Krallığı’nı oluşturmuşlardır.
Bu aynı zamanda yüzyıllarca beraber yaşamış bu halkların bitmez acılarının başlangıç tarihidir. Bağımsız statülerini yitiren bölge halkları dinsel, kültürel ve iktisadi olarak Roma İmparatorluğu’nun ve değişik tarihlerde Pers ve Osmanlı gibi değişik imparatorlukların sürekli baskı, asimilasyon, katliam ve sömürücü yönetiminde yaşamışlardır. Dönem dönem bağımsız devletlerini kursalar da bu çok uzun sürmemiş, bir biçimde bölgedeki egemen imparatorluğun boyunduruğuna girmek zorunda kalmışlardır. Örneğin Kolkhide Krallığı’nın son bulmasından sonra Lazlar, Abhazlar ve diğer Kafkas halkları, değişik tarihlerde değişik krallıklara ve özerk yapılara sahip olmuşlardır. Ne var ki bu krallıklar güçlü bir merkezi yapıya sahip olamamış, dolayısıyla siyasal-iktisadi bağımsızlıklarını sağlayamamışlardır. Bu nedenle egemen imparatorlukların yayılmacı emellerine ve politikalarına bağımlı davranmak zorunda kalmışlardır.
Yüzyıllarca Roma ile Pers imparatorluklarının egemenlik sahası, dolayısıyla sayısız savaşların nedeni olan Karadeniz ve Kafkasya halkları, tarih boyunca ortak kaderi paylaşmışlardır. Kimi dönem imparatorlukların zulmüne karşı özgürlük savaşını birlikte yürütmüşler, kimi zaman yüzyıllarca beraber yaşamış halklar olmalarına rağmen değişik imparatorlukların yanında birbirlerine karşı savaşmışlardır. Örneğin 542 yılında Bizans ve İran arasındaki egemenlik savaşında Abhazlar Bizans’ın yanında savaşa girerken, Lazlar İran’ın yanında savaşmışlardır. Bizans ve İran’ın antlaşmasıyla biten bu savaşın sonucunda Lazistan iki imparatorluk arasında paylaştırılmıştır. 572 yılında bağımsızlıklarını kazanmak için savaş başlatan Ermenilerle birlikte Abhazlar ve Lazlar da İran’a karşı savaşmışlardır. Bölge halkları değişik dönemlerde egemen imparatorluklar arasında değişen güç dengelerine göre onların yanında savaşsalar da, uygun koşullar oluştuğunda ortak düşmana karşı da birlikte savaşabilmişlerdir.
Sömürgecilik ve din faktörü
İşgal ve ilhaklar özünde askeri zorun ürünü olsalar da, bunların kalıcılaşmasını sağlayan yöntem ve silahlar çok çeşitlidir. Zira tek başına zor politikaları işgal edilmiş topraklardaki halkları köleleştirmeye yetmemektedir. Tersine, orta vadede daha güçlü patlamaları mayalamaktadır. Sömürgeci güçler için en etkili silah, bir halkın tarihinden, kültüründen, ulusal kimliğinden ve dini inançlarından arındırılarak köleleştirilmesi ve yeni bir kimlikle/egemen gücün kimliğiyle yeniden şekillendirilmesidir. Bir halka uzun süreli boyun eğdirmek ancak böyle mümkün olabilmektedir. Bu, sömürgeci güçlerin kullandığı en etkili ve sonuç alıcı silahtır. Bu gerçekliği somut olarak Kafkas halklarının ve Lazların tarihinde de görmek mümkündür. Roma İmparatorluğu MÖ 1. yüzyılda Lazlar da içinde olmak üzere birçok Kafkas halkının ortak krallığı olan Kolkhide’yi kendi egemenliğine aldıktan sonra, özellikle kültürel ve ideolojik kurumsallaşma için yoğun bir çaba harcamıştır.
Bu birkaç nedenden dolayı önemliydi. Birincisi, henüz ulusal kimliğin gelişmediği bir çağda kabile ve aşiretsel toplulukları birarada tutan din olgusudur. İkincisi, tarihin sonraki bir evresinde Hristiyanlık dinini esas alan Roma İmparatorluğu ile Mazdeizm’i (Zerdüşt dini) esas alan Pers İmparatorluğu arasında dünyaya hakim olma savaşı dinsel ayrılıklar üzerinden yürüyordu. Dolayısıyla her imparatorluğun egemenlik sahası kendi dininin kabul gördüğü sınırlarla ölçülüyordu. İşgal edilen topraklarda yaşayan halklara kendi dinini kabul ettirmek ve bu din esaslarına dayalı bir yönetim, yaşam ve kültür yaratmak, sömürgeci egemenliğinin güvence altına alınması anlamına geliyordu.
Kafkas halklarına Hristiyanlığı kabul ettirmek Roma (tarihi bölünmeden sonra Doğu Roma, yani Bizans) için sancılı bir süreç olarak yaşandı, fakat sonuçta MS 532 yılında kendi egemenliğindeki Lazika Krallığı Hristiyanlığı resmi din olarak kabul etti. Aynı dönemlerde Abhaz halklarının bir kesiminin de (Apsilyalılar ve Misimyalılar) hristiyanlığı kabul ettikleri görülüyor. Lazlar ve diğer Kafkas halkları 7. yüzyıla kadar Hristiyan olarak yaşamışlardır.
Özellikle 5. yüzyıldan başlayarak İran ve Bizans İmparatorlukları arasında şiddetli bir savaş sürmüştür. Bu savaşın nedeni Kafkasya coğrafyası üzerindeki egemenlik sorunuydu. Çünkü ekonomik bunalım yaşayan bu imparatorluklar için bu bölgeye sahip olmak, hem ekonomik hem de yayılmacı stratejileri açısından canalıcı önemdeydi. İran, Çin ve Hindistan’a bağlanan ticaret yollarına (İpek yolu) sahip olmak için Kafkasya’nın Karadeniz kıyılarına sahip olmak zorundaydı. Böylece Bizanslı tüccarlardan dilediği gibi yüksek vergi alabilecek, bu topraklardan geçerek Orta Asya’ya geçen tüm ticaret yolları üzerinde denetim kurabilecekti. Bu kendi ekonomisi için muazzam bir kaynak, Bizans ekonomisi için ise tam bir yıkım olacaktı. Askeri olarak da bölgeyi (Abhazigia ve Lazika) bir üs olarak kullanarak Bizans İmparatorluğu’na daha kolay saldırılar düzenleyebilecekti. Yüzyıllar boyunca bu iki imparatorluğun yayılmacı ve işgalci politikaları sonucu katliamlara, sürgünlere maruz kalan bu halklar, 7. yüzyıla gelindiğinde, bu kez de Muhammed ve onu ardından halifeleri Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin İslamiyet’i yayma zulmü ile yüzyüze kalacaklardı.
7. yüzyılda toplumsal bunalımın ortaya çıkardığı yeni dengeler ve istilalar
7. yüzyıla, Bizans da dahil bütün imparatorluklara bunalım ve altüst oluşlar damgasını vurmuştur. Bunda imparatorluklar arası süren savaşlar bir etken olmakla beraber, bunalımın nedenleri daha köklü ve derinliklidir.
Sömürgelerin hızla gelişip yaygınlık kazanması, imparatorlukların savaş ganimetlerine dayalı ekonomilerini giderek zayıflatan bir etkene dönüşmüş ve sömürgecilik üzerinde yükselen yeni bir toplumsal-siyasal yapılanma sınıfsal farklılaşmayı da beraberinde getirmişti. (İlk koloniler Lazika’da oluşmuştur.) Bu yeni gelişmenin ve toplumsal çelişkilerin yarattığı bunalım sürecini en ağır yaşayan Araplar, bunu ancak yeni bir din olgusuyla aşabilmişlerdir. Kervan ticaretinin ölüm noktasına gelmesi ve artan nüfusa karşın ekilebilir toprakların oldukça yetersiz kalması, Arap toplumunda yeni temeller üzerinde sınıfsal çelişki ve çatışmanın zeminini yaratmıştı. Bir yandan belli bir yaşam düzeyine sahip şehirlerde yaşayan kesim, diğer yandan ne kalacak yeri ne de ekecek toprağı olan Bedeviler... İşte Arap toplumunda sınıfsal çelişki ve çatışmaların bu tablosu İslam dininin de zemini oldu.
Arap toplumundaki bu hoşnutsuzluğu arkasına alan Muhammed yeni bir ideolojik formasyonla ortaya çıktı. Bu İslam dinidir. Sistemden hoşnutsuz ve yoksulluğun pençesinde kıvranan Bedevilerin tepkisini yeni bir dinsel kimlik etrafında birleştiren Muhammed, sadece kendini peygamber ilan edip iktidarı ele geçirmekle kalmadı, İslamiyet’i dünyaya yaymayı hedefleyen yayılmacı bir politikayı da esas aldı. Muhammed’in bu istilacı emellerini ardılları olan Arap halifeleri de sürdürdüler. Halife Ömer’in döneminde (634-644) Suriye, Filistin, Mısır ve İran’ı ele geçirdiler.
640 yılında Ermenistan işgal edildi. 642’de ise Gürcistan ele geçirildi. Gürcistan üzerinden bütün bir Kafkasya’nın işgaline yöneldiler. Bu Arap istilacıların en önemli hedefidir. Hem İslamiyet’i yaymak, hem de ticaret yollarına sahip olmak için genelde Kafkasya, özelde ise Lazika ve Kürdistan stratejik bölgelerdir. Nihayet 8. yüzyıla gelindiğinde, Kafkasya’dakiler dahil birçok halk Arap istilacıların İslam’ı kılıç zoruyla kabul ettirme çabaları altında kan kusmaktadır. 7. yüzyıla kadar Hristiyan olarak yaşamış olan Kafkas halkları ve diğer halklara İslam dini dayatılır. Kabul etmeyenler ya kılıçtan geçirilir ya yurtlarından kovulurlar. Laz halkı da bu kılıç politikasından fazlasıyla nasibini alır ve topraklarından kovulur.
Selçuklu’dan Osmanlı’ya uzanan süreç ve artan zulüm
Arap istilaları, İran’la bitmez tükenmez egemenlik savaşları ve artan iç çelişkiler Bizans’ı içte ve dışta zayıflatmıştı. 11. yüzyıldan başlayarak Moğol istilasından kaçıp Anadolu’ya akan Türkmen kabileleriyle girilen çatışmalar, Bizans’ın yenilgisi ve Selçukoğulları’nın egemenliğinde merkezi Selçuklu devletinin kurulmasıyla sonuçlanmıştı.
Anadolu Selçuklu İmparatorluğu’nun bir dizi dezavantajı vardı. Denizle bağlantısı yalnızca işgal ettiği Lazika’nın (Lazistan) Rize, Artvin şehirleri ve Gürcistan ile Abhazya ile sınırlıydı. Bu durum Selçuklu için dezavantajdı. Zira bölge imparatorlukları arasındaki güç dengelerinde Karadeniz’in tuttuğu yer oldukça önemliydi. Selçuklu’nun diğer bir dezavantajı ise, çevresinin Hristiyan devlet ve imparatorluklarla çevrili olmasıydı. Kuzeydoğu’da Gürcüler ve Trabzon Rum İmparatorluğu, Sinop’tan Alanya’ya kadar Anadolu’yu içine alan çemberde Bizanslılar, Kilikya’da Ermeniler ve daha ilerde Antakya ve Urfa prenslikleri vardı. Laz, Rum, Ermeni ve Gürcüler başta olmak üzere birçok ulustan halkın binyılları aşan beraberlikleri ve kültürel kaynaşmışlıkları söz konusuydu.
Üçüncü bir olumsuz olgu ise, sürekli olarak Orta Asya’dan Anadolu topraklarına yeni aşiretlerin akmasıydı. Selçuklu devleti bu yeni kabileleri kendi yayılmacı emelleri doğrultusunda sınır bölgelerine yerleştirdi. Ancak bu aşiretler komşu imparatorluk topraklarına yönelmek yerine iktisadi ve siyasi olarak zayıflayan Selçuklu’nun topraklarını işgal ederek, ayrı ayrı aşiret krallıkları kurdular. Bu Selçuklu’nun yıkılışını getirdi.
Anadolu’daki beylikler arasında Osmanlılar sivrilip gelişerek, istilacı ve yağmacı karakterde bir askeri devlet olarak örgütlendiler. Gerek Selçuklu’nun liman kentleri üzerindeki zayıf etkisinin iktisadi yapısında yarattığı zayıflık ve diğer imparatorluklara karşı yaptırım gücünün olmayışı, gerekse deniz ticaretinin giderek önem kazanması, Osmanlıların liman kentlerine daha yoğun seferler düzenlemelerinin esas nedenidir. Çünkü ancak bu yolla batının ekonomik gücünü sınırlayabilir, doğu ticaretini ele geçirebilirlerdi. 1460’lara gelindiğinde Ege’de Enez, Limni, Midilli, Foça, Atina dükalığını, Karadeniz’de Amasra, Sinop, Trabzon Rum İmparatorluğu’nu kendi egemenlikleri altına almışlardı. Bu, deniz ticareti üzerinde büyük bir egemenlik alanı kazanmak anlamına geliyordu.
1461 yılında Fatih Sultan Mehmet Trabzon’u işgal ederek Laz Krallığı’na son verdi. Yanısıra Melo, Ganio, Arhavi, Viçe, Atina, Hopa, Batum, Çhala, Begleva, Moğedi gibi birçok şehir ve köy işgal edildi, halklara büyük bir zulüm yaşatıldı. Bu zulmün karşısında başta Lazlar olmak üzere diğer bölge halkları savaştılarsa da, sonuçta Osmanlıların entrika ve zulmüne yenik düştüler. Osmanlılar bu işgalde, başka şeylerin yanısıra, bölge halkları üzerinde dini büyük bir baskı aracına dönüştürdüler. Yüzyıllardır Hristiyanlığı benimseyen Lazlar ve diğer halklar şimdi Osmanlıların dinsel dayatmalarıyla karşı karşıyaydılar. İlk dönemlerde ayaklarını daha sağlam yere basmak için nispeten daha esnek davranan Osmanlılar, özellikle 1512-20 yılları arasında bölgedeki diğer dinlere mensup halklara büyük acılar çektirdiler. 2. Selim’in işgal ve zulmü üzerine misyoner Lui Grancerios’un kaleme aldığı bir metin Lazların yaşadıklarını özetlemektedir:
“Rize nahiyesi Trabzon’la Gürcistan arasındaki sahil boyunca uzanmaktadır. Bu nahiyenin Trabzon’a yakın kesimindeki ahali Yunanca, Gürcistan’a yakın olan kesimindeki ahali de Megrelce konuşmaktadır. Rize Lazların kendi kentidir. Lazlar Megrel ulusundandır. Zamanla İslam’a geçişler olmaktadır. İslam’ı kabul etmeyenlere ağır vergiler yüklenmekte, ekonomik ve moral baskısı yapılmaktadır. Bu baskılar Lazların Türklüğe boyun eğmelerinde büyük rol oynamaktadır. Bazı aileler yeni doğmuş erkek çocukları öldürüp yok etmektedirler. Zira böyle yapmakla evlatlarını ağır yaşam koşullarında İslam’a zorlanmaktan kurtarmış sayıyorlardı. Yetişkin kızlarını yeniçerilerle (Osmanlı askeri) evlendirmeye özen gösteriyorlardı. Bu yolla bir dereceye kadar rahat yaşama şansı elde etmeye çalışıyorlardı. Lazların isimlerinde değişiklik yapılmaktadır. Hristiyan isimleri Müslüman isimleriyle değiştiriliyor. Çok az miktarda Laz geleneksel Hristiyan ve milli ad ve soyadlarını koruyabilmiştir.” (Aktaran Muhammet Vanilişi - Ali Tandilava, Lazların Tarihi, Ant Yayınları, s.47)
Lazların yaşadığı bu süreç, tam bir parçalanma, bölünme ve değişik kültürler içerisinde erime sürecidir. İslamiyet’i kabul edenler kimliklerini yitirirken, Hristiyan kalanlar Rumlar arasında yaşamayı tercih etmişlerdir. Çok az bir kesim bulundukları yerlerde kimlik ve kültürlerini yarım yamalak korumaya çalışmıştır.
Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne...
Osmanlı tarihine baktığımızda, zulme karşı gelişen ilerici halk ayaklanmalarının önemli bölümünün ya Karadeniz’de başlayıp Kürdistan’a yayıldığını, ya da Kürdistan’da başlayıp Karadeniz’de yankı ve katılım bulduğunu görüyoruz. Bu bir tesadüf değildir. Bunu besleyen tarihsel, coğrafik etkenler ve halkların kader ortaklığıdır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Karadeniz’in dünya deniz ticaretinde tuttuğu stratejik yer, Karadeniz’in ve Kürdistan’ın içiçe geçen coğrafyasının ipek ve baharat yolu, dolayısıyla Doğu ticareti için taşıdığı önem nedeniyle, bu bölgeler tarihin her evresinde yayılmacı imparatorluk ve devletlerin özel ilgi alanı olmuş, ilk koloniler bu bölgede oluşmuştur. Bu durum ise servet sefalet farklılaşmasının daha hızlı derinleşmesini getirmiştir. Birçok ayaklanmanın Karadeniz’de (Lazika ülkesi) yankı bulmasının ardındaki gerçeklik budur.
Lazlar özellikle Osmanlı egemenliği altında ulusal kimlik, kültür ve değerleriyle tam bir parçalanma ve giderek yokoluş süreci yaşamışlardır. Osmanlı ve Türk devletinin belli dönemlerdeki nüfus sayım sonuçları bu konuda yeterli bir fikir vermektedir.
Osmanlı istatistiklerine göre, Trabzon eyaletinin toplam nüfusu 1897’de 1 milyon 164 bindir. Bunun 856 bini Müslüman 155 bini Rum, 42 bini Ermeni, 1500’ü ise Katolik ve Yahudi’dir. 1905-1906 nüfus sayımında ise Trabzon eyaletinin toplam nüfusu 1 milyon 342 bindir. 1 milyon 61 bini Müslüman 205 bini Rum, 50 bini Ermeni 1500’ü Katolik ve Yahudi 2450’si Protestandır. Bu rakamlar, Hristiyan Lazların Osmanlı döneminde müslümanlaşması ve Türkleşmesinin boyutlarını vermektedir. Türkiye Cumhuriyeti döneminde ise azınlık uluslar aleyhine çok daha hızlı bir değişim yaşanmıştır.
1927 yılındaki nüfus sayımının sonuçlarını veren yukardaki tablo, aynı zamanda Karadeniz bölgesinde yaşayan değişik din ve mezheplere mensup halklara yönelik baskı, zulüm ve kırım politikalarının sonuçlarını yansıtmaktadır. Uzun yıllar Hristiyan olarak yaşamış, kendine has kültür ve değerler yaratmış olan Lazların yaşadığı dinsel ve ulusal kimlik değişiminin ardındaki gerçek zora dayalı asimilasyon politikalarıdır. Daha önce aktardığımız misyoner Lui Grancerios’un kaleme aldıkları da bunu doğrulamaktadır. Karadeniz bölgesinde nüfusun çoğunluğunu oluşturan Laz, Rum, Ermeni ve diğer ulusal kimlik ve dinsel inançlara mensup halkların ulusal kimliklerinden ve dinsel inançlarından ödün vermeyen kesimleri kıyımdan geçirilmiş, sürgün edilmiş, mülkiyetine el konulmuş ya da ağır vergilere tabi tutulmuşlardır. Bu baskı ve katliamı göğüsleyemeyenler ise ya Türkleşmek ya da kimliklerini gizlemek zorunda kalmışlardır.
Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulmasıyla birlikte de baskı, zulüm, katliam ve farklı kimlikleri reddetme politikaları çıplak bir biçimde hayata geçirilmiştir. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında Rumlara ve Ermenilere karşı yürütülen soykırım ve sürgünler bilinmektedir.
Kemalist rejim cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllarda iktidarının harcını halkların kanlarıyla karmıştır. Birçok katliam sürgün ve soykırımın yanısıra oluşturduğu terör çeteleriyle değişik ulusları sürekli bir baskı, sindirme, katliam ve asimilasyona tabi tutmuştur. Kazım Karabekir ile Kürtlere zulüm uygularken, Yahya Kaptan ve Topal Osman’la Karadeniz’i terör ve zulüm yuvasına çevirmiştir. Yahya Kaptan kemalist rejim tarafından kendisine tanınan yetki ve ayrıcalıklarla bölge halkını haraca kesip zulüm estirirken, Topal Osman ve çetesi bölgede terör estirip halkı sindirmiştir. Bölgedeki ulusal, dinsel-mezhepsel farklılıkları kendi sömürücü ve sömürgeci emelleri için kullanan kemalistler, Yahya Kahya ve Topal Osman eliyle estirdikleri terörle yetinmemişler, halkları da birbirlerine kırdırmışlardır. Özellikle Rum ve Ermenilerin evlerini tespit ederek saldıran, talan eden, katleden, zulüm estiren Topal Osman yer yer bu saldırılara halkı da katmayı başarmıştır. Selçukludan Osmanlıya onlarca kez egemen güçlere başkaldıran bu halklar mozaiği Karadeniz’i gericilik ve şovenizmin kalesine dönüştürmeyi başardığı için, kemalist rejim Topal Osman gibi bir halk celladını muhafız alayı komutanı yaparak ödüllendirmiştir. (Mustafa Suphi’lerin katilleri de olan bu iki celladını -Topal Osman ve Yahya Kaptan- daha sonra Mustafa Kemal kendisi öldürtmüştür.) Bütün bunlar kemalist rejimin nasıl bir zulüm ve barbarlık üzerinde yükseldiğini gösteriyor.
Sömürgeci Türk devletinin üzerinde yükseldiği zemin ve halklar üzerindeki gerici emelleri
20. yüzyılın başında “ulusal kurtuluş” talebiyle sahneye çıkan Türk burjuvazisi kısa sürede Osmanlı ve Avrupa emperyalizminin boyunduruğunda bunalmış Türk, Kürt, Laz, Çerkez, vb. Anadolu’da yaşayan birçok ulus ve azınlığın desteğini alarak Kurtuluş Savaşı’nı kazandı ve “Misak-ı Milli” sınırlarını oluşturdu. Cumhuriyetin ilk kuruluşunda “Bu Kürtlerin ve Türklerin parlamentosudur” diyen Mustafa Kemal, çok geçmeden, “Ne mutlu Türküm diyene!”, “Bir Türk dünyaya bedeldir” şiarlarıyla cumhuriyetin şovenist kimliğini ortaya koydu. Oysa üzerinde devlet kurdukları bu coğrafyanın önemli bir bölümünde Kürt, Ermeni, Laz, Gürcü, Çerkez, Abhaz, Süryaniler vb. yaşamaktaydı. Türk devleti onları yok saymakla kalmadı, yüzyıllarca beraber yaşamış bu kardeş halklar arasındaki ulusal, dinsel, mezhepsel kimlik ve kültür farklılıklarını kendi gerici ve sömürgeci emelleri için de kullandı. Daha cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak Müslümanı Hristiyana, Sünniyi Aleviye, Türkü Kürde ya da farklı halklara karşı kışkırtarak, değişik ulus ve halklar üzerinde zulüm estirdi.
Merkezi otoritelere ve zulme karşı ayaklanma geleneğinin güçlü olduğu Anadolu topraklarında Osmanlı’dan egemenlik devralmış olan genç Türk burjuvazisi, ancak halklar arasına düşmanlık tohumları ekerek otoritesini sağlayabilir, gelişecek muhalefeti ancak böyle ezebilirdi. Osmanlı’dan devraldığı bu politikalar sayesindedir ki, başta Kürt halkının olmak üzere gelişen onlarca isyanı kanla bastırmayı başardı. Ermeni ve Rumlara yönelik sürgün ve soykırım sırasında diğer ulus ve dinlere mensup halkların belli bir kesiminden destek bulması, halklar arasına ekilen düşmanlık tohumlarının ürünüdür. Alevilerin Sünnilere katlettirilmesi, Kürtlerin isyanını bastırmak için Lazların kullanılması vb...
Özellikle SSCB’ye sınır olan Kürdistan ve Karadeniz’e yönelik gerici politika ve kurumlaşmalara büyük bir önem verilmiştir. Türk burjuvazisi, sosyalizmin etkisinden korunmak için, Sovyetler Birliği’nde yaşayan Laz, Çerkez ve Ermeni vb. aynı etnik kökenli halklarla ilişkileri yasaklamış, anti-komünizm propagandası ile halklar arasına düşmanlık tohumları ekmiştir. Resmi ordu birliklerinin yanısıra en gelişkin ajan ağı ve kontra örgütlenmeler Kürdistan’da ve Karadeniz’de oluşturulmuştur.
Coğrafik olarak bitişik olan bu iki bölgenin -Kürdistan ve Lazistan- halkları tarih boyunca komşu olmanın kederini ve sevincini beraber yaşamışlardır. Aynı imparatorluklar tarafından sömürgeleştirilmişler ve gerici emellerinin yaşam bulduğu alanlar olmuşlardır. Bugün de bu iki halk aynı sömürgeci gücün egemenliği altında benzer bir kaderi paylaşıyorlar. Tüm zulme ve vahşete rağmen bastırılamayan Kürt halkının özgürlük özlemi sömürgeciliğe karşı başkaldırıya dönüşmüş, bu başkaldırı ezilen halkların sempati ve desteğini kazanmıştır. Kürdistan’da tutuşan bu özgürlük ateşinin Karadeniz’i etkilememesi düşünülebilir mi?
Kirli savaş güçleri neden Karadeniz’de konumlanıyor?
Sömürgeci sermaye devletinin Kürdistan’da yıllardır yürüttüğü kirli savaşın tecrübe ve deneyimini olduğu gibi Karadeniz’e taşıması gerçekten PKK’nin birkaç gerilla birliğini Karadeniz dağlarına kaydırmasından dolayı mıdır? Bu da bir neden olmakla birlikte asıl neden değildir. Aynı dağlarda kaç yıldır TİKKO ve DHKP-C gerillaları da bulunuyor, zaman zaman karakol baskınları vb. eylemler gerçekleştiriyorlardı. O halde bölgede neden dün değil de 1997’den itibaren kirli savaşın ihtiyaçlarına göre bir konumlanma gerçekleştiriliyor? Sermaye devletinin Karadeniz’deki konumlanış tarzına bakıldığında, bu sorunun yanıtını bulmak kolaylaşacaktır.
Susurluk’ta gün yüzüne çıkan çete devletinin “saygın” isimlerinden Tuğgeneral Veli Küçük Karadeniz Bölge Komutanlığı’na getirildi. Uzun yıllar Şırnak’ta Kürt halkına kan kusturan Mustafa Malay Ordu’ya vali olarak atandı. Daha önce Diyarbakır’da valilik yapan İbrahim Şahin Giresun’a, askerliğini Hakkari’de komando olarak yapan Bayram Ali Köse Ordu’nun Mesudiye ilçesine kaymakam olarak atandı. Tokat’ın Almus ilçesi kaymakamı Ahmet Aydın ve Giresun’un Pirapiz, Espiye, Tirebolu ilçelerine atanan kaymakamların hepsi uzun süre Kürdistan’da görev yapmış unsurlardır. Bunların yanısıra Kürdistan’dan Karadeniz’e kaydırılan özel harekât timleri, komando taburları ve jandarma birliklerine ise hiç değinmiyoruz.
Aynı dönemde (1997) Susurluk’un diğer kahramanı Mehmet Ağar DYP’nin Karadeniz Bölge Örgütlenme sorumluluğuna getirildi. Aynı süreçte yaşanan diğer bir önemli gelişme de Türki Cumhuriyetler ve Avrupa ticaretinde stratejik öneme sahip olan Samsun, Ordu, Sinop ve Hopa limanlarının ihalesinin Mehmet Ağar’ın has adamı olarak bilinen Turgay Ciner ve Muammer Çakıroğlu’na verilmesi ve limanların özel tim tarafından korunmasıdır.
Bu listeyi uzatmak mümkün, ancak bu kadarı bile özel savaşın konumlanışı hakkında bir fikir vermektedir. İsimlerini saydığımız vali, kaymakam, ordu komutanı, özel tim, komando taburları ve karakol komutanlarına kadar istisnasız hemen hepsi Kürdistan’da görev yapmış, kirli savaş içerisinde sivrilmişlerdir ve ortaya çıkan devlet çetelerinin baş aktörleridir.
Diğer dikkat çekici bir durum da özel savaş birliklerinin Karadeniz’deki coğrafik konumlanışıdır. Bu da sermaye devletinin Karadeniz çıkartmasının çok yönlü amacını gösteriyor.
Limanların tutulmuş olmasının iki neden vardır. Birincisi; Türkiye, Avrupa ve Türki cumhuriyetleri arasında deniz ticaretinde, özel olarak ise silah kaçakçılığı ve uyuşturucu ticaretinde tuttuğu özel yerdir. İkincisi; Türk sermaye devletinin Türki cumhuriyetler üzerindeki tarihsel yayılmacı emelleridir.
Özel savaşın Karadeniz hangi il ve ilçelerinde konumlandığına baktığımızda, tablonun tamamlandığını görüyoruz. Özel savaş aygıtının konumlandığı hat oldukça önemlidir. Konumlanılan il, ilçe ve köylerin neredeyse tümü Alevidir. Gerek ‘80 öncesinde gerekse bugün devrimci potansiyelin en yüksek olduğu, gerilla savaşının ve devrimci çalışmanın fazla zorlanmadan taban bulacağı bir alandır. Kürdistan illeriyle sınır olması ve dağların gerilla mücadelesine elverişliliği de, bu güzergaha yığınak yapılmasının nedenlerinden biridir. Ama başta da belirttiğimiz gibi, bu sadece bir nedendir. Sermaye devleti Karadeniz’e de yığdığı kirli savaş aygıtını meşrulaştırılmak için bu durumu bir vesile olarak değerlendirmektedir. Bütün bu yığınak ve konumlanış Karadeniz ile Kürdistan arasındaki bu hattın silah ve uyuşturucu ticareti yolu olarak kullanılmasına uygun bir tarzda gerçekleştirilmiştir.
Kirli savaşın kirli yöntemleri
Kurulduğundan bu yana halklar arasında etnik, dinsel, mezhepsel farklılıkları kışkırtan sömürgeci Türk devleti bu kirli yüzünü Karadeniz’de bir kez daha gösteriyor. Kürdüyle, Türkmeniyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Rumuyla ve Ermenisiyle onlarca ulustan halkın yüzyıllardır kardeşçe yaşadığı Karadeniz, bugün şovenizm ve ırkçılığın hortlatılmak istendiği bir alana çevrilmiştir.
Sermaye devleti Karadeniz’e yaptığı özel savaş yığınağının hemen ardından köylülere yaylaları yasakladı. Böylece onları ekonomik olarak çökerterek koruculuğu “ekmek kapısı” haline getirmenin zeminini döşedi. Sonra Mesudiye’de özel tim tarafından katledilen iki çocuğun PKK’liler tarafından öldürüldüğü propaganda edildi. Ancak aynı katliamdan sağ kurtulan bir çocuk abilerinin özel tim tarafından öldürdüğünü açıklayınca, bölge halkının öfkesi özel time yöneldi. Çete devleti iki özel tim elemanını suçlu bularak görevden almak zorunda kaldı. Peşinden Almus’ta özel tim bir eve gerilla kıyafetiyle baskın düzenleyerek katliam yaptı. Bunun da PKK’nin yaptığı propaganda edildi. Ancak yine ters tepti. Çünkü hem ailenin devrimcilere yakınlığı biliniyordu, hem de sağ kurtulan aile bireyleri katliamı özel timin gerçekleştirdiğini açıkladılar. Buna benzer onlarca yol kesme ve katliam gerçekleştiren özel tim, tüm bunları PKK’ye malederek şovenizm ve ırkçılığın tohumlarını ekmeye çalışıyor.
Özel timin ERNK imzasıyla evlere gönderdiği mektup ve bildiriler de bunu tamamlayan diğer bir kirli savaş yöntemdir. Mektup ve bildirilerde; “10 gün içinde köyleri boşaltıp batıya Türklerin bölgesine göç edeceksiniz. Aksi halde sizlere dünyayı zindan edeceğiz. ... Zaza, Azeri, Türkmen, Boşnak, Alevi, Şafi demeden bütün Türk piçlerini bu topraklardan çıkaracağız. Sizlerin yerine buradan sürgün edilen Ermenileri yerleştireceğiz. Mücadelemiz büyük Ermenistan’ı kurana kadar devam edecektir. Başkanımız Abdullah Öcalan da Ermeni asıllı bir Kürt’tür.” (Ülkede Gündem, 30 Eylül ‘97)
Osmanlı’dan bugüne egemen sınıfların tarihsel düşman olarak andıkları Ermeniler ve Kürtlerin birarada anılmaları ve PKK’nin bir Ermeni örgütü, Abdullah Öcalan’ın da “Ermeni asıllı bir Kürt” olarak gösterilmesi, şovenizmin Karadeniz’de tezgahladığı kirli oyunları tüm açıklığıyla ortaya sermektedir.
Bugün Karadeniz’de kimi yerlerde zorla, kimi yerlerde ise gerici-şovenist unsurlara dayanılarak koruculuk kurumlaştırılmaya çalışılıyor. On yıllardır kirli savaş yöntemleriyle Kürdistan’ı kontra örgütler ve uyuşturucu bataklığı haline getiren sömürgeci devlet bugün de Karadeniz’i bir uyuşturucu ve kontr-terör yuvasına dönüştürmek istiyor. Bu sayede Karadeniz’deki devrimci potansiyeli de boğmaya hedefliyor.
Kirli emellerinin ürünü bu kirli savaş yöntemleri sermaye devletinin bataklığı olacaktır. Tarih Kürdistan örneğinde de göstermiştir ki, zulüm ve zorbalığın ürettiği tek şey öfke ve isyandır. Karadeniz halkı yüzyıllarca aynı egemen güçlerin zulmü altında aynı kaderi paylaştığı Kürt halkının özgürlük coşkusunu paylaşacaktır. Zulme karşı isyanı kurtuluş yolu olarak seçecektir.
Yaşasın halkların kardeşliği!