ABD Başkanı Trump’ın kuyuya attığı taşın sesi daha uzun süre yankılanacak gibi görünüyor, hele de o taş sosyal-fizik kanunlarını altüst eden hareketlerle dönüp duruyorsa…
Trump manevrasından yansıyanlar
Trump, ABD askerlerinin Suriye’den çekilmesi için önce 1 aylık süre vermişti. Geçtiğimiz yılın son haftasında, Irak’taki Amerikan askerlerini ziyareti sırasında süre konusu “yavaş yavaş çekileceğiz” mesajıyla kısmen bulanıklaştı. 30 Aralık’ta Trump’la görüşen Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham çekilmenin daha uzun süreye yayılacağını açıkladı. Senatör Graham’in açıklamasında Türkiye’ye tampon bölge verilebileceği, Kürtlerin korunacağı, en son istenen şeyin Türklerle Kürtlerin savaşı olduğu bilgileri de yer alıyordu.
Ardından New York Times çekilme için verilecek sürenin 4 ayı bulabileceğini yazdı, Trump’ın yeniden fikir değiştirerek çekilmeyi hızlandırabileceği kaydını da düşerek. Tam da tweetleri yavaş ve uzun süreye yayarak çekilme düşüncesini doğrular bir tona bürünmüşken, Trump, 2 Ocak’ta Beyaz Saray’daki kabine toplantısında yaptığı konuşmada, çekilmenin tamamlanması için 4 aylık bir süre vermediğini belirtti. Ayrıca “Belli bir süre içinde Suriye’den çekileceğiz. Suriye’den çekilsek bile Kürtleri korumaya devam etmek istiyoruz” diyerek, Senatör Graham’i teyit etti. Trump’un son konuşması NYT’nin çekilme süresiyle ilgili kaydı boşuna düşmediğini de göstermiş oldu bu arada. Sonuçta söz konusu kişi Trump olunca ABD’nin geleneksel politik aklını oluşturan öğelerin dahi olasılıklarla ve kayıtlarla değerlendirmeler yapması mecburiyet haline geliyor.
Türk sermaye devleti cephesinde ise bir sabırsızlık ve telaş hali göze çarpıyor. Elbette çekilme kararı bolca böbürlenme konusu olmaya devam ediyor. Keza Menbic hattına ve Kilis’e çete, asker ve silah sevkiyatları hız kesmiş değil. Trump’ın 19 Aralık’taki açıklaması öncesine oranla zayıflamış olsa da alışıldık şoven ve Kürt düşmanı çırpınışlar ile savaş çığırtkanlığı da sürüyor. Bunca hareketlilik seçimler öncesinde psikolojik avantaj elde etmeye, var olduğu kadarıyla onu ayakta tutmaya hizmet ediyor şimdilik. Fakat artık somut saldırı perspektifinden çok, emperyalist efendilerinin nasıl bir yol izleyeceklerine kilitlenme vaziyeti hakim. Bir yandan ABD ile diğer yandan Rusya ile “diplomatik atak” şalıyla örtülü pazarlık girişimleri, daha doğru deyişle uşakça yaltaklanmalar dışında yapabilecekleri pek bir şey de yok şu anda. Belirsizlik sürdüğü sürece daha ötesine geçilemeyeceği konusunda farklı cephelerden yorumcuların hemen hemen ortak kanıda olması bunun bir teyidi sayılır.
Bütün bu süreçte Kürt hareketinde de oldukça dikkate değer hareketlilik göze çarptı. İlk günlerin telaş ve kaygısının yerini son günlerde görece soğukkanlı yaklaşımlar almaya başladı. Yine de emperyalistlerle kurulan ilişkilerin ve emperyalistler arası pazarlık masalarına dayalı beklentilerin geniş halk kitlelerinde yaratmış olduğu yanılsamaların nerelere vardığı ibretlik ders olarak bir kez daha açığa çıktı.
Emperyalist hamleler ve bölge halkları
Halihazırda gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceği konusunda çok sayıda olasılık sıralanıyor, emperyalistlerin ve bölgesel uşakların hesapları, ilişkileri, yaklaşımları üzerinden. Fakat sınıf mücadelesi çerçevesinden bakıldığında şimdilik bunların somut bir değeri bulunmuyor. Genel olarak dünyaya emperyalist nüfuz mücadelelerindeki keskinleşme sonucunda belirsizliğin, bu sınırlarda bir kaosun hakim olduğu bir dönemdeyiz. Bunun çok daha ağır bir biçimi Ortadoğu’yu ve özellikle de Suriye’yi dengesiz denklemler sahnesine çevirmiş durumda. Böylesi bir atmosferde sınıf mücadelesi planında çok daha önemli olan, yaşanan gelişmelerin sınıf ve emekçi kitleler ile kardeş halklar arasında ne tür etkiler yarattığıdır.
Kürt halkı Rojova’daki meşru kazanımlarını ve olduğu kadarıyla özgün statüsünü kendi öz emeğiyle yaratmış, ünlü Kobanê saldırısını da yine bu sayede püskürtmüştü. ABD yardımları ve sonrasında da uzun süreli ilişkiler bunun ardından geldi. Tam da dünya çapında işçi ve emekçilerin, geniş halk kitlelerinin sempatisini kazandığı bir esnada başlayan ve sürdürülen ilişkiler, Kürt halkını bugün emperyalistler arası nüfuz kavgasının veya pazarlık masalarının zayıf görülen bir hedefi haline getirmiş bulunuyor.
Kürt halkının bu algıyı kırması her şeyden önce haklı bir halk olduğu bilinci ve özgüveniyle kendi özgücüne sarılmasından, bunun doğal yansıması olan onurlu bir duruştan geçiyor. Emperyalistlerin savaş arenasına çevirdikleri bir coğrafyada, dört yanı saldırgan burjuva devletlerle çevrili ezilen bir halk için zorluklarına ve bedellere rağmen bunun dışında bir varlık koşulu dahi bırakılmayacaktır. Nitekim bizzat Kürt halkının makus tarihi bunun sayısız acı dersiyle doludur. Kürt halkı kendisini ve doğal haklarını meşru çizgide savunduğu sürece, dünya halklarının onu bir pazarlık malzemesi olarak algılanmaktan çıkaracak desteğini alabilecektir. Azılı Kürt düşmanı Türk sermaye devletinin egemen olduğu sınırlar içinde yıllarca şovenizmle zehirlenmiş bir toplumun Kobanê sürecinde sergilediği tutum bile başka söze gerek bırakmamaktadır.
Halkların geleceği ve işçi sınıfının tarihsel sorumluluğu
Başta Kürt halkı olmak üzere, bölgenin mazlum haklarının emperyalist pazarlık masalarında kirli hesaplara konu edilmesine karşı dünya işçi sınıfı ve emekçilerin sorumluluğu ise çok daha tayin edicidir. Özellikle bölge ülkeleri arasında sınıf mücadelesi imkanları bakımından belirleyici bir konumda olan Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin tutumu... Türkiye işçi sınıfı ve emekçi kitleler, uzaktan seyirci kalma lüksüne sahip değildirler. Şayet işçi sınıfımız tarihsel görev ve sorumluluğuna sahip çıkmak yerine şovenizm zehirinin kirlenmişliğini tercih ederse, mazlum halklara kefen biçilmesinde Türk sermaye devletinin saldırganlığı oranında suça ortaklık yapmış olacaktır. Bu, deyim uygunsa siyonizmle sersemletilmiş Yahudi bir emekçinin, siyonist İsrail devletinin Filistin halkına yaşattığı zulme, katliamlara, acılara alkış tutmasına benzer. Türkiye işçi sınıfı payına, halklara düşmanlıkla nam salan Türkiyeli egemenlerin tüm toplumu bir kez daha lekelemelerine katlanmaktan, daha da kötüsü ortak olmaktan daha beter bir zavallılık olamaz.
Oysa Türkiye işçi sınıfı ve emekçileri, bölge ülkeleri arasında gücü, niteliği, sayısı, gelişmişlik düzeyi bakımından, emperyalistlerin ve yerli uşaklarının oyunlarını bozma olanaklarına/potansiyeline en fazla sahip olan dinamiklerden biridir.
Despot iktidarın marifetleriyle tetiklenen yapısal krizin işçi ve emekçilerin belini büktüğü bir dönemde, işçi sınıfının yalnızca hakları ve geleceği için mücadele sahnesine çıkması dahi tüm hesapları altüst eden bir etki yaratmaya adaydır. Keza bölgenin ezilen halklarının kendilerine kefen biçen emperyalistlere ve bölgenin haydut devletlerine bel bağlama çaresizliğinden kurtulması, bunun için gereken koşuların olgunlaşması sınıfın harekete geçmesine bakıyor. “İşçilerin birliği halkların kardeşliği” sınıfın devrimci mücadeleleri içinde kurulacak; emperyalist paylaşım masalarının devrildiği ve bölge halklarının kendi geleceklerini kendilerinin belirlediği bir dünyanın kapıları bu sayede açılacaktır.