Fransa’da Sarı Yelekliler, George Floyd için dayanışma eylemleri, işçi grevleri, emeklilik reformuna karşı işçilerin ve öğrencilerin birlikte mücadelesine karşı polis şiddeti tartışılmış, geçtiğimiz günlerde ise bir ekoloji ve toprak savunuculuğu için çabalayan ‘Soulevement de la terre’ kolektifi yasaklanmıştı. Tüm bu yaşananlar Macron hükümetinin çıkmazları arttıkça polisin müdahalelerinin daha da sertleştiğine işaret ediyor. Bunun en güncel ve çarpıcı örneği ise 27 Haziran günü başkent Paris’in yakınlarındaki Nanterre kentinde polis tarafından itaat etmeyi reddeden 17 yaşındaki Nahel isimli sürücünün polis kurşunuyla infaz edilmesi oldu. Polis tutuklandı ancak tartışma sürüyor. Gencin ailesi, yakınları ve Fransa halkı “Nahel için adalet” sloganlarıyla eylemler yapıyor. Politis gazetesinden çevirdiğimiz analiz yazısında da belirtilildiği gibi bu bir hata değil, infaz ve bu noktaya gelmesinde hükümet politikalarının, çıkarılan yasaların payı var.
Mülteciler tüm dünyanın pazarlık konusu olmaya devam ederken, mülteci politikalarındaki en insanlık dışı kararlardan birini geçtiğimiz yıl İngiltere vermişti. Mültecileri, başvurularının sonuçlarını beklerken Doğu Afrika ülkesi Ruanda’ya gönderme kararı, insan hakları açısından çok tartışıldı. Nihayet yüksek mahkeme bu hafta bu kararın hukuka aykırı olduğuna hükmetti. Kararı ve mülteci pazarlığını İngiltere’nin önemli sivil toplum kuruluşu olan “Freedom from Torture” Başkanı Sonya Sceat değerlendirdi.
Almanya’nın gündeminde ise Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un Güney Afrika’yı ziyareti vardı. Baerbock Güney Afrikalı mevkidaşı Naledi Pandor ile iki ülke arasındaki ilişkileri sağlamlaştırmayı hedefleyen görüşmeler yaptı ancak Baerbock’un Güney Afrika’yı Rusya’ya karşı yaptırım politikasına ikna çabası başarısız oldu. Pandor, Almanya’nın pandemi sırasındaki olumsuz tavrını hatırlatarak, “Ne yapacağımıza biz karar veririz” çizgisinde ısrar etti.
Nanterre’de bir gencin ölümü: Hata değil infaz!
Pierre JEQUIER-ZALC
Politis
Fransa’da 17 yaşındaki genç bir erkek, itaat etmeyi reddetmesinin ardından salı sabahı bir polis memuru tarafından yakın mesafeden vuruldu. Meşru müdafaadan çok bir infaza benzeyen bu olayla ilgili izlemesi güç bir video yayımlandı.
Hauts-de-Seine bölgesinde bulunan Nanterre’de 27 Haziran Salı sabahı sarı bir Mercedes durduruldu. Sürücü tarafının solunda motorsikletli iki polis var. Açıkça bir yol kontrolü noktası olduğunu görüyoruz. İki polis tabancalarını doğrultmuş. Sanki sürücüye motoru kapatmasını söylüyorlarmış gibi görünüyor. Sürücü arabayı hareket ettiriyor. Polislerden biri ateş ediyor. Tam kalbinin yakınına, tek bir kurşun. O sırada ise polis aracın solundaydı. 17 yaşında genç bir sürücü, arabası birkaç metre ötedeki bir direğe çarpmadan önce anında ölüyor.
Valilik mekanizması hemen harekete geçiyor. Bunu da “valilik gazeteciliği” takip ediyor. Le Parisien ve France Bleu haber/radyo kanalları sürücünün polisin üzerine sürdüğünü belirterek farklı bir sahne anlatıp “polis kaynaklarını” tatmin eder bir şekilde yazmaktan çekinmiyorlar. BFM TV stüdyosundaki gazeteci ise olaydan 2 saat sonra aynı yöntemi kullanarak “Şahsın polis tarafından çok iyi tanındığını” açıklayarak bir katman daha ekliyor. İyi yağlanmış, üzerinde çalışılmış bir açıklama. Genç erkeğin cesedi daha soğumadan mesaj net bir şekilde iletilmiş ve geniş kitlelere yayılmıştır. O suçludur. Ve her şeyden önemlisi ise, artık bunu haketmiştir.
Ancak bu kez küçük bir kum tanesi bu mekanizmayı altüst etti. Bir kadın sahneyi filme aldı ve neredeyse anında sosyal medyada yayımladı. Görüntü bize anlatılandan tamamıyla farklı bir durumu gösteriyor. Hayır, polis arabanın karşısında değil, solundaydı. Hayır, araba polisin üzerine yürümedi. Sadece birkaç saniyelik bu videoda bir polis memurunun öldürülmeye çalışıldığını değil, bir gencin infaz edildiğini görüyoruz. Dayanılmaz, kabul edilemez. Fransız Karayolları Kanunu’nun L233-1-1 maddesine uymayı reddedip, başka bir kişinin hayatını tehlikeye atmak beş yıl hapis ve 75 bin avro para ile cezalandırılmaktadır. Gözlerimizin önünde ise bu suç, ölümle cezalandırılmıştır.
Bu hikaye olduğundan o kadar korkunç ki, sıradanlaşıyor. 2022 yılında 13 kişi kontrol noktasında uygulamaları reddetmeleri sonucunda polis tarafından öldürüldü. Çok üzücü bir rekor. “Basta!”daki (ticari amaç gütmeyen bağımsız medya kuruluşu) meslektaşlarımızın da gösterdiği gibi, altı yıl içinde, önceki on beş yıla kıyasla iki kattan fazla insan bu koşullar altında vurularak öldürüldü. Yine de her seferinde, medyanın da büyük desteğiyle, polisin anlatısı baskın çıkıyor. Her seferinde, öldürülen kişinin (cesedi) daha soğumadan suçlu bulunuyor. Her zaman olmasa da nadiren olayların videosu yayımlanıyor. Çoğu zaman, gazeteci arkadaşlarımızın çalışmaları sayesinde birkaç ay bekledikten sonra soruşturma hakkında bilgi edinebiliyoruz. Genellikle de bu araştırma çalışmaları sayesinde polis raporları boşa çıkmıştır.
Bununla birlikte, valilik açıklamalarının ötesine bakmak ve bu tür trajedilerdeki bu keskin artışın nedenlerini incelemek enteresan olacaktır. Aşırı sağcıların suç oranlarında ve kontroller sırasında emirlere uymayı reddedenlerin sayısında artış olduğuna dair çıkan seslerden çok uzakta, birçok uzman ise tamamen farklı olarak (Eski Cumhurbaşkanı François) Hollande döneminin son güvenlik yasası ile polis memurlarının ateş etme haklarını genişlettiğine işaret ediyor. Haziran 2022’de yaşanan benzer bir trajedinin ardından polis Sosyoloğu Fabien Jobard’ın yaptığı açıklamada, bu yasanın meşru müdafaa konusundaki çok net yasa metinlerine belirsizlik getirdiğini söylemişti. Devamında, bundan böyle polis memurları, itaat etmeyi reddeden bir kişi olduğunda ve bu kişinin polis memurlarının ya da başkalarının hayatını tehlikeye atabileceğini düşündüklerinde silahlarını kullanabilecekler, diye açıklamıştı.
Cezasızlık yaratan bir yasa. “Basta!” tarafından hazırlanan şemaya göre, bu şekilde öldürülen 38 kişiden sadece üçünün dosyasında polislere ceza verilmiş. Bu rakamlar, bu yılın başlarındaki yazılarımızda ortaya koyduğumuz daha genel rakamlarla örtüşüyor. 2020 ve 2021 yıllarında, kasıtlı şiddet uygulamakla suçlanan kamu görevlilerinin sadece yüzde 8’i hüküm giydi. Yine de, bu rakamlara ve uzman araştırmacıların analizlerine rağmen, yasa, hükümet tarafından hiçbir zaman sorgulanmadı. Bugün bir genç yakın mesafeden soğukkanlılıkla öldürüldü. Yayımlanan video farkına varmamızı ve görmemizi sağladı. Eski yanlış ve yanıltıcı yöntemleri kullanmak yerine, mevzuatımızın uygunluğunu sorgulamanın zamanı gelmedi mi?
Çeviren: Kıvanç Demir
Suella Braverman’ın "insanlar için nakit" planı ahlak ve yasa dışı
Sonya SCEATS*
The Guardian
Temyiz mahkemesinin, hükümetin Ruanda’ya sığınmacıları kabul etmesi için nakit para verme planına karşı verdiği karar, akıl ve merhamet adına bir zaferdir. Birleşik Krallık genelinde milyonlarca duyarlı insanın, bu kirli anlaşmanın sadece son derece etik dışı olmakla kalmayıp aynı zamanda bu ülkenin yasalarına da aykırı olduğu yönündeki içgüdülerini doğrulamaktadır.
Karar, Rishi Sunak’ın mültecileri geliş şekillerine göre yasaklayarak gelişmekte olan dünyada belirsiz bir kadere mahkum etme yönündeki vicdansız planına indirilmiş korkunç bir darbe. Mahkeme, hükümetin Ruanda’nın güvenli bir üçüncü ülke olduğu yönündeki iddialarını reddederek, mülteci değerlendirme süreçlerindeki kusurların BM mülteci ajansının başından beri ısrar ettiği gibi, mültecilerin daha fazla zulme maruz kalma riskini taşıdığını tespit etti. Eğer Ruanda bu çıtayı karşılayamazsa, hükümet küresel güneyde başka bir uygun ortak bulmakta zorlanacaktır.
Ancak Ruanda’ya bizden insan alması için para ödemek kabul edilemez. İnsan ahlakına bu kadar aykırı bir politikanın İngiliz siyasi sistemi ve mahkemelerine kadar ulaşmış olması üzüntü verici. Canterbury başpiskoposuna göre bu planın ahlaksızlığı “Tanrı’nın hükmüne” aykırıdır. Yeni kralımız “dehşet verici” diyor. Üst düzey bir BM yetkilisi bunu “neredeyse neokolonyal” olarak tanımlıyor.
Bu açıdan bakıldığında, planın caydırıcılık açısından etkisizliği, pratikte uygulanamazlığı ve astronomik masrafları konunun dışında kalmaktadır.
Önerilen bu programın hedefinde, yardımımıza çaresizce ihtiyaç duydukları için Britanya’ya tehlikeli yolculuklar yapan insanlar var. Bu kişiler arasında, siyasetle ilgili görüşlerini ifade etme özgürlüğü ve kadınların kamusal yaşama katılma hakları gibi Britanya’da değer verdiğimiz temel hakları savundukları için Afganistan ve İran gibi ülkelerden kaçmak zorunda kalan kadın ve erkekler de yer alıyor.
En iyi tahminimize göre her üç kişiden biri işkence görmüş. Freedom from Torture Birmingham, Glasgow, Londra, Manchester ve Newcastle’daki merkezlerimizde travma geçirmiş hayatta kalanlara klinik hizmetler sunuluyor. Tedavi ettiğimiz hayatta kalanların çoğu buraya gelebilmek için hayatlarını tehlikeye attılar; buna dayanıksız sandallar veya kamyonlar da dahil, çünkü onlar için güvenli yollar mevcut değil. Her gün terapi odalarımızda, hayatta kalanlar klinisyenlerimize, bu ülkede iyileşmelerinin ve güvenliklerinin bu mülteci karşıtı politikalar nedeniyle tehdit altında olmasından duydukları sıkıntıyı anlatıyorlar.
Bu son karar hayatta kalanlara umut verse de rahatlama getirmiyor çünkü hükümet davayla mücadeleye devam etmeye kararlı. Bu nedenle kamuoyunun bu planın korkunç insani etkilerini anlaması hayati önem taşıyor. Bu uygulama, birçoğu zaten başka yerlerde gözaltında kötü muameleye maruz kalmış sığınmacıların kitlesel olarak hapsedilmesini ve ardından sığınma davalarında herhangi bir adil duruşma yapılmaksızın Ruanda’ya zorla sınır dışı edilmelerini içeriyor.
Bu politika aynı zamanda 1951 Mülteci Sözleşmesinin kalbinde bir delik açıyor ve mültecilerin sığınma talebinde bulunmak üzere bir ülkeye gelmeden önce ön izin almaya zorlanmaması gerektiği şeklindeki holokosttan alınan temel bir dersi göz ardı ediyor. Temyiz mahkemesi bu konuda ikna olmadı, ancak uluslararası hukukçuların çoğu, planın sözleşmenin ruhunu ve lafzını ve İşkenceye Karşı Sözleşme de dahil olmak üzere Birleşik Krallık için bağlayıcı olan bir dizi diğer insan hakları anlaşmasını ihlal ettiği konusunda hemfikir.
Bugünkü karar Britanya’da mültecileri önemseyen herkesi cesaretlendirecek ancak mesele asla bu aşamaya gelmemeliydi. Ahlaki vicdan meseleleri söz konusu olduğunda, mahkemeler sadece bir dayanak noktasıdır. Ancak mültecilerle dayanışma ve güç oluşturarak mülteci karşıtı politikaları kaynağında durdurabilir ve politikacıların bizi kendi başarısızlıklarından uzaklaştırmak ve kendi güçlerini korumak için mültecileri günah keçisi ilan etme eğilimini yenebiliriz.
Şu anda 550’den fazla kuruluş Mültecilerle Birlikte Koalisyonuna katıldı ve mültecilere karşı daha şefkatli bir yaklaşım çağrısında bulunan hareketimiz her geçen gün daha da güçleniyor. Hava yolu şirketlerini Ruanda planından geri adım atmaya zorlamak için yürüttüğümüz kampanya şimdiden başarıya ulaştı. Meseleleri kendi elimize alarak kazanabileceğimizi gösterdik.
*Freedom from Torture Genel Müdürü
Çeviren: Sarya Tunç
Savaş ve iş dünyası
Christian SELZ
Junge Welt
İki yılda bir düzenlenen Almanya ve Güney Afrika ikili komisyon toplantılarında iki ülke arasındaki iş birliğinin derinleştirilmesi hedefleniyor. En azından 1996 yılında bu formatın kurulmasına önayak olan Nelson Mandela’nın niyeti buydu. Güney Afrika Dışişleri Bakanı Naledi Pandor da salı günü başkent Pretoria’da mevkidaşı Annalena Baerbock ile birlikte düzenlediği basın toplantısında Almanya’dan “Güney Afrika’da önemli bir yatırımcı” ve iklim değişikliğiyle mücadelede de “önemli bir kalkınma ortağı” olarak söz etti. Pazartesi günü ayrılmadan önce bir basın açıklamasıyla Güney Afrika yönetimini “Dinlemek” istediğini duyuran Baerbock, Almanya-Güney Afrika meselelerinden ziyade Rusya’ya karşı seferberlikle ilgileniyor gibiydi.
Güney Afrika’nın “Birleşmiş Milletler, G20 ve BM İklim Değişikliği Konferansında Afrika’nın sözcüsü” ve “iklim krizi ve gıda güvenliği” gibi konularda “kilit bir ortak” olduğunu belirten Baerbock, ayrılmadan önce şunları yazmıştı: “Nelson Mandela ve Desmond Tutu’nun ülkesi adaletsizliğe karşı sesini yükselttiğinde dünya dinler. İşte bu nedenle Pretoria’da Güney Afrika’nın Rus saldırganlığına son verilmesi için ağırlığını nasıl koyabileceğini de konuşmak istiyorum (...)” Böylece Dışişleri Bakanı bir nefeste “Dinlemek istiyorum”dan “Konuşmak istiyorum”a geçti. Gerçi Almanya, örneğin Güney Afrika korona salgını sırasında diğer küresel güney ülkeleriyle birlikte aşı patentlerinin serbest bırakılmasını talep ettiğinde hiç dinlememişti. Patentlerin serbest bırakılması Berlin tarafından engellenmişti.
Güney Afrika’da bu unutulmadığı gibi, 2021’in sonlarında Güney Afrikalı araştırmacılar tarafından omikron varyantının keşfedilmesinin ardından AB ülkeleri tarafından Güney Afrika’ya uygulanan seyahat kısıtlamaları da unutulmadı. Pretoria’da Pandor, “Pandemi sırasında aşıların dağıtımında eşitlik konusunda güçlü anlaşmazlıklar yaşadık” diye bunu hatırlattı.
Benzer bir durum şimdi Ukrayna’daki savaşa ilişkin tutumda da görülebilir. Baerbock, Pretoria’da bunun “Sadece Avrupa’yı ilgilendiren bir mesele olmadığını”, “Afrika’yı da ilgilendirdiğini” açıklamak zorunda olduğunu hissetti. İki gün önce Güney Afrika gazetesi Sunday Times’a yazdığı konuk makalede, tereddütlerin “yaklaşık 9 bin kilometrelik” mesafeyle ilgili olduğu tezini ortaya atmıştı. Salı günü ise Güney Afrikalılara Afrika’da da savaş nedeniyle gıda fiyatlarının arttığını açıkladı. Pandor sakin ama kararlı bir şekilde Güney Afrika’nın savaşı sona erdirmeye kararlı olduğunu ve başka hiçbir şey istemediğini belirtti. Güney Afrikalı Bakan, iki hafta önce Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa ve diğer altı Afrika ülkesinin temsilcileriyle birlikte bir barış girişiminin parçası olarak Kiev ve St. Petersburg’a gitmişti.
Almanya ile Güney Afrika arasındaki ilişkilerin gergin olduğu, son günlerde birçok kez yazıldı. Ancak bu durum sadece Rus ordusunun Ukrayna’yı işgali ve Berlin’in Güney Afrika’nın tarafsız tutumunu eleştirmesinden değil. Hayır, aynı zamanda Alman siyasetçilerin Pretoria’da artık dikkate alınmadığı belli olan ders veren tonları da söz konusu. Yolsuzlukla mücadeleden bahsederken bile T-Systems ya da SAP gibi Alman şirketlerinin yıllarca Güney Afrika devlet şirketleriyle yapılan ve muhtemelen rüşvet yoluyla elde edilen usulsüz sözleşmelerden en büyük kazanç sağlayanlar arasında yer aldığından bahsetmiyorlar. Güney Afrika toplumu ve ekonomisi, günlük acil kesintilerin yaşandığı ciddi bir elektrik sıkıntısının yanı sıra harap olmuş demir yolu ve liman altyapısı gibi sonuçlardan hâlâ muzdarip.
Baerbock, Pretoria’da en azından elektrik krizi için bir çözüm sundu: Berlin’in AB, ABD, İngiltere ve Fransa ile birlikte 2021’de başlattığı Güney Afrika’da “adil bir enerji dönüşümü” için 8.5 milyar ABD doları (7.8 milyar avro) yatırım programı. Detaylar şu ana kadar pek şeffaf değil, ancak milyarlarca avroluk paketin sadece en fazla yüzde üçünün sübvansiyonlardan oluştuğu ve bunun sonucunda Güney Afrika’nın elektrik arzının sadece daha yeşil hale gelmeyeceği, aynı zamanda yatırımcıların eline geçeceği açık. Zira Baerbock’un Sunday Times’da çok güzel yazdığı gibi: “Almanya-Güney Afrika ilişkilerinin derinleştirilmesinden söz ettiğimizde iş dünyasını kastediyoruz.”
Çeviren: Semra Çelik
Evrensel / 02.07.23