Mültecilere ‘düşman’ muamelesi

Bu hafta Avrupa'nın Gündemi'nde İtalya'ya ulaşan mültecilere yönelik düşmanlaştırıcı söylem üzerine tartışma, İngiltere'de bir süpermarkete yansıyan geçim sıkıntısı ve Almanya'nın eğitim karnesi var.

  • Çeviri
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 17 Eylül 2023
  • 10:55

Bu hafta içinde Afrika ülkelerindeki savaş, yoksulluk ve doğal afetlerden kaçan binlerce kişinin İtalya kıyılarında bulunan Lampedusa Adası’na yoğun bir şekilde ulaşması, Avrupa’da mülteci karşıtı ve ırkçı politikaları bir kez daha gündeme getirdi. Savaştan ve yoksulluktan kaçan mültecilere karşı sağcı politikacılar, “İşgal ediliyoruz”, “Bu bir savaş eylemi” histerisine kapılırken, sol ve sosyal demokratlar ise göç dalgasının emperyalist politikaların bir sonucu olduğunu ve Avrupa’nın kapılarının sonuna kadar açılması gerektiğini savunuyorlar. Fransa’dan seçtiğimiz yazı da ikinci görüşü dile getiriyor.

Öte yandan yaşam maliyeti İngiltere’de de ciddi boyutlara ulaşmış durumda. The Guardian gazetesi bu durumun toplum üzerindeki etkilerini yansıtan isimsiz bir mektup yayımladı. Mektupta, bir market çalışanı, tanık olduklarını aktarıyor.

OECD ve Ifo Enstitüsü raporları ise Alman eğitim sistemini mahkum ediyor ve gençlerin geleceklerinin çalındığından söz ediliyor. Talep, eğitim sisteminde köklü değişiklik, eğitimin kalitesinin gelir durumuyla doğru orantılı olmaktan çıkarılması ve bu alana daha fazla para ayrılması.

Avrupa kalesi’ne son verin, sınırları açın!

Irène KARALIS
Révolution Permanente

Bu hafta İtalya’nın Lampedusa Adası’na bir günde 6 binden fazla mülteci ulaştı. Sağ ve aşırı sağ, bu durumu yabancı düşmanı zehirlerini kusmak için kullanırken bizim acilen Avrupa Kalesi’ni ve emperyalist ülkelerin sorumluluğunu kınamamız, sınırların açılmasını ve tüm belgesiz göçmenlerin düzenli hale getirilmesini talep etmemiz gerekiyor.

Tunus ve Sicilya arasında, kıyı kenti Sfax’a 190 kilometre mesafede yer alan Lampedusa, Kuzey Afrika’dan gelen mültecilerin ilk uğrak limanı ve Avrupa’ya açılan ana kapılardan biri. Düzenli göç akınlarına alışkın olan adaya bu hafta yoğun bir mülteci akını yaşandı: Pazartesi günü 2 bin, salı günü 5 bin ve çarşamba günü de binden fazla mülteci adaya yanaştı. Yılbaşından bu yana toplamda 124 binden fazla mülteci deniz yoluyla İtalya’ya ulaştı; bu rakam geçen yılın aynı döneminde 65 bin ve 2021’in aynı döneminde 41 bindi. Bunların tamamı Gine, Fildişi Sahili, Tunus, Mısır, Pakistan, Suriye, Kamerun ve Mali gibi yoksulluğun ya da bölgesel çatışmaların yaşandığı ülkelerden geliyor.

Lampedusa, çoğunlukla İtalya ve Yunanistan’da bulunan ve gerçekte birer açık hava hapishaneleri olan ve  “göçmen kabul ve ayırma merkezleri” olarak adlandırılan birçok “sıcak nokta”dan birine ev sahipliği yapmaktadır. Info Migrants (göçmen iletişim ağı) sığınmacıların bu yaz kötü koşullarda kaldıkları kamplara dikkat çekiyor: “Temmuz 2022’de basında yayımlanan ve merkezin içinin çöplerle dolup taştığını ve sürgünlerin dışarıda köpük şilteler üzerinde uyumak zorunda kaldığını gösteren fotoğraflar, yetkilileri acil olarak burayı boşaltmaya sevk etti.”

Sadece 24 saat içinde 6 binden fazla mültecinin geldiği Lampedusa Adası’nın yaklaşık 20 kilometrekarelik bir alanı kapsadığı ve merkezin yaklaşık 400 kişilik bir kapasiteye sahip olduğu göz önüne alındığında mevcut durum daha da endişe verici bir hal almaktadır. Başka bir deyişle, binlerce mültecinin, sığınma başvurularının kabul edilmesini beklerken ciddi hastalıklara yakalanma, susuzluktan ya da açlıktan ölme ya da boğulma riskini göze alarak yeniden denize açılma pahasına birbirlerinin üzerine yığılmaktan başka seçenekleri yok. Bu imkansız bir seçim ve yüzlerce mülteci bu seçimi yapmayı reddediyor: Sosyal ağlarda yüzlerce mültecinin kamptan ayrılmaya çalıştığını ancak polis tarafından şiddetle geri itildiğini gösteren görüntüler yayımlandı bile.

Bu bir “savaş eylemi” mi, bir “göç seli” mi yoksa emperyalizmin ve iklim krizinin bir sonucu mu?

Sağ ve aşırı sağ, yabancı düşmanı zehirlerini kusmak ve daha da ırkçı ve baskıcı önlemleri savunmak için durumu istismar etmekte gecikmedi. İtalyan Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcısı Matteo Salvini’ye göre bu kadar çok sayıda göçmenin gelişi bir “savaş eylemi” anlamına geliyor. Aşırı sağcı Kuzey Ligi siyasi partisinin federal sekreteri Salvini, Roma’daki Yabancı Basın Kulübünde komploculuk sınırlarında gezinen bir konuşmada şunları söyledi: “Tüm bunların arkasında bir plan, belli bir kontrol olduğuna inanıyorum [...] Eğer birkaç saat içinde 100’den fazla tekne gelirse, bu spontane bir şey değildir, organize bir şeydir, bir savaş eylemidir. Sorun sadece Lampedusa’yı etkilemiyor, çünkü bu tekneler daha sonra Roma, Milano, Torino, Napoli ve Palermo’ya gidiyor ve talihsiz sonuçlar doğuruyor.”

Fransa’da Marine Le Pen de attığı bir ‘tweet’le aynı tepkiyi gösterdi: “Bir adanın nüfusuna eş değer sayıda göçmen sadece birkaç saat içinde adaya ulaştığında kim hâlâ sel felaketinden bahsetmeyi reddedecek? Elbette bu göçmenler Lampedusa’da kalmayacaklar”

“Büyük yer değiştirme”nin derin ırkçı komplo teorilerinin aksine, “istikrarsız” olarak tanımlanan ve binlerce mültecinin geldiği Afrika ülkelerinin -ister Suriye, Irak ya da Libya’daki askeri müdahaleler yoluyla olsun, ister Fransa gibi ülkelerin bugün hâlâ binlerce Fransız askerinin konuşlandığı Batı Afrika gibi kıtanın tüm bölgeleri üzerindeki yeni sömürgeci hakimiyeti yoluyla olsun- on yıllardır savaş, sömürü ve kaynakların yağmalanması yoluyla istikrarsızlaştırıldığını unutmamalıyız.

Her ne kadar Emmanuel Macron G20’de “Sadece en zengin ülkelerin sorumluluğu olduğunu söylemek çok kolay” diyerek kendisini temize çıkarmaya çalışsa da, mevcut durum aynı zamanda büyük şirketlerin ve emperyalist ülkelerin hükümetlerinin birinci derecede sorumlu olduğu iklim krizinin de bir ürünüdür.

The Telegraph’ın Afrika ile ilgili olarak açıkladığı gibi, iklim krizinin hızlanması göç dalgalarında önemli bir artışa neden olacaktır: “Kıta, Libya ve Fas’taki doğal felaketlerle daha da kötüleşebilecek rekor sayıda geçişle karşı karşıya”. Son olarak, bu göç dalgaları Afrika ülkelerindeki ulusal durumların da bir sonucu. Örneğin temmuz ayında Tunus, siyah ve göçmen nüfusuna karşı pogromlara sahne oldu. (...)

Reuters’e göre, bu göç hızıyla, 2023 yılında Avrupa’ya ulaşan toplam mülteci sayısının, 181 bin mültecinin Akdeniz’i geçtiği 2016 yılıyla aynı ya da daha yüksek olması muhtemel. Yeni bir “göç krizi” olasılığı ile karşı karşıya kalan emperyalist devletlerin temel tepkisi, “Avrupa’ya açılan kapılar” olarak hareket eden çeşitli ülkelerle anlaşmalar imzalayarak Avrupa Birliği’nin sınırlarını ve yabancı düşmanı politikasını güçlendirmek.

Tunus örneği, AB’nin sınırlarını dışsallaştırma politikasının bir göstergesi: Bu yaz AB, Tunus rejimine 900 milyon avro teklif etti, bunun karşılığında Tunus’un sınır muhafızı rolünü güçlendirmesi, İçişleri Bakanı Gérald Darmanin’in sözleriyle “Düzensiz göçmen akışını kontrol altına alması ve geri dönüşlerini teşvik etmesi”, yani göçmenlerin Avrupa’dan kitlesel olarak sınır dışı edilmesini kabul etmesi gerekiyordu. Başka bir deyişle, Kays Said’in gerici ve siyah düşmanı politikasını finanse etmeye karar veren Avrupa Birliği’nin yabancı düşmanı ve cani politikası, AB’nin Tunus’ta ırkçılığı körüklemedeki rolünü açıkça göstermektedir (...) Diğer taraftan da Gérald Darmanin, Fransa’nın İtalya sınırı boyunca polis ve ordu devriyelerini artıracağını açıkladı.

Egemen sınıf yeni yabancı düşmanı önlemleri kabul etmeyi başarırsa, ulusal çıkarlar her zaman verilen sözlerin önüne geçer. Ve elbette ilk kurbanlar da mülteciler oluyor. Çarşamba günü Almanya, haziran ayında imzalanan anlaşmada öngörülmesine rağmen İtalya’nın kıyılarına ayak basan göçmenleri geri almayı reddettiği bahanesiyle İtalya’dan sığınmacı kabulünü “ikinci bir emre kadar” askıya aldığını duyurdu.

Mültecilerin Avrupa hükümetleri tarafından kabulü, insani bir jest olmaktan ziyade ekonomik bir bakış açısıyla hesaplanmakta Reuters’e göre Meloni Hükümeti, binlerce mülteciyi insanlık dışı yaşam koşullarına sahip kamplara yerleştirirken ve yüzlercesini sınırların ötesine geri iterken, Avrupalı olmayan göçmen işçilerin giriş kotalarını 2022’de yaklaşık 83 bin iken 2023-2025 yılları için 452 bine yükseltti. İtalya’nın azalan nüfusu ve iş gücü açığı ile açıkça bağlantılı olan bu karar, egemen sınıfların kinizmini göstermektedir.

İklim krizinin daha da kötüleştiği ve Ukrayna’daki savaşın dünyanın jeopolitik bloklarını sarstığı ve bir dizi bölgesel çatışmaya yol açtığı bir dönemde, göç akınları sona ermekten çok uzak. Ve her gün yeni trajediler yaşanıyor: iki gün önce, salı gecesi Lampedusa’da beş yaşında bir çocuk boğuldu. Sadece 2023 yılında Akdeniz’de 2 binden fazla insan öldü ya da kayboldu. Bu bağlamda, sınırların koşulsuz olarak açılması, tüm mültecilerin kabul edilmesi ve tüm kayıtsız göçmenlerin düzenli hale getirilmesi için mücadele etmek her zamankinden daha zorunludur.

Çeviren: Eren Can

Bir süpermarkette çalışıyorum ve bazı hırsızların ne kadar çaresiz olduğunu görüyorum

İsimsiz bir mektup
The Guardian

Sharon White haklı; İngiltere’nin ana caddelerinde hırsızlık bir ‘salgın’.  Ancak daha fazla güvenlik önlemi, eşitsiz toplumumuzu düzeltmez.

Beş yıl önce süpermarket çalışanı olarak işe girdiğimde, mağaza hırsızlığının bir sorun olacağına inanmıyordum. Ben Batı Afrikalıyım ve sosyal yardım sisteminin, birçok fırsatın ve mağazalarda güvenlik görevlilerinin olduğu İngiltere’de bunun nasıl olabileceğini anlayamamıştım. Ancak şimdi, pek çok hırsızlık olayına şahit olduğum ve müdahale ettiğim için sorunun gerçek boyutunu anlıyorum.

John Lewis Partnership’in Başkanı Dame Sharon White, bu hafta, bir “salgın” olduğunu söylediği mağaza hırsızlığının zorlukları da dahil olmak üzere İngiliz ana caddesinin geleceğinin incelenmesi için bir kraliyet komisyonu kurulması çağrısında bulundu. Haksız da değil. Deneyimlerim bana da aynı şeyi söylüyor, istatistikler de öyle: İngiliz Perakende Konsorsiyumuna göre, İngiltere ve Galler’deki perakende hırsızlıkları 2022’de yüzde 26 arttı.

Toplumun geniş bir kesiminden insanların mağaza hırsızlığı yaptığına şahit oldum. Kaliteli ayakkabı ve kıyafetlerle gelip, parasını ödemedikleri eşyalarını sakince arabalarının bagajına yükleyenlerden tutun da, kıyafetlerinden zor şartlarda yaşadıkları anlaşılan ve açlıktan henüz mağazadayken buzdolabından aldıkları sandviçi mideye indiren insanlara kadar.

Mağaza hırsızlığı “hiyerarşisinin” en tepesinde, hırsızlıktan iyi para kazanıyormuş gibi görünen profesyoneller yer almaktadır. En iyi et parçalarını saklayabilecekleri geniş cepleri olan büyük paltolar giyerler ve pahalı alkol şişelerini doldurabilecekleri çantalar taşırlar. Kasiyerleri, güvenlik görevlilerini ve yollarına çıkan herkesi nasıl atlatacaklarını bilirler. Bu grup yakalanması en zor olan gruptur.

Bir de bağımlılık sorunları olan ve alışkanlıklarını finanse etmek için satabilecekleri yüksek değerli eşyaları çalmaya odaklanan kişiler vardır. Bu kişilerin tavırları, personel ve güvenlik görevlileri tarafından fark edilebilecekleri ve onlara meydan okunabileceği anlamına gelir.

Mağaza hırsızlığı piramidinin en altında ise korkunç bir yoksulluk içinde yaşayan ve açlıktan ölmek üzere olan kişiler yer almaktadır. Bu kişilerin odak noktası yüksek değerli eşyaları çalmaktan ziyade acilen boş midelerini doldurmaktır. Birkaç yıl önce bir dönem sokakta evsiz kaldım, bu yüzden aç olmanın ve yemek bulamamanın nasıl bir his olduğunu bilirim. Bazen birisi ekmek gibi düşük değerli bir ürünü çalarken yakalandığında ve açıkça aç olduğu görüldüğünde, yakalandığına şahit olan başka bir alışverişçi çalınan ürünün parasını ödemeyi teklif eder.

Süpermarketlerde çalıştığım süre boyunca hiç kimsenin hırsızlıktan yargılandığını görmedim. Polisi aradığımızda bize bıçaklanan biri olup olmadığını soruyorlar. Eğer cevap hayırsa, genellikle gelmiyorlar ya da olaydan saatler sonra geliyorlar. Bir keresinde karşı çıktığım bir hırsız tarafından itildim ama neyse ki yaralanmadım. Daha kötü saldırılara maruz kalan bazı meslektaşlarım olduğunu biliyorum.

Bir keresinde sosis çalan bir hırsızı kovalamıştım. Onları alabilmek için yalvardı, böylece onları eve götürebilecek ve yiyecek bir şeyler bulabilecekti. Sosisleri geri verdi ama onu kovaladığıma pişman oldum ve bunu bir daha asla yapmamaya karar verdim. Ne kadar çaresiz olduğunu görebiliyordum.

Bir süpermarkette, arabalarını ödeyebilecekleri ve ödedikleri yiyeceklerle dolduran en zenginlerden, bir ekmek almaya bile gücü yetmeyen en fakirlere kadar tüm toplumu görebilirsiniz. Bazen emekli maaşları yetmediği için hırsızlık yapan yaşlı insanlar görüyorum; ya da iş bulamayan veya şu veya bu nedenle çalışmasına izin verilmeyen insanların yemek için hırsızlık yaptığını görüyorum. Kalbim onlarla birlikte atıyor çünkü ne kadar zor durumda olduklarını görebiliyorum.

Hiçbir toplum hırsızlığı başarılı bir şekilde ortadan kaldıramamıştır. Hırsızlık her zaman var olacaktır. Asıl zorluk, hırsızlığın mümkün olan en düşük seviyeye nasıl indirileceğidir. White’ın 10 perakendeciden oluşan bir grubun kamera görüntülerini ve mağaza hırsızlığı ile ilgili diğer verileri analiz etmek için 600 bin sterlin harcadığı Pegasus Projesi girişimi sorunu ortadan kaldırmayacak. Mağazalar zaten kamera görüntülerini analiz ediyor ve hırsızların nasıl çalıştıkları, ne tür eşyalar çaldıkları ve kullandıkları farklı yöntemler hakkında çok şey biliniyor.

Hırsızlığa asla göz yumulamaz. Ancak mağaza hırsızlığı genellikle, en savunmasız kişileri yakalamakta başarısız olan ve giderek daha da zayıflayan bir güvenlik ağına sahip, giderek daha eşitsiz hale gelen bir toplumun belirtisi. Her şeyden önce bu sorunla mücadele etmeliyiz.

Çeviren: Sarya Tunç

Alman okullarının karnesi kötü

Tim Carlitscheck
UZ

Münih Üniversitesinin ekonomik araştırma enstitüsü olan Ifo Enstitüsü, eğitim barometresi adını verdiği verileri onuncu kez yayımladı. Ifo Enstitüsü bilimsel bir kurum değil, kendisini “ordoliberal”  (sosyal piyasacı bir ekonomik model savunucusu)  olarak tanımlayan Clemens Fuest’in başkanlığını yaptığı bir dernek. Bununla birlikte düzenli olarak eğitim sektörüyle ilgili çalışmalar yapmakta.

Bu yılın eğitim barometresinin sonuçları, okul politikasına ilişkin artan memnuniyetsizliği belgeliyor. Bu yılın ortasında ülke çapında ankete katılan 5 bin 636 kişiden yalnızca yüzde 27’si eyaletlerindeki okulları “iyi” veya “çok iyi” olarak değerlendirdi; bu şimdiye kadar ölçülen en düşük değer. İki yıl önce bu oran yüzde 37’ydi. Okul politikasının değerlendirilmesi de benzer. Okul politikasından “memnun olmayan” veya “biraz memnun olmayan”ların oranı yüzde 45’ten yüzde 58’e çıktı.

Okul kalitesindeki bozulmanın nedeni olarak korona salgınının etkileri gösteriliyor ancak hepsinden önemlisi öğretmen açığı, okullarda maddi kaynak yetersizliği gibi yapısal sorunlar var. Özellikle ikinci durumda, ankete katılanlar acil bir eyleme ihtiyaç duyulduğunu ve “Eğitime daha fazla harcama yapma gereği ve bu konudaki isteğin, diğer devlet harcamalarıyla karşılaştırıldığında açık ara en fazla olduğunu” düşünüyor. Yüzde 74’lük açık bir çoğunluk devletin bu konuda harcama yapması gerektiğine katılıyor eğitime daha fazla önem verilmesi isteniyor.

Bahsedilen diğer acil sorunlar, reform hızının düşüklüğü ve okulların yapısal koşullarının ve dijital cihazlarla donatılmalarının yetersiz olması.

Politikacıların bu sorunları nasıl çözmesi gerektiği sorusuna gelince, ankete katılanlar net fikirlerini dile getiriyorlar: Sınıfların sayısını artırmak ve bir öğretmenin aynı anda farklı okullarda iki sınıfı birleştirerek ders verdiği sözde hibrit öğretimi kullanmak. Sınıfların dijital olarak birbirine bağlanması ise şiddetle reddedildi. Ancak, personel eksikliği nedeniyle yeterince sunulamayan eksiklik olarak adlandırılan konularda öğretmenlerin yeniden vasıflandırılması, personel alımı, öğretmenlerin organizasyon içerikli görevlerden kurtarılması ve öğretmen ataması gibi önlemler alınmakta. Okullarda öğrenci yetiştirme çalışmaları büyük beğeniyle karşılanıyor. Öğretmen maaşlarının iyileştirilmesine yönelik destek de artıyor. Öğretmen eğitiminin ülke çapında standardizasyonu da oldukça popüler.

Eğitim barometresi, nüfusun çoğunluğunun okullarda daha iyi donanım ve öğretmenlerin çalışma koşullarında iyileşme görmek istediğini gösteriyor. “Welt” Yazarı Alan Posener’in fikirleri tamamen farklı bir yöne işaret ediyor: O okul sistemindeki tüm sorunların çözümünün okul sisteminin tamamen özelleştirilmesi olduğu görüşünde. Posener, “Alman okullarında antifeodal devrim”den ve her çocuğun özel okula gitme hakkından başka bir şey talep etmiyor. Ayrıca devlet finansmanının başarıya, yani notlara bağlı olduğu okullar arasındaki rekabeti de görmek istiyor. Posener, son zamanlarda mevcut özel okullara akının azalması nedeniyle devlet eğitim sistemini kâr amacına tabii kılmak istiyor. Araştırmalar, özel okulların daha iyi performans göstermediğini ancak sosyal açıdan oldukça seçici olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla Posener gibi özelleştirmeden yana olanlar, herkes için eğitim fırsatlarının iyileştirilmesiyle değil, en azından okul sistemi tamamen yıkılıncaya kadar yeni kâr kaynakları yaratmakla ilgileniyorlar. Daha sonra devlet, okulların yeniden inşası için çok daha fazla  para harcayacak.

Çeviren: Semra Çelik

Evrensel / 17.09.23