Türkiye’de seçim sonrası aşırı sağ ve milliyetçi çıkışlar tartışılırken Avrupa’da da durum farklı değil. Ülkeler, diller farklı fakat tartışma aynı. The Guardian yazarlarından Owen Jones bu haftaki köşesinde tam da bu konuya parmak basıyor. “Nasıl oldu da bu kadar batağa saplandık?” diyen Jones, “Batı dünyasında ana akım partiler aşırı sağa şiddetle karşı çıkma ve alternatif bir gelecek vizyonu sunma yerine onların söylem ve politikalarını taklit etme eğilimindedir. Elde ettikleri tek şey bağnazları meşrulaştırmak ve tartışma şartlarını belirlemelerine izin vermek oldu” diyor.
Sağcılaşma sadece açık faşist partilerin iktidara yaklaşmasıyla gerçekleşmiyor. Örneğin Almanya’da, çevre korunması konusunda duyarlılığı artırmak ve politik yetkililerin harekete geçmesini sağlamak için radikal eylemler yapan Letzte Generation/Son Nesil hareketine yapılan baskınlar, banka hesaplarına el konulması ve örgütün neredeyse terör örgütü ilan edilmesi tartışılıyor. Hedefin Son Nesil’le sınırlı olmadığı, gelecekte yapılacak hükümet karşıtı eylemlere nasıl müdahale edileceğinin gösterildiği, açıkça muhaliflere gözdağı verildiği görülüyor.
Fransa’da ise emeklilik yasası karşıtı mücadele sendikaların ortak eylem kararını 6 Haziran günü için almaları nedeniyle sönümlenmeye başladı. Ancak sendika yönetimlerinin aksine işçiler, sendikalarını da zorlayarak hakları için işyeri bazlı grevleri zorluyorlar. Sendika yönetimleri ise tüm ülkede etkili gerçek bir genel grevi örgütleme çağrısını henüz yanıtlamış değiller.
Avrupa genelinde aşırı sağ yükseliyor, normalleştirilmesi daha da korkutucu
Owen JONES
The Guardian
Avusturya, Fransa, Almanya, İsveç ve şimdi de İspanya. Ana akım ile aşırı sağ arasındaki güvenlik duvarı yıkılıyor
Normalleşme, olağan dışı veya aşırı bir şeyin gündelik hayatın bir parçası haline gelmesi sürecidir. Bir zamanlar dehşet ve öfke uyandıran şeyler, kısa süre içinde neredeyse hiç fark edilmez hale gelir. Donald Trump’ın varlığının siyasi hayatın bir gerçeği haline gelmesi belki de en bilindik örnektir. Ancak aşırı sağın normalleşmesi demokratik dünyanın her yerinde yaşanıyor.
Trump bir kez “normal” hale geldiğinde, daha da aşırı görünen olaylar da normalleşti. 2022 yılında yapılan bir anket, her beş Amerikalıdan ikisinin önümüzdeki on yıl içinde bir iç savaşın “en azından biraz olası” olduğunu düşündüğünü ortaya koydu. Bir siyaset bilimci, 2030 yılına kadar ABD’de sağcı diktatörlük olasılığından söz ediyor.
Aynı normalleşme süreci Avrupa siyasetinde de yaşanıyor. Milenyumun başında, Avusturya’nın aşırı sağcı Özgürlük Partisi (FPÖ), Nazi rejimine sempati duyduğunu gösteren yorumlar yapan Jörg Haider liderliğinde, muhafazakar Halk Partisi ile koalisyona girdiğinde sadece Viyana’da değil tüm Avrupa’da ve ABD’de kitlesel protestolar patlak verdi. Hatta AB, Avusturya’ya diplomatik yaptırımlar uyguladı. Önemli bir kırmızı çizginin aşıldığı anlaşılmıştı; Avrupa’nın kana bulanmış tarihi göz önüne alındığında, aşırı sağın çadırın dışında tutulması gerekiyordu.
Artık öyle değil. FPÖ 2017’de yeni bir koalisyon kurduğunda protestolar nispeten küçüktü. Bugün parti yerel seçimlerde zaferler kazanıyor ve Avusturya’daki kamuoyu yoklamalarında başı çekiyor. Artık ülkenin ana siyasi gücü olan FPÖ’nün bir sonraki hükümete liderlik etme şansı var. Bu arada, sağ kanadından gelen baskı altında, Halk Partisi giderek daha sert göçmen karşıtı politikalar benimsedi.
Bir de İspanya var. Mali çöküşten sonraki yıllar boyunca ülke, yükselen bir aşırı sağ partiye sahip olmaması nedeniyle pek çok Avrupa ülkesinin trendini bozmuş gibi görünüyordu. Solcu Podemos Partisinin önde gelen isimlerinin bu duruma bir açıklaması vardı: 2011 yılında patlak veren kemer sıkma politikalarına karşı kitlesel protestolar, hoşnutsuzluğun göçmenler gibi savunmasız gruplardan ziyade güçlü çıkar gruplarına yönelmesini sağlamış görünüyordu. Ancak 2019 genel seçimlerinde, göçmen düşmanlığı ve İspanya’daki bölgesel özerkliğe karşıtlığı ile tanımlanan aşırı sağcı Vox Partisi üçüncü oldu ve geçen hafta sonu yapılan yerel seçimlerde beklentileri aştı. Temmuz ayında bir erken genel seçim çağrısı yapıldı ve Vox yakında hükümette olabilir, İspanyol aşırı sağı Franco’nun düşüşünden bu yana ilk kez iktidar koridorlarında olacak.
Bu durum çarpıcı bir şekilde açık. Almanya’da aşırı sağcı Almanya için Alternatif (AfD) yükselişte: Yakın zamanda yapılan bir kamuoyu yoklamasında AfD’nin genel seçimlerde iktidardaki Sosyal Demokratların önünde ikinci olacağı tahmin ediliyordu. Diğer partiler ulusal düzeyde AfD ile çalışmayı reddedeceklerini söyleseler de, bu tür ilişkiler yerel düzeyde zaten mevcut ve Foreign Policy dergisinin yakın zamanda “Almanya’nın aşırı sağcı ‘güvenlik duvarının’ çatlamaya başladığını” ilan etmesine yol açtı.
Nitekim diğer partilerin Neonazi kökenli İsveç Demokratlar Partisi ile çalışmayı reddettiği İsveç’te de böyle olmuştu. Muhafazakar Moderate Partisinin Lideri Anna Kinberg Batra 2016 yılında bu partiyi ırkçı olmakla suçladı. Ancak son seçimde ikinci oldu ve sağcı bir hükümeti desteklemek için bir anlaşma yaptı.
Fransa’da Marine Le Pen ve partisi geçen yıl cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinde şimdiye kadarki en iyi sonuçlarını aldı. İtalya’nın başbakanı Giorgia Meloni, aşırı sağcı İtalya’nın Kardeşleri Partisinden. Doğu Avrupa’da ise fiilen aşırı sağcı bir otokrasi ile yönetilen Macaristan’da daha da aşırı bir parti olan Vatanımız Hareketi anketlerde yükselişte. Benzer şekilde, şu anda Ukrayna krizini maniple ederek sözde Rusya’nın ülkedeki etkisini araştırmak üzere bir komisyon kuran aşırı sağcı bir hükümet tarafından yönetilen Polonya’ya dikkat edin: Pratikte, muhalefeti taciz etmek için sahte bir bahane.
Nasıl oldu da bu kadar batağa saplandık? Artan ekonomik güvensizlik ve eşitsizliklerin, günah keçisi ilan etmeyi bir cevap olarak sunan aşırı sağ partiler için bol miktarda malzeme sağladığına şüphe yok. Eğer sol hareketler bu öfkeyi doğru hedeflere yöneltmekte daha başarılı olsalardı -sosyal yardımları kesen politikacılar, düşük ücretli işler sunan patronlar ve dünyayı krize sürükleyen finansal sistem gibi- o zaman belki de aşırı sağın cazibesi daha az olurdu.
Ancak ana akım partilerin suç ortaklığı olmadan da bulundukları yerde olamazlardı. Trump’ın, Obama karşıtlığı, İslamofobi ve halüsinatif komünizm karşıtlığı ile şimdi kendisinden nefret ediyor gibi görünen ABD Cumhuriyetçi müesses nizamının yarattığı bir canavar olduğu açıktır. Batı dünyasında ana akım partiler aşırı sağa şiddetle karşı çıkma ve alternatif bir gelecek vizyonu sunma yerine onların söylem ve politikalarını taklit etme eğilimindedir. Elde ettikleri tek şey bağnazları meşrulaştırmak ve tartışma şartlarını belirlemelerine izin vermek oldu.
Tarihteki en karanlık anlarımızdan ders aldığımızı sanıyorduk. Ancak aşırı sağa bir kez daha siyaset dışı muamelesi yapılmazsa, bizi yeni dehşetler bekliyor.
Çeviren: Sarya Tunç
‘Son nesil’e yönelik baskınlar siyasi protestoların gelecekte nasıl ele alınacağının habercisi
Ralf HOHMANN
UZ
“Son Nesil/Letzte Generation” iklim aktivistleri, yedi federal eyalette 200 polis memuru tarafından sabahın erken saatlerinde ziyaret edildi. Münih Başsavcılığı, bu tür eylemlerde alışılageldiği üzere, örgütün çeşitli hesaplarına erişimi engellemekle kalmadı, aynı zamanda Bavyera Eyaleti Kriminal Polis Bürosundaki internet uzmanlarına web sitesine el koyma talimatı verdi ve oraya bir uyarı notu koydu. “Son Nesil, Alman Ceza Kanunu’nun 129. paragrafına göre bir suç örgütü oluşturmaktadır!”. Birkaç saat sonra cümleyi tekrar sildi. Polis bunu “Yanıltıcı bir şekilde formüle etmişti” (Yanlış anlaşılacak ne var?) Üst düzey savcılar o anın sıcaklığıyla masumiyet karinesini geride bırakmış ve ilk şüphenin hemen suçluluğun kanıtlanmasına yol açtığı sonucuna varmışlardı.
Ceza Kanunu’nun 129. maddesi anlamında bir suç isnadı, kuşkusuz devletin örgütleri dağıtmak için kullanabileceği en güçlü silahlardan biridir. Sanılanın aksine, Ceza Kanunu’nun 129 a maddesinin “küçük kız kardeşi” (terör örgütü) sadece haraççılar, uyuşturucu satıcıları ve soygun çeteleri için değil, “Sürekli olarak suç işlemek” üzere tasarlanmış tüm yapıların sonunu getirmeyi amaçlamaktadır. Ve bu tür suçlarda, oturma eylemleri baskıya, kara yolu ya da hava trafiğine müdahaleye dönüştüğünde federal eyaletlerin savcılıkları hemen harekete geçmektedir.
Suç örgütü kurgusuyla burjuva devleti 1871’de her an başvurulabilecek çok yönlü bir araç yarattı. Bununla birlikte, siyasi olarak popüler olmayan hareketlere karşı kullanılması bir yeniliktir. Kolluk kuvvetleri, Ceza Kanunu’nun 129. maddesindeki ceza muhakemesi alet çantasının soruşturma ve müdahale için neredeyse sınırsız olanaklar sunduğunu keşfetti. İklim etiketi baskınının tadını bir kez aldıklarında, örneğin mühimmat veya nükleer silah depolarının önünde oturma eylemi çağrısında bulunan herhangi bir siyasi örgüt, elektronik gözetim, gizli soruşturmalar ve devletin yüksek ceza tehditlerine hazırlıklı olmak zorunda kalacaktır. Eleştirel hukukçuların Ceza Kanunu’nun 129. paragrafını, eylemin usuli kapsamını aşırı genişleten ve “apronun” kriminalizasyonunun sürekli genişlemesine köprü kuran bir “kapı açıcı” olarak adlandırmaları sebepsiz değildir.
Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Andreas Voßkuhle, 26 Mayıs’ta “Rheinische Post” gazetesine verdiği mülakatta, iklim aktivistlerinin eylemlerini, 1970’li ve 1980’li yıllardaki geniş protesto hareketlerinin devlete yönelik tehditleriyle kıyaslandığında “zararsız kum havuzu oyunları” olarak değerlendirdi. Voßkuhle böylece demokratik sivil direnişin gelecekte neleri hesaba katmak zorunda kalacağına dair bir tanıklık sunuyor.
Çeviren: Semra Çelik
Macron’a karşı mücadele devam ederken Fransa’da birçok sektörde grevler başladı
Samuel TISSOT
wsws.org
Milyonlarca işçinin Cumhurbaşkanı Macron’un emeklilik kesintilerine karşı aylarca süren sert mücadelesinin ardından, Fransız basını ve sendika bürokrasileri işçilerin Macron’a ve kapitalist devlete karşı mücadelesini bırakması konusunda umutsuz.
Sendika bürokrasileri 1 Mayıs’tan sonra, Macron’un emeklilik kesintilerine karşı 6 Haziran’da düzenlenecek “seferberlik gününe” kadar her türlü eylemi erteledi. Bu arada, Macron hükümetiyle yeni sosyal kesintileri müzakere etmekten ibaret olan “her zamanki işlerine” geri döndüler.
İşçi sınıfının ruh hali ise çok farklı. Macron’un mart ayında parlamentoda oylama yapılmadan yasasını zorla geçirmesinin ardından, nüfusun yüzde 62’si ekonomiyi bloke etmek ve Macron’u yenmek için genel grevi destekledi. Bir düzineden fazla grev gününde milyonlarca işçi yürüdü. Hayat pahalılığı artmaya devam ederken, halkın çoğunluğu “zenginlerin başkanını” yenmeye kararlı.
Fransa’nın dört bir yanında farklı sektörlerde gerçekleştirilen grev dalgasında işçiler Macron’a, bankalara ve şirketlere karşı mücadelelerini sürdürmeye çalışıyor. Geçtiğimiz hafta içinde posta işçileri, otobüs şoförleri, tekstil işçileri ve Disneyland Paris’te grevler başladı ya da var olanlar devam etti.
Sendikalara göre Disneyland’da 1500 ila 1800 arasında işçi 30 Mayıs’ta bir günlük greve gitti.
Disneyland çalışanları aylık 200 avro ücret artışı, pazar vardiyaları için iki kat ücret, seyahat ödeneğinin gözden geçirilmesi ve uyarlanmış saat uygulamasının (İşçilerin 8 saatten çok daha kısa ya da uzun vardiyalar yapmak zorunda kalması) sona erdirilmesini talep ediyor. Glassdoor’a göre Disneyland Paris’teki garsonlar, sanatçılar ve tezgah satıcıları yılda yaklaşık 16 bin avro kazanıyor. Disneyland Paris geçen yıl 47 milyon avro işletme kârı elde etti.
Disneyland yönetimi 26 Mart’ta yapılan bir toplantıda sendika yetkililerine herhangi bir taviz vermeyi reddettiklerini söyledi. Buna rağmen, Disneyland Paris’teki dört sendika (CGT ve UNSA ulusal sendikaları ile SIT77 ve SNS yerel sendikaları) şirkete sendikalarla görüşmelere devam etmesi yönünde baskı yapmak için bir günlük yürüyüşler düzenliyor.
İşçiler ise sendikalar mücadeleyi daha az tehdit edici kanallara yönlendirmek için harekete geçmeden önce mücadeleyi başlatmışlardı. Nitekim SIT77 sendikasından bir temsilci olan Damien Catel, Actu.fr’ye yaptığı açıklamada, “Bu, işçiler tarafından başlatılan ve sendikaların eşlik ettiği bir hareketti, tersi değil” dedi.
Güney Fransa’nın Aveyron bölgesinde posta çalışanları, kamuya ait posta şirketine karşı 31 Mart’ta başlayan süresiz bir greve başladı. Bölgenin posta hizmetlerinin 26 Nisan’da yeniden düzenlenmesinin ardından, işçiler daha uzun süre çalışmak zorunda kaldılar ve sürekli olarak personel yetersizliği yaşadılar. Bu da çok sayıda paketin hiç teslim edilmemesine yol açtı.
Sendika yetkilileri, sorunların ele alınması için yeni bir yeniden yapılanma çağrısında bulundu. Ancak, işçi sınıfının geniş kesimlerini harekete geçirecek büyük bir örgütlenme olmadan, böyle bir örgütlenmenin yine de hükümetin şartlarına göre gerçekleştirileceği açıktır: Personel kesintileri, daha uzun vardiyalar ve enflasyonun altında ücret artışları.
Toulouse’da Tisseo ulaşım işçileri 30 Mayıs’ta başlayan dört günlük bir greve çıktı. Grev günleri boyunca 12 otobüs hattı çalışmayacak ve düzinelercesi de azaltılmış hizmetle çalışacak. Toulouse tramvay seferleri de önemli ölçüde aksayacak. İşçilere, nisan ayında kaydedilen yüzde 5.9’luk yıllık enflasyon oranının oldukça altında, yüzde 2.8’lik bir ücret artışı teklif edildi. Bu yıldan önce Tisseo işçileri, ücretlerinin enflasyona göre ayarlanması anlamına gelen bir koruma maddesine sahipti. Grevciler ücret artışı ve bu maddenin geri getirilmesini talep ediyor.
Lille’de, Marquette’deki Vertbaudet fabrikasında çalışan 72 işçinin grevi 20 Mart’tan bu yana devam ediyor. Vertbaudet bir çocuk giysileri üreticisi; 2022 yılında 27 milyon avro kâr elde etti. Grevdeki işçiler ayda sadece 1500 avro kazanıyor, ancak birçoğunun 20 yıldan fazla kıdemi var. Grevcilerin başlıca talepleri 150 avro ücret artışı ve geçici işçi alımının durdurulması.
16 Mayıs’ta Vertbaudet fabrikasında grev yapan işçilere saldıran polis iki kişinin tutuklanmasına ve bir grevcinin hastaneye kaldırılmasına neden oldu. Vertbaudet’in Fransız siyasi elitiyle yakın bağları var: Eski Başbakan François Fillon’un oğlu Édouard Fillon tarafından yönetilen bir holdinge ait. Polis saldırısının ardından, greve destek veren bir CGT delegesi evinin yakınlarında maskeli haydutlar tarafından saldırıya uğradı ve bu kişiler aynı zamanda eşini ve oğlunu da tehdit etti.
Bu olaylar Başbakan Elisabeth Borne’un araya girerek şirket ile grevciler arasında yeniden görüşmeler yapılması çağrısında bulunmasına yol açtı. Ancak şirket herhangi bir ücret artışını reddettiği için bu tür görüşmeler şu ana kadar gerçekleşmedi. (…)
Fransız işçilerinin artan hayat pahalılığına karşı devam eden mücadeleleri, Macron’un emeklilik kesintisine ve savaşa karşı mücadeleyle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Fransız ve Avrupa emperyalizmi Ukrayna’daki NATO-Rusya savaşını tırmandırmaya hazırlanırken, Fransız toplumunun tamamı bir “savaş ekonomisi” olarak yeniden örgütleniyor. Egemen sınıf için bu, Macron’un emeklilik kesintisi gibi ücretlere ve sosyal haklara yönelik vahşi saldırıları gerektiriyor.
Buna karşı çıkmak için, tüm sektörlerdeki işçiler, sendika bürokrasilerinden bağımsız olarak, kendi mücadelelerini yönlendirmek ve Macron’u devirmek için bir genel grev hazırlamak üzere taban komiteleri oluşturmalıdır. Bu çabada Fransız işçiler, ücretlerine ve yaşam standartlarına yönelik saldırılara karşı çıkmak için kendi otobüs şoförleri ve posta işçileri taban komitelerini kuran Manş Denizi’nin ötesindeki kardeşlerini örnek almalıdır.
Çeviren: Dış Haberler Servisi
Evrensel / 04.06.23