Fransız emperyalizmine Afrika’dan kötü haber

Avrupa'nın Gündemi: Nijer darbesi eski sömürgeci Fransa için ciddi sonuçlar doğurabilir. İngiltere'de iktidar yoksullukla değil yoksullarla savaşıyor. Almanya'da eski bakanın ırkçı sözleri gündemde.

  • Çeviri
  • |
  • Basın derleme
  • |
  • 06 Ağustos 2023
  • 08:55

Fransız diplomasisi son günlerde gözlerini Nijer’e çevirdi. 2021’den beri iktidarda olan Nijer Cumhurbaşkanı Mohamed Bazum’un askeri darbeciler tarafından devrilmesi, Fransa için ciddi sonuçlar doğurabilir ve Afrika’daki emperyalist etkisinin yeni bir gerilemesini işaret edebilir.

İngiltere’de The Guardian yazarlarından Owen Jones, bu haftaki köşesinde çocuk şurubu olan Carpol’a ve gıdalara yönelik hırsızlığın artışından yola çıkarak hırsızlığın sınıfsal kökenine vurgu yapıyor ve hükümetin bu suçlar için daha büyük hapishane yapma ve yaptırımlar getirme “çözüm” önerisini eleştiriyor.

Almanya’da ise eski ulaştırma bakanı Ramsauer’in ekonomik nedenlerle ülkeye gelen mültecileri “haşarat”a benzetmesi tepkiye yol açtı. En fazla tepki göstermiş gibi yapanlar ise burjuva partiler ve sözcüsü oldukları sınıf. Onlar Ramsauer’e bu sözü “Yakıştıramadılar”. Telepolis’ten aldığımız yorumda ise faşizm ve burjuvazi arasındaki ilişki örneklendiriliyor; faşizmin halihazırda “ayaktakımının” değil burjuvazinin ideolojisi olduğunu hatırlatıyor.

Nijer’deki darbe: Afrika’daki Fransız emperyalizmi için yeni bir yenilgi mi?

Nathan ERDEROF
Revolution Permanent

Nijer’de karmaşanın ardından darbeciler lehine durum değişiyor gibi görünüyor. Muhalefetin bir kısmı ve genelkurmay, Nijer Cumhurbaşkanı Mohamed Bazum’un geçtiğimiz hafta çarşamba sabahı başlayan ve koruma alayı tarafından alıkonulmasından bu yana tarafsız bir tutum sergilemişlerdi. Ancak sonunda onlar da darbecilere katıldılar. Bu ani hareket Paris ve Washington’u şaşırttı ve etkisiz bıraktı.

Paris ise durumu yakından takip ediyor ve endişesini gizlemiyor. Dışişleri Bakanı Catherine Colonna, “Hükümetin zorla ele geçirilmesine yönelik her türlü girişimi sert bir şekilde kınadı”. Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron da ona katılarak Başkan Bazum’un “serbest bırakılmasını” talep ederek, bölge için “tehlikeli bir darbe” olarak nitelendirdiği olayı kınadı. France 24 Büyük Muhabiri Cyril Payen ise, genel ruh halini özetliyor: “Bu, Fransa için gerçekleşebilecek en kötü senaryo.”

Evet, gerçekten de Sahel’deki on yıllık müdahale sonrasında, 2022 yazında Operasyon Barkhane’ın sona ermesiyle Fransa, askeri gücünün merkezini Nijer bölgesine yeniden konuşlandırmaya karar vermişti. Böylelikle ülkenin başkenti Niamey’de 1500 Fransız askeri görevlendirilmiş durumdaydı. Ekonomik açıdan Nijer ayrıca Kazakistan’ın ardından, Fransa’nın ikinci en büyük uranyum tedarikçisi. Nijer’den ithal edilen uranyum, Fransa elektriğinin üçte ikisini üreten nükleer santralleri beslemek için hayati öneme sahip. 2020 yılında Niamey, aynı zamanda Fransız cevher ithalatının üçte birini temsil ediyordu.

Mali ve Burkina Faso’nun ardından, Nijer, Batılı devletler ve Fransız emperyalizmi ile müttefik olan ve son üç yılda darbe yaşanan üçüncü ülke oldu. Darbelerin ardından Mali ve Burkina Faso’daki yönetimler, Fransız ordusunu ülkelerinden çıkararak, askeri ve güvenlik alanında Rusya’ya doğru yönelmiş durumdalar. Buna rağmen son bir yıldır, Fransa eski sömürgelerindeki çıkarlarını devam ettiriyor çünkü bölgedeki ülkeler hâlâ Fransa’ya birçok yönden bağımlılar. Özellikle ekonomik açıdan; Burkina Faso, Mali ve Nijer hepsi Fransız para birimi olan CFA Frangı kullanıyorlar. Bu nedenle Niamey, Fransız emperyalizminin Afrika alanındaki askeri ve stratejik olarak merkezi bir üstü ve daha önce hiç olmadığı kadar önemli bir rol oynamaktaydı.

Sahel’deki “cihatçılarla mücadele” konusundaki Fransız stratejisinin, Nijer’deki durumdan nasıl etkileneceğini ise kesin olarak söylemek zor. Birçok güvenlik meselesinin kesişim noktasında bulunan ülke, Libya’daki kaos, Nijerya’daki Boko Haram ve IŞİD-Batı Afrika, cihatçı saldırılardan ciddi şekilde etkilenen Benin’in kuzeyi ve aynı zamanda Mali ve Burkina Faso ile çevrilmiş durumda. Bu nedenle durumun daha da kötüleşmesi olası görülüyor. Ancak, burjuva analistlerin aksine, Fransa devletinin varlığının yerel halk ve işçiler için bir “garanti” oluşturduğunu düşünmüyoruz. Aksine, Fransız askeri varlığı, cihatçı gruplara karşı aciz kalmakla kalmamış, aynı zamanda bölgenin militarizasyonuna ve dolayısıyla proletaryanın düşmanlarının güçlenmesine katkıda bulunmuştur.

Sahel’deki Fransız müdahalesine karşı halkların artan hoşnutsuzluğu devam ederken, Nijer darbecileri de ilk olarak düşmanlık işaretlerini göndermekten çekinmediler. Perşembe günü televizyonda okunan bir açıklamada, darbe sözcüleri “Sınırların kapatılmasıyla ilgili talimatlarına rağmen, Fransız ortaklar, Niamey Uluslararası Havalimanına A400M tipi askeri uçak inişi yaparak bu talimatlara uymadığını” ifade etti. Gün içinde Niamey ve başkentin batısındaki Dossey’de çeşitli gösteriler düzenlendi. Bu gösterilerde “Kahrolsun Fransa, yaşasın Rusya” şeklinde sloganlar atıldığı bildirildi. Diğer taraftan ise, perşembe günü St. Petersburg’da başlayan Rusya-Afrika zirvesinde (Kremlin’e göre 49 Afrika ülkesi ve 17 devlet başkanının katıldığı) Rus-Afrika iş birliğinin güçlendirilmesi konusunda görüşmek üzere bir araya gelmişlerdi. Rus paramiliter grubu Wagner’in Lideri Yevgeny Prigojin sosyal medyada darbeden memnuniyetini dile getirmekten çekinmedi.

Ayrıca, bu darbenin sonucu ne olursa olsun, Nijer’deki durum Fransız emperyalizminin Afrika’da giderek daha kırılgan olan pozisyonunu zayıflatıyor. Perşembe gününden itibaren “Demokrasiyi koruma” çağrıları yapan Paris’in sorumluluğu unutulmamalı. Demokrasiyi bir paravan olarak kullanan Fransa, örneğin Çad’daki Déby klanı gibi otoriter askeri rejimi, finansal ve siyasi olarak destekledi ve hâlâ da desteklemeye devam ediyor. Aynı Fransa, müdahaleci geleneğinden vazgeçtiğini iddia etmesine rağmen, “terörle mücadele” bahanesiyle, bölgedeki silahlı grupların büyümesine ve çatışmaların etnikleşmesine katkıda bulunuyor. Sahel’de yaklaşık 10 yıl boyunca işlenen keyfi infazlar, aşağılamalar ve zulümlerle birlikte anılan çatışmalarda Fransız ordusunun suçu aşikar.

Nijer halkı için ise durum son derece ciddidir. Ekonomik kırılganlık ve güvenlik istikrarsızlığı arka planında, bazı kesimler darbeyi (2020’den bu yana Nijer’de üçüncü darbe) olumlu bir şekilde karşılamış gibi görünüyor. Ancak “Fransızafrika”politikalarının ve Fransız emperyalizminin mirası olan ve yolsuzluklarla suçlanan “demokratik rejimlerin kazanımlarını” savunmak için hiçbir halk tepkisi olmaması da gözlemlenmektedir. Hatta, ordu ve iktidardaki özel kuvvetler birlikleri tarafından yeni bir otoriter dönemeç riski söz konusu iken, Nijer halkının var olan sorunlara cevap üretmesi ise uzak bir ihtimal.

Bu durum karşısında, Nijer’deki işçilere ve gençliğe uluslararası dayanışma göstermek ve özellikle Fransız emperyalizmi gibi yabancı müdahalelere karşı çıkmak daha da önem kazanıyor. Fransız ve Batılı hükümetler, Fransa’daki işçilerin ve halk kesimlerinin Afrika’daki Fransız sermayedarlarının aynı hedeflere ve çıkarlara sahip olduğunu iddia ediyorlar. Ancak durum gerçekte tam tersidir. Fransız emperyalizmi Afrika halklarını sömürdükçe, Fransa’daki işçi sınıfını sömürmek için daha güçlü hale gelir. Fransız emperyalizminin Afrika’daki ve diğer yerlerdeki gerilemesi, işçilerin burjuvaziye karşı mücadelesinde daha iyi bir konuma gelmelerini sağlar, ancak bu durum aynı zamanda burjuvazinin iç politikada daha saldırgan olmasına neden olur. Dolayısıyla, mevcut baskıcı ortamda, Fransız emperyalizminin suçlarını ve eylemlerini kınamak aciliyet taşımaktadır.

Çeviren: Eren Can

Çökmüş bir Britanya’da muhafazakarlar, Calpol ve çocukları için yiyecek çalan hırsızlara odaklanıyor

Owen JONES
The Guardian

Yoksulların kabahatlerine karşı her zamankinden daha şiddetli bir baskı gerçekten adalet midir? Bir hükümet bakanı mağaza hırsızlarını hapsetmek için yeni hapishaneler inşa etmeyi önerdiğinde, Muhafazakarların öncelikleri teknik renklerle ortaya çıkıyor: Yoksulluğun nedenlerinden ziyade belirtilerine savaş açılmalı. Bu, çay içmek ya da Morris dansı yapmak kadar Britanya’ya özgü bir gelenektir. 1720’deki “Güney Denizi balonu” çöküşünden sonra ekonomi dibe vurduğunda, Kara Yasa olarak adlandırılan yasa kabul edilmiş ve hayatta kalmak için özel parklarda kaçak hayvan avlayan ve açlıktan kırılan ezici çoğunluğu yoksul Britanyalılara ölüm cezası getirilmişti. Bugünün adalet sistemi suçluları darağacından kurtarıyor, ancak o zamanki adalet sistemini tanımlayan aynı sınıfsal intikam duygusuyla hareket ediyor: Sosyal yardım dolandırıcılığından yargılanma olasılığınızın vergi dolandırıcılığından 23 kat daha fazla olmasına rağmen, ikincisinin ekonomiye dokuz kat daha fazla maliyeti olduğuna tanık olun.

Muhafazakarların iktidara tutunma planı artık çok açık: Seçmenlerin en kötü içgüdülerine hitap etmek. Sürekli hırsızlık yapanlara çözüm olarak zorunlu hapis cezaları önermek de bu korkunç paketin bir parçası. Pratikte bu, daha fazla sayıda yoksul ve çoğu zaman travma geçirmiş vatandaşı toplayıp, personel sendikasının “Patlamayı bekleyen barut fıçısı” olarak tanımladığı aşırı kalabalık kurumlara kapatmak anlamına geliyor. Mağaza hırsızlığının yoksullukla olan bağlantısı tartışılmaz. Geçen yıl, yeni emniyet başmüfettişi bile memurların, karınlarını doyurmak için hırsızlık yapanları kovuştururken “takdir yetkisini” kullanmaları gerektiğini söyledi ve ekledi: “Ne zaman hayat pahalılığında bir artış görseniz ya da ne zaman daha fazla insanın yoksulluğa düştüğünü görseniz, bence kaçınılmaz olarak suçta bir artış göreceksiniz.” Haklıydı: Hırsızlık son altı yılda iki kattan fazla artarak geçen yıl 8 milyon vakaya ulaştı.

Bu artışın ani bir kleptomani salgınına bağlanması makul değil. Milyonlarca insanı kendilerini yeterince besleyecek araçlardan mahrum bırakırsanız, bir kısmının umutsuz önlemlere başvurmasını bekleyebilirsiniz. İngiltere’de çocuk yoksulluğunun en yüksek olduğu doğu Londra ilçesi Tower Hamlets’i ele alalım. Belediye meclisinin yakın zamanda yayımladığı bir rapor, en çok çalınan ürünün Calpol olduğunu ortaya koymuş, rapor şöyle diyor “Çaresizlik hırsızlığın artmasına neden oldu. Temel ihtiyaç maddelerinin ve ilaçların çalınması arttı.” Şimdi, bazıları yoksulluğun otomatik olarak hırsızlığı doğurduğunu iddia etmenin saldırgan olduğunu iddia edebilir: Milyonlarca zor durumdaki Britanyalı hırsızlıktan kaçınmayı başaramıyor mu? Elbette, ama ihtiyacı olan bir çocuğunuz varsa Calpol çalmak gerçekten de korkunç derecede sorumsuzca mı? Belki de siz sadece mülke bir çocuğun refahından bile daha fazla değer veriyorsanız öyle olabilir.

Ne de olsa bizimki, pek çok vatandaşını açlığa mahkum edecek kadar yoksulluğa mahkum etmiş zengin bir toplum. Trussell Trust’a göre, geçen yıl her yedi Britanyalıdan biri yeterli parası olmadığı için açlık çekmiştir; yani 11.3 milyon kişi. En zengin beşte birlik kesim, hükümetin tavsiye ettiği sağlıklı beslenmenin maliyetini karşılamak için harcanabilir gelirlerinin yalnızca yüzde 11’ini harcamak zorunda kalırken, bu oran en yoksul beşte birlik kesim için yüzde 50’ye ulaşmaktadır. Bu da milyonlarca kişinin öğün atlaması ve okul çocuklarının boş karınlarını doyurmak için akranlarından yiyecek çalması anlamına geliyor. Gıda bankalarından yardım amaçlı gıda paketleri alanlar arasında hemşireler de var. Bunlar gerçek suçlar olarak görülmeli, en çaresiz vatandaşlarımızdan bazılarının yemek için çalmak zorunda hissetmeleri ve süpermarketlerin 3.99 sterlinlik peynir bloklarına güvenlik etiketleri yerleştirmelerine yol açmaları değil.

Kabul etmek gerekir ki, bu tür hırsızlıkları tetikleyen sadece açlık değildir. Hırsızlık yapanların önemli bir kısmının uyuşturucuyla sorunlu ilişkileri vardır ve bağımlılıklarını beslemek için hırsızlık yapmaktadırlar. Ancak uyuşturucu bağımlılığı ve travma arasındaki bağlantı, yoksullukla olduğu gibi uzun zamandır bilinmektedir: Örneğin İskoçya’da, en yoksul bölgelerdeki insanların sorunlu uyuşturucu kullanımı yaşama olasılığı, en az yoksunluk çeken topluluklardaki insanlara kıyasla yaklaşık 18 kat daha fazladır. Bozuk bir toplumun kurbanlarını hapsetmeye mahkum etmek nasıl bir çözüm olabilir?

Halihazırda mahkumların yüzde 90’ının en az bir akıl sağlığı ya da madde kötüye kullanımı sorunu bulunmaktadır. Hapishane sistemimiz, İngiliz halkının en yoksul, en travmatize olmuş, akıl hastası üyelerinden bazılarını hapsediyor ve sonra da buna adalet diyor. İhtiyaç duyulan şey, suçluları kendilerine ve başkalarına zarar vermeye iten ruh sağlığı sorunlarını hafifletecek destek ve bakımdır, hapishane hücresinde tekrarlanan süreler değil. Hırsızları hapis cezasına mahkum etmek, başka şekillerde de kendi kendine zarar verebilir: Kanıtlar, cezaevinin bir suç okulu olarak hareket edebileceğini ve diğer suçlara açılan bir kapı görevi görebileceğini göstermektedir.

Bir kişiyi hapse atmak yaklaşık 65 bin sterline mal olurken, parmaklıklar ardında geçirdikleri her yıl için de 40 bin sterlin harcanıyor: Bu para, hırsızlığı önlemeye harcanabilir. Hükümet, sağcı gazeteleri kanun ve düzen pornosuyla gaza getirmek yerine, böylesine zengin bir ülkede var olması şeytani bir durum olan açlığı ortadan kaldırmaya odaklansa, hırsızlık oranlarının hızla düşeceğini görecektir. Hayat pahalılığı krizi sırasında sosyal güvenlik kesintilerini tersine çevirmek ya da örneğin kiraları kontrol altına almak, çaresiz ebeveynlerin Calpol ya da peynir blokları çalmasını, özgürlüklerinden mahrum bırakılma tehdidinden daha fazla önleyecektir. Ancak iklimden suça, bu hükümet iktidarı elinde tutmak için en büyük şansının acımasızca cehalet ve bağnazlığa başvurmak olduğuna inanıyor. Bu, her zaman olduğu gibi adalet değil, sınıf savaşıdır.

Çeviren: Sarya Tunç

Faşizm ayaktakımının değil burjuvazinin ideolojisidir

Claudia WANGERIN
Telepolis

Faşizm genellikle ayaktakımının ve eğitimsizlerin tutumu olarak tasvir edilir. Ancak sağcı popülistler için onlar oy potansiyelinden başka bir şey değildir. Aslında solcuların sahip olduğu sınıf nefreti onlara nasıl da fayda sağlıyor.

Son olarak CSU’lu (Hristiyan Sosyal Birlik) siyasetçi ve eski ulaştırma bakanı Peter Ramsauer, yoksulluk göçü ile bağlantılı olarak söylediği “haşarat” sözüyle burjuva olarak anılmaktan hoşlanan siyasi kampı utandırdı. Sol Parti “Halkın kusursuz bir şekilde kışkırtıldığından” bahsetti ve Ramsauer’i Federal Meclisteki görevinden istifa etmeye çağırdı.

Ancak düşüncelerinin bu kısmı aslında yayımlanmak üzere tasarlanmamıştı ve bu Mittelstand Digital dergisine verdiği röportajdan çıkarıldı.

“Deng Xiao Ping bir keresinde şöyle demişti: ‘Pencereleri çok açarsanız, bir sürü haşarat da sizinle birlikte içeri girer.’ Göçmenlik sorununa uygulandığında bu, kalifiye işçilerin yanı sıra çok sayıda ekonomik mülteci getirmemeye dikkat etmemiz gerektiği anlamına geliyor.”

Peter Ramsauer (CSU) Berliner Zeitung’da yer alan bir habere göre röportajın orijinal versiyonunda bunu söylemişti.

Birçok kişi bunu burjuva terbiyesinin sınırlarını ihlal etmek olarak gördü; bu söz artık sadece resmi olarak komünist olan eski Çin Devlet Başkanı Deng Xiao Ping’e ait olduğu için değil, aynı zamanda AfD’li (Almanya İçin Alternatif) aşırı sağcı politikacıların ırkçı çıkışlarını anımsattığı için de söylenmemeliydi. Bunu söyleyenler muhtemelen ekonomi politikası açısından CSU’lu adama daha yakınlar; çünkü o hâlâ burjuva, zengin takımın sözcüsü…

Ancak Almanya’da farklı bir dil kullanımı devam ediyor: Focus dergisi bu yılın başında AfD’nin “bir burjuva partisi olma şansını kaçırdığını” söyledi. Bunun yerine AfD bir “sağ popülist rezervuarı”dır. Buna göre, orta sınıflar sadece sosyoekonomik olarak “cahillerden” daha iyi durumda değil, aynı zamanda ahlaki olarak da daha iyi durumdadırlar. “Burjuvalar halkı asla popülist bir şekilde araçsallaştırmaz, onları bölmez ya da zayıflara karşı kışkırtmaz.” Yoksa yapar mı?

Klasik burjuva geçmişi olan ve bunu sorgusuz sualsiz yapan insanlar, burjuvazinin temiz kalabilmesi için çaba harcıyor. Sanki AfD’nin Bugünkü Lideri Tino Chrupalla’nın en büyük sorunu, Eş Başkanı Alice Weidel’in aksine, bu siyasi partinin bir parçası olmadan önce okumamış ama usta bir ressam olmayı öğrenmiş olmasıymış gibi. Bu proleter mesleğin, çeyrek asırdan fazla bir süre boyunca CDU ortamında onu gerçekten şekillendirip şekillendirmediğini göreceğiz.

Weidel’in ekonomi ve işletme eğitimini sınıfının en iyisi olarak tamamladığı söyleniyor; ve Thüringenli AfD Dış Politika Uzmanı Björn Höcke, eğitimli bir tarih öğretmeni olarak, kurtlar ve koyunlar hakkında konuşurken kimden ödünç aldığını kesinlikle çok iyi biliyor.

AfD’de hâlâ profesörler var, ancak sol-liberal Kraftklub Şarkıcısı Felix Kummer 2019’da zaten vurgulamıştı: “Bu artık bir profesör partisi değil, bunlar artık entelektüel Avrupa eleştirmenleri değil, bu partide sıkı faşistler var.”

Yaklaşık 30 yıldır antifa sahnesinde popüler olan “Arschloch” (Pislik) nakaratlı Ärzte şarkısı da ince çizgili fraksiyonu görmezden geliyor ve “Hiçbir şey bilmeyen” aptal, küçük, eğitimsiz bot Nazi klişesine hizmet ediyor. Bu arada, internet kitlesel bir mecra haline geldiğinden beri, kötü Almanca yazımlarına içtenlikle gülünen kişiler bunlar.

Bu bazı durumlarda ne kadar anlaşılabilir olsa da, yukarıdan gelen sınıfsal nefret için kolayca bir mazeret haline gelebilir. Ne de olsa, nihayetinde siyaseten doğrudur ve kişinin kendi eğitimli burjuva ayrıcalıkları nihayetinde kötü hissetmek için bir neden değildir. Hem zaten faşizm bir çete hareketiydi, değil mi?

Hitler yönetimi Hannah Ahrendt’in ifadesiyle, ayak takımı ile seçkinler arasında bir ittifaktı ve daha sonra fabrika sahiplerine zorla çalıştırılan işçiler sağlanırken siperlerde tüyleri dökülen ayak takımından çok seçkinlere yaradı. Örneğin, sadece Siemens şirketi için yaklaşık 120 bin kişi köle olarak çalıştırıldı ve bu şirket savaştan sonra on yıllar boyunca tazminat ödemekten kaçındı.

Burjuva bürokratlar ve teknokratlar, “korkunç avukatlar” ve toplama kampı doktoru Josef Mengele gibi vicdansız doktorların iş birliği olmasaydı, faşizm iktidarı bu kadar uzun süre elinde tutamazdı. Mülk sahibi ve eğitimli burjuvazi, 1945’te bazı açılardan hiç var olmayan “sıfır saatini”, ilkokul diplomalı ortalama bir askerden daha fazla zarar görmeden geçirdi.

Mengele savaştan sonra saklanırken, bazı Nazi avukatları Federal Cumhuriyet’te kariyer yapmaya devam etti, hatta  bazıları “burjuva” etiketini bir ahlak abidesi gibi önlerinde taşıyan partilerde. Örneğin Eski Deniz Yargıcı Hans Filbinger, NSDAP parti üyelik defterini CDU defteriyle değiştirdi ve 1966 yılında Baden-Württemberg Eyalet Başkanı oldu.

Ancak 1978 yılında, kendisinin de dahil olduğu ölüm cezalarına ilişkin kamuoyu tartışmalarının ardından istifa etmek zorunda kaldı. Yine de, herhangi bir suç işlediğinin farkında değildi. Filbinger 2007’de öldüğünde bu görevi yürüten partili meslektaşı Günther Oettinger, “O zaman doğru olan bugün yanlış olamaz” cümlesi de dahil olmak üzere her şeyi affetti ve ona övgüler yağdırdı: Kelimenin tam anlamıyla bir babaydı ve seçmenler tarafından eşi benzeri görülmemiş derecede güveniliyordu. Baden-Württemberg eyalet hükümeti bu seçkin şahsiyeti büyük bir minnettarlık ve saygıyla anmaktadır.

Ancak 1945’ten önce başarılı olan tüm avukatlar siyasete girmedi. Savaş sonrası ilk on yılların burjuva yargısına da eski Naziler nüfuz etmişti. Hukuk profesörü ve 1934 tarihli “Arbeitsordnungsgesetz”in ortak yazarı Hans Carl Nipperdey, genç Almanya’da kendisi için bugün hâlâ etkili olan bir anıt yaratmayı bile başardı: Almanya’da siyasi grevlerin yasa dışı ilan edilmesi onun bir uzman görüşüne dayanıyor.

AfD üyeleri bu hukuki görüş konusunda sendika solcularından kesinlikle daha rahatlar. Kendimizi kandırmayalım: AfD yabancı ya da uydurma bir organ değil, sistemin etinden bir et. Kendisini ne kadar düzen karşıtı bir parti olarak sunarsa sunsun sistemin bekası için gerektiğinde kullanılacak bir organ.

AfD’nin burjuva olan her şeyi reddetmesi, ekonomik ve sosyal politika açısından çıkarlarını hiç temsil etmediği insanlardan, yani kendilerini dışlanmış ve ötekileştirilmiş hisseden gerçek “cahillerden” oy almasına bile yardımcı olabilir. Ancak AfD için bunlar yalnızca oy potansiyelidir.

Çeviren: Semra Çelik

Evrensel / 06.08.23