“Avrupa’nın yüz karası” olarak mülteci politikası

İnsan onuruna yaraşır etkili bir mülteci politikası mültecilere karşı değil, mültecilik ve göç olgusunu yaratan nedenlere karşı mücadele etmeyi gerektirir. Nedenleri yaratan kapitalist sistem olduğuna göre emperyalistlerin böyle bir mücadele yürütmeleri mümkün değil.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 05 Ekim 2023
  • 19:00

Son haftalarda AB ülkelerinde mülteci-göç sorunu yeniden hararetli tartışmalara konu olmaya başladı. Türkiye gibi ülkelerle bu konuda yapılan kirli pazarlıklar da tartışmaların bir parçasını oluşturuyor. AB devletleri henüz tek tip bir mülteci ve göç politikası üzerinde anlaşmaya varmasalar da “mültecilere karşı mücadelenin” sorunlarını tartışıyor ve daha acımasız önlemlerin alınması konusunda ortaklaşıyorlar. Mültecilere “çekici görünmemek” için “acımasız caydırıcılık” yöntemlerine başvuruyorlar. Göçün, başka şeylerin yanı sıra “iç istikrarı tehdit eden bir olgu” olarak sunulması ise konunun büyük ölçüde güvenlik politikası alanına dahil edilmesini meşrulaştırmayı hedefliyor.  

Dış sınırlardaki yüksek duvarlar, dikenli tel örgüler, askeri devriyeler, drone ve uydu gözetim sistemi, askeri önlemlerin sıkılaştırılması, Frontex’in her alanda güçlendirilmesi, Türkiye, Tunus vb. ülkelerle yapılan şaibeli anlaşmalar, mültecilere karşı artan ırkçı söylemler, artırılan acımasız önlemler, toplama kampları, keyfi tutuklamalar, işkenceler, polis şiddeti gibi uygulamalar… Tüm bunlar “Avrupa değerleri” ile övünmeyi pek seven AB burjuvazisinin ikiyüzlülüğünü sergilemektedir. Her yıl Berlin Duvarı’nın yıkılmasını kutlamak gibi yüzsüzlükler sergileyenler, Ceuta ve Melilla’da, Sırbistan’da, Bulgaristan’da, Yunanistan ve Macaristan’da yeni duvarlar inşa ettiler. Özgürlükler üzerine ikiyüzlüce konuşmayı pek seven Avrupalı ​​kapitalistler hem içeride hem dışarıda özgürlükleri yok etme seferberliği içindeler.

Mültecilerin genellikle ilk giriş yaptığı İspanya, İtalya, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Slovakya, Macaristan, Polonya gibi AB üyesi ülkeler, göçmenlerin önünü kesmek için en sert yöntemleri kullanıyor. Bu ülkelere girmeyi başaranlar ise acımasız muameleler görüyor, toplama kamplarında en rezil koşullarda yaşamaya terk ediliyorlar. Sadece sağcı ve faşist güçler değil, bizzat Avrupa burjuvazisi de mültecilere karşı sistematik olarak saldırgan bir kampanya yürütüyor. Acımasız caydırıcılık yöntemlerine yenileri ekleniyor. İtalya olağanüstü hal ilan ediyor ve işi yaklaşık 5 bin Euro’luk bir depozito talep etmeye kadar vardırıyor. Bu paranın, bir aylık yaşam ve konaklama masraflarının yanı sıra sığınma başvurusunun nihai olarak reddedilmesi durumunda göçmenlerin ülkesine geri gönderilme masraflarını karşılaması amaçlanıyor. Bunun göçmenleri caydırmaya yönelik insanlık dışı bir tedbir olduğu sır değil.  

Öte yandan, tahkim edilmiş bir “Avrupa Kalesi” yaratma politikası yüzbinlerce kişiyi Avrupa’ya ulaşma arayışı içinde insan kaçakçılarının ağlarına düşürüyor. Bu alan milyarlarca doların döndüğü devasa bir pazar haline gelmiş bulunuyor. Çeşitli tahminlere göre mülteciler son 15 yılda yasa dışı yollarla AB’ye ulaşmak için yılda en az bir milyar avro harcıyor.

Avrupalı kapitalistler sınırlarını duvarlarla kapattıkça erişim yolları da o kadar tehlikeli hale geliyor. Her yıl yüzlerce kişi bu yollarda hayatını kaybediyor. Dolaysıyla burjuva medyada insan kaçakçılarının sanki sorunun tek nedeniymiş gibi şeytanlaştırılması, asıl suçluların aklanması içindir. Elbette insan yaşamına hiçbir önem vermeyen, yalnızca para ve çıkar hesabı yapan insan kaçakçılarının suçları görmezden gelinemez. Ancak bu “pazarı” yaratanın bizzat emperyalist devletlerin politikaları olduğu gerçeği de göz ardı edilemez.  

Emperyalist müdahalelerin yarattığı yıkımdan kaçış 

“Sermaye birikimi, buna karşılık gelen bir sefalet birikimini gerektirir. Zenginliğin bir kutupta birikmesi aynı zamanda sefaletin, eziyetin, köleliğin, belirsizliğin, vahşetin ve ahlaki yozlaşmanın karşı kutupta birikmesidir.” (K. Marx)

“Kapitalist toplum sonsuz bir dehşettir…” (Lenin) 

Sistemin ürettiği bu yalın gerçeğin kendini tüm çıplaklığıyla gösterdiği alanlardan biri de mültecilik-göç sorunudur. Emperyalist-kapitalist sistemin temsilcileri tarafından da 21. yüzyılın en temel sorunlardan biri olarak kabul edilen mülteci-güç sorunu,100 milyonu aşkın insanın dehşet verici trajedisine dönüşmüş durumda. Bu alanda insanlığın yaşadığı “eziyetin, köleliğin, belirsizliğin, vahşetin ve ahlaki yozlaşmanın” manzaralarına hemen her gün tanık olunuyor.

Dünya çapında mültecilerin sayısı sürekli artıyor. BM Mülteci Örgütü’nün Küresel Eğilimler Raporu’na göre 2022 yılı sonunda 108 milyondan fazla insan yerinden edildi. İç çatışmaların-boğazlaşmaların, bölgesel emperyalist müdahale ve savaşların, yoksulluğun, açlığın ve sosyal yıkımın dehşetinden kaçan insanların on binlercesi, denizlerde, tır ve kamyon kasalarında, düştükleri tehlikeli yollarda ve bir kısmı da insan kaçakçılarının ellerinde ölüyorlar. “Umut” olarak gördükleri ülkelere varanlar ise toplama kamplarında insanlık dışı koşullara mahkum ediliyor, perişan bir yaşam içinde tutuluyorlar.

Mültecilerin büyük çoğunluğunu iç boğazlaşmaların, emperyalist savaş ve müdahalelerin yaşandığı ülkelerden kaçanlar oluşturuyor. Dolaysıyla emperyalizm, bu ülkelerdeki çok kapsamlı yıkıcı durumun ve mülteciliğin doğrudan nedenidir. Yugoslavya, Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Yemen, Ukrayna gibi ülkeler, emperyalist saldırı ve savaşa maruz kaldıktan sonra göç vermeye başladılar. Emperyalist müdahaleler sonucunda çatışmaların kışkırtıldığı veya rejimlerin devrildiği her yerde sonuç, “modern demokratik bir yönetimin kurulması” değil, çıplak barbarlık olmuştur. Zira emperyalizm her yere barbarlık taşımaktadır. NATO’nun saldırganlığı ve kışkırtmaları sonucu Rusya’nın 2022’de Ukrayna’ya saldırısı, günümüz Avrupa’sındaki en büyük mülteci akınını tetikledi. Savaşın başladığı günden bu yana milyonlarca kişi mülteci durumuna düştü. Ukrayna’da süren savaş, Ukrayna nüfusunun neredeyse yüzde 50’sini iç ya da dış göçe zorladı.

Şiddetli çatışmalar, insanların evlerini terk etmelerinin ana nedenlerinden biridir. Konuyla ilgili yayınlanan raporlarda son on yılda iç savaşların sayısı ve süresinin önemli ölçüde arttığına işaret ediliyor. Bu çatışmaların-savaşların büyük bir kısmı Afrika’nın Sahel bölgesinde ve Orta Doğu’da yaşandı. 2021 yılında dünya çapında savaşlar, silahlı çatışmalar ve diğer siyasi şiddet türleri nedeniyle 42 bini Afganistan, 18 bini Yemen ve 10 bini aşkını Myanmar’da olmak üzere toplam 145 binden fazla insanın öldüğü belirtiliyor. Tarım arazileri, evler, hastaneler, yollar ve okullar gibi altyapıların tahrip edilmesi de halk üzerinde devasa yıkıcı etkiler yaratmaktadır. Sadece silahlı çatışmalar nedeniyle 77 milyona yakın insan açlıkla karşı karşıya kaldı. Örneğin, emperyalist kuşatma altında tutulan Suriye ve Yemen’deki sağlık hizmetleri çok sayıda hastanenin bombalanmasıyla adeta çöktü. Aşırı hava olayları ve koronavirüs salgını, özellikle de çatışma bölgelerindeki savunmasız insanlar üzerinde büyük bir yıkım yarattı. 2021’de 235 milyon kişi insani yardıma muhtaç duruma düşürüldü.

Ülke İçinde Yerinden Edilme İzleme Merkezi’ne göre, 2021 yılında dünya çapında 14 milyondan fazla insan kendi ülkelerindeki şiddet ve çatışmalardan dolayı başka bir bölgeye kaçtı. Bunların çoğu Etiyopya, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Afganistan’daydı. Bu, çatışma nedeniyle ülke içinde yerinden edilen kişilerin toplam sayısının dünya çapında 53 milyonu bulduğu tahmin ediliyor. Bu insanlar insan hakları ihlallerinin, fiziksel şiddetin, keyfi tutuklamaların, işkencenin veya cinayetlerin kurbanı olabiliyorlar. Özellikle kız çocukları ve kadınlar cinsel şiddet riski altında bulunuyorlar.

İnsan onuruna yaraşır etkili bir mülteci politikası mültecilere karşı değil, mültecilik ve göç olgusunu yaratan nedenlere karşı mücadele etmeyi gerektirir. Nedenleri yaratan kapitalist sistem olduğuna göre emperyalistlerin böyle bir mücadele yürütmeleri mümkün değil. Zira Avrupa kapitalistleri, sömürü ve yağmanın, yoksulluk ve açlığın, sosyal yıkımların yanı sıra birçok ülkedeki savaşların ve iç çatışmaların da sorumluları arasında yer alıyor. Aynı zamanda bu sorun, işçi sınıfını bölmenin, emekçileri birbirine düşman etmenin de etkili bir aracı olarak kullanılıyor. Dolaysıyla AB şeflerinin “mültecilik sorununun insanca çözümü” üzerine söyledikleri her şey yüzsüzlükten başka bir şey değildir.