Yaraşır: "Atalay, sendikaların direnç noktası olduğunu ifade ediyor"

  • Arşiv
  • |
  • Ortadoğu
  • |
  • Değerlendirme
  • |
  • 23 Temmuz 2012
  • 10:38

Kıbrıs Postası'nın sorularını yanıtlayan Volkan Yaraşır, Türkiye'nin Kıbrıs politikasına değinerek, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi nedeniyle Kıbrıs'ın jeo-politik ve jeo-stratejik konumu ile petrol ve doğalgaz yataklarının bulunmasının Kıbrıs'ın kuzeyinin Türkiye'ye entegrasyonunu sağlayabileceğine işaret etti.

Kıbrıs Postası: Türkiye Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay'ın Kuzey Kıbrıs için "Sendika Cumhuriyeti gibi bir şey bu özelleştirmelerde o yönde büyük bir rahatlama sağlanıyor, sendikaların çok farklı bir düzenlemesi var" sözlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Volkan Yaraşır: Sendikalar işçi sınıfının öz örgütüdür. Sınıflar mücadelesinin zenginliği içinde ortaya çıkan sendikalar, sınıfın kolektif aksiyon yeteneğini kristalize eder. Sınıf ve sendikal bilincin ve kimliğin temel inşa örgütü olan sendikalar, aynı zamanda sınıfın eylem gücünü ve örgütlenme kapasitesini ortaya koyar.

Sendikalar Engels’in tanımıyla işçi sınıfının kaleleridir. Finans kapitalin her türlü ve her düzeydeki saldırılarına karşı, sınıfın savunma, direnme ve gücünü koordine etme örgütleri olarak işlev görür.

Beşir Atalay “sendika cumhuriyeti” gibi bir tanımlama yaparak, aslında bugünden sınıfın direnç noktalarının farkında olduğunu ve gördüğünü ifade ediyor.

Kıbrıs finans kapitale, casino ve eğlence merkezi ve off-shore ülke olarak hizmet etti. Yeni süreç Kıbrıs’ın tüm toplumsal ve maddi kaynaklarının finans kapitale devrini içeriyor. Radikal özelleştirme programı bir anlamda Kıbrıs’ın yeniden sömürgeleştirilmesi anlamına geliyor.

Finans kapital sınıfın tüm direnç ve örgütlenme odaklarını hedef görüyor. Özellikle sendikal örgütlenmelerin parçalanması, dağıtılması, en azından işlevsizleştirilmesi finans kapitale olağanüstü hareket serbestliği kazandıracaktır.

Evet, sendikaların varlığı, finans kapitalin Kıbrıs için önüne koyduğu ajandayı engelleyecek temel güçtür. Sendikaların kitle mobilizasyonunu sağlayacak ana örgütlenmeler olduğu unutulmamalıdır. Kısaca Kıbrıs sınıf mücadelesinde yeni bir momentin içine giriyor.

Kıbrıs'ın kuzeyinde hızla özelleştirilmelere gidiliyor. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Konu üzerine bir şey söylemek için önce özelleştirmelerin oturduğu bağlamı açmakta yarar var. Türkiye’de ve uluslararası boyutta özelleştirme tartışmaları bugüne kadar, sonuçlardan yürütülen bir tartışma oldu. Neo-liberal karşı devrim programının bütün boyutları irdelenmedi. Bu boyutlar kavranmazsa ve mücadele hattı bu eksende yürütülmezse, özelleştirmelere karşı mücadele daralır ve sığlaşır. Soyut bazı kavram ve sloganlardan öte bir şey yapılamaz.

Neo-liberal politikalar özünde son derece rafine ve sistematik bir karşı devrimci programdır. Kapitalizmin yeniden yapılanmasının bir ifadesi olan bu politikalar, sınıfa karşı ontolojik bir saldırıyı içermektedir. Bu bağlamda özellikle (1989’da yapılan) Washington Konsensüs’ü adı verilen düzenlemeler önem taşıyor. Washington Konsensüsü küresel finans kapitalin stratejik hedeflerini ortaya koydu. Konsensüs bir anlamda neo-liberal politikaların yol haritasını çizdi.

Konsensus üç önemli stratejik ayaktan oluştu. Bugün Kıbrıs’ta yaşanan özelleştirme süreci de benzer şekilde gelişiyor. Washington Konsensüsünün birinci ayağı; finans ve banka sistemlerinin uluslararası piyasalaştırılmasını içeriyor. Kıbrıs zaten bir off-shore ülke olarak bu konuda önemli adımlar attı. İkinci ayağı, telekomünikasyon şirketlerinin, haberleşme ve medya alanlarının uluslar arası sermayeye devri oluşturuyor. Bugün Kıbrıs’ta bu yönde radikal operasyonlar yapılmaya başlandı. Üçüncü ayağını ise KİT’lerin, büyük devlet üretim işletmelerinin özelleştirilerek uluslararası sermayeye aktarılması oluşturuyor. Bu boyut Kıbrıs özgülünde bütün toplumsal ve maddi kaynakların tasfiyesi anlamına geliyor. Özce Kıbrıs’ta yaşanan süreç finans kapitalin son derece soğukkanlı hayata geçirdiği bir programdır.

Son derece kapsamlı ve çok boyutlu yönlere sahip neo-liberal politikalara nasıl bakıyorsunuz? Özelleştirmeler bu politikaların neresine oturuyor?

Neo-liberal politikalar belirttiğiniz gibi çok kapsamlı ve çok boyutlu bir içeriğe sahip. Özünde sistematik bir karşı devrim stratejisini içeriyor. Ben bu politikaları üç boyutta tanımlıyorum. Ve bu üç boyut kavrandığında, neo-liberal hegemonyaya karşı radikal ve yaygın ve uzun soluklu mücadele yürütebiliriz. Aslında söylediklerim bir karşı hegemonyanın oluşturulması ve bunun işçi sınıfının içinde maddi bir güce dönüştürülmesidir.

Birinci boyut, ideolojik boyuttur. İdeolojik boyut da kendi içinde üç ayağa ayrılıyor. İdeolojik boyutun birinci ayağı prütanizm ve kalvinizmdir. Sistem kar ve hırsın insanın doğasında olduğu yönünde sistematik mistifikasyon operasyonları yapıyor. Zenginin günahları olmadığından dolayı zengin olduğunu, fakirin ise zaten günahları çok olduğundan dolayı fakir olduğunu ileri sürüyor. Ve bunun bir alınyazısı olduğunu belirtiyor. Prütanizm, kapitalizmin gelişme sürecinde kapitalizmin ruhunu belirlediği gibi, burada da sistemin işleyişinin ruhunu belirliyor. Zenginlik ve fakirlik kadr-i mutlak olarak kabul ediliyor. Bunun tartışılmasının alınyazısının tartışılması olduğu ve alınyazısının tartışılmasının da günahların en büyüğü olacağı söyleniyor. Bu anlamda Özal’ın “ben zengini severim” sözü mana kazanıyor.

İdeolojik boyutun ikinci ayağını ise ferdiyetçilik, yani felsefi anlamda individüalizm oluşturuyor. Ferdiyetçilik, herkesin kendini düşündüğü, kimsenin kimseyi düşünmemesidir. En önemli şeyin birey olduğu belirtilerek, kolektif olan her şey ilkel ve kaba ilan edildi. Bireyin çıkarı yüceltildi Bu eğilim sistematik olarak topluma şırıngalandı. Yine Özal bunu son derece “veciz” bir sözle ifade etti: “benim memurum işini bilir.” İdeolojik boyutun üçüncü ayağını ise sosyal-darwinizm oluşturur. Sosyal-darwinizm faşist ideolojinin ana dayanaklarından biridir. Özünde “büyük balık küçük balığı yer” mantığını taşır. Doğada bazıları güçlü, bazıları zayıftır der ve bu modeli topluma uygular. Ve var olan eşitsizliği, sömürüyü, baskıyı normalleştirir.

Finans kapital toplumu ve işçi sınıfını bu ideolojik boyutlarla sistematik bombardımana tabi tuttu. Böylece beyinleri fethetti ve bloke etti.

Ardından neo-liberalizmin ikinci boyutu olan kültürel operasyonlar devreye sokuldu. Bir anlamda toplum Mc Donalds’laştırıldı. Tektipleştirildi. Üniform bir toplum haline getirildi. Hedonizm ve konformizm körüklendi. Tüketim terörü yaratıldı. Beyinleri fethedilmiş toplum kültürel operasyonlarla tam anlamıyla felç edildi ve hareketsiz bırakıldı. Uzun, soğukkanlı toplum mühendisliği operasyonlarıyla biat toplumu ve yeni rıza ilişkileri üretildi. Bu aşamadan sonra radikal özelleştirmeler devreye sokuldu. Bizler bu çok boyutlu saldırılara karşı, ancak son aşamada ve sonuç noktasında devrede olabildik. Ve başarılı pratikler gerçekleştirme şansımız olmadı. Bugün Kıbrıs’ta yaşananlar da benzer şekilde gelişiyor. Bence özelleştirmelere karşı mücadele, yukarıda belirttiğimiz boyutları kapsayan içerikte ve anti-kapitalist bir eksende yürütülebilirse, uzun soluklu olabilir. Ve kazanımlar elde edilebilir. En azından ciddi defanslar oluşturulabilir.

Türkiye'de yayınlanan bir habere; en çok Türkiye'deki firmaların, özelleştirmelere talip olduğu kaydedildi. Konu üzerine düşünceleriniz nedir?

Bazı Türk firmaları Kıbrıs’ta yapılacak özelleştirmeler talip olması, bana göre Türkiye Cumhuriyeti'nin transformasyon süresinin bir parçası ve bu transformasyonun Kıbrıs’a yansımasıdır. Türkiye Cumhuriyetinin transformasyon sürecini iki boyutta tanımlayabiliriz. Dışarıda agresyon politikaları izleyen Türkiye Cumhuriyeti, bölgesel ataklar yapıyor ve bölgesel güç olmaya çalışıyor. Bu yönde hızla militarize oluyor. Bunun içerdeki anlamı ise, Çin çalışma rejimi olarak biçimleniyor. Türkiye Cumhuriyetinin bölgesel güç olma hayalleri,

Genişletilmiş Ortadoğu Projesine tam angajman anlamına geliyor. Yaldızlı tanımlamalardan öte, öz olarak Türkiye Cumhuriyeti GOP içinde aktif taşeron ve bir lejyoner olarak rol almaya sıvanıyor.

İçerideyse bunun anlamı işçi cehennemlerinin yaratılmasıdır. Sınıfın tarihsel kazanımlarına saldırıdır (asgari ücretin bölgeselleştirilmesi, kıdem ihbar tazminatının gaspı, sistematik esnekleştirme ve güvencesizleştirme, mülksüzleştirme ve yoksullaştırma gibi). Hatta içeride yaratılan Çin çalışma rejimi ve sınıfın atomizasyonu ve örgütsel parçalanmışlığı sayesinde agresyon politikaları realize ediliyor.

Bu sürecin bir başka yansıması egemen blok içindeki daralmalarda kendini gösteriyor. Weberyen anlamda kapitalist rasyonlara ve entegrasyon ihtiyacına uygun Türkiye Cumhuriyeti yeniden yapılanıyor. Anadolu toprakları, bir yandan küresel finans kapitalin üssüne dönüşüyor, öte yandan emperyalizmin bölgesel ana üslerinden biri oluyor. Kürecik’te füze üssünün kurulması ve İzmir NATO saldırı üssünün inşa edilmesi bu gelişmelerin yansımalarıdır. Ayrıca sermaye klikleri içinde Tuskon, Müsiad ve Tüsiad arasındaki rekabet ve yeni Pazar kavgaları kızışıyor. Kıbrıs’taki özelleştirmeler bu kliklerin iştahını kabartıyor. Bu klikler Kıbrıs’ın toplumsal-maddi kaynaklarının yağmalanmasında aktif rol almaya çalışıyor. Kıbrıs’taki özelleştirmelerdeki Türk firmalarının rolünü bu perspektifle değerlendirmek, kanımca daha doğru olur.

Güney Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesi'nde Güney Rum Yönetimi ve İsrail'in ortak çalışması sonucu büyük bir doğalgaz yatağı bulundu. Aynı zamanda petrol çalışmaları da devam ediyor. Öte yandan Türkiye'de doğalgaz çalışmalarına hız verirken, 'petrol konusu' ortaya çıktığından beri Kıbrıs'ın Kuzeyi'nin Türkiye'ye entegrasyonu dile getiriliyor. Bu konu hakkında düşünceleriniz nedir?

Bu gelişmelerin küresel yeni jeo-politikle bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Çok kapsamlı bir konu olmasına rağmen kısaca açmaya çalışacağım. Obama ve H. Clinton 2012 yılının ilk çeyreğinde ABD’nin yeni jeo-politiğinin Asya-Pasifik olduğunu açıkladı. Asya-Pasifik konsepti bir anlamda güneyden Rusya’nın kuşatılmasını, batıdan ve Pasifik’ten Çin’in kuşatılmasını içeren jeo-politik ve jeo-stratejik yönelimi ortaya koyuyor. ABD pasifikten Filipinler, Avustralya, Güney Kore aracılığıyla Çin’i kuşatmaya çalışıyor.

Çünkü Rusya dünya enerji santrali merkezi olarak konumlanıyor. 1990’dan sonra hızla toparlandı. Eski SSCB bölgesinde nüfuz alanlarını yeniden kazandı. Rusya hızla gelişen emperyalist bir özne olarak başta Asya, Ortadoğu ve Afrika’da etkisini hissettiriyor.

Çin ise 2020’li yıllarda dünyanın en büyük ekonomik gücü olacak. Küresel ekonominin nabzını elinde tutuyor. Dün dünyanın küresel atölyesi olarak konumlanan Çin, bugün atölyeliği yanında dünyanın teknoloji üreten merkezine dönüşüyor. “Soft” ekonomik politikalar izleyen Çin, küresel düzeyde etkisini yayıyor. İkili ekonomik ilişkiler geliştirerek, Dolar ve Avro’yu devre dışı bırakan taktikler izliyor. ABD Asya-Pasifik hamlesiyle bu iki hegemonik gücü bloke etmeyi amaçlıyor. Konumuz olmadığından kısaca geçersek, kapitalizmin yapısal krizinin yaşandığı koşullarda, hegemonya krizleri derinleşir ve hegemonya savaşları yaşanır. Bugün de benzer bir süreçten geçiyoruz.

ABD’nin bu jeo-stratejik hamlesi Ortadoğu’yu terk etmesi anlamına gelmiyor. Ortadoğu’nun enerji kaynaklarını, yollarını, kıymetli topraklarını, su kaynaklarını denetleyecek 50 bin kişilik Irak’ta kurulu ileri bir karakol var. Ayrıca Ortadoğu’da kendi adına hareket edecek, Türkiye Cumhuriyeti, İsrail, Mısır, Suudi Arabistan gibi güçleri devreye sokuyor. Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya küresel jeo-politik açısından kritik öneme sahiptir. Bu bölgelerde ABD’nin dışında AB, Rusya ve Çin’in de ekonomik ve nüfuz alanı hamleleri var.

Diğer yandan Ortadoğu’dan Çin enerji kaynağının %53’ünü sağlıyor. ABD bölgenin yeniden dizaynını hedefleyen ve yeni Ortadoğu düzeninin kurulmasını amaçlayan adımlar atıyor. Özellikle bu noktada İran’ın bloke edilmesi önem taşıyor. İran Ortadoğu’da ABD denetiminin dışındaki tek ülke olarak dikkat çekiyor. Çin enerjisinin %10’unu İran’dan karşılıyor.

Bir anlamda kapitalist krizin yansıması olarak Ortadoğu hızla savaş coğrafyasına dönüşüyor. İran savaşı ya da müdahalesi ABD’nin Asya’ya açılan kapısı olarak işlev görecek. Aynı zamanda Ortadoğu’nun sürekli savaş coğrafyasına dönüşmesi için Şii hilaline karşı, Sünni hilalinin oluşturulması gerekiyor. Bugün Suriye savaşı (iç savaşı) aslında İran’ın bir ön cephesi işlevi görüyor.

İran’dan başlayan Şii yayı, Arap yarımadasına, Suudi Arabistan’a, Bahreyn’e, oradan Suriye’ye, Lübnan’a ve Doğu Akdeniz’e kadar uzanıyor. Suriye savaşıyla bu aksın kırılması, ve Ortadoğu’nun etnik, dini ve milli polarizasyona tabi tutulması amaçlanıyor. Çünkü Ortadoğu’daki fay hatlarının kırılmasıyla, sürekli savaşın zeminleri doğacaktır.

Önümüzdeki dönemde Suriye, Lübnan ve Kıbrıs daha da önem taşıyacaktır. Suriye’deki iç savasın Lübnan’a sıçraması kaçınılmazdır. İlerideki günlerde Lübnan’da ciddi çatışmaların yaşanması ve hızla bir iç savaş ortamına girilmesi olasıdır. Lübnan’daki Hizbullah faktörü unutulmamalıdır. Bugün Ortadoğu, emperyalist özneler arasındaki hegemonya savaşlarının merkezidir. Suriye’ye yapılacak bir operasyonun Çin ve Rusya tarafından şiddetle reddedilmesi, Rusya’nın Suriye’ye savaş gemileri yollaması ve Akdeniz’deki tek üssünün Suriye’de bulunması, Çin’in İran ve Suriye ilişkilerinin gelişkinliği, dikkat çekicidir. 2012’nin son çeyreği ve 2013 yılı kritik bir dönemi işaretlemektedir. Ortadoğu’da sürekli savaş halinin yaşanma ihtimali yüksektir. Yani kısaca emperyalist bir savaşla karşı karşıyayız. Bu konjonktürde Doğu Akdeniz’in stratejik önemi artıyor. Ve Doğu Akdeniz emperyalist hesaplaşmaların merkezlerinden biri haline geliyor. Özellikle Kıbrıs içinde bulunduğumuz momentte son derece jeo-stratejik ve jeo-politik coğrafya olarak öne çıkacaktır. Buna ek olarak Kıbrıs’ta zengin doğalgaz kaynaklarının bulunması ve büyük olasılıkla zengin petrol kaynaklarının varlığı, var olan gerilimleri daha da artırıcı faktörlerdir. Kıbrıs, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de yaşanacak hegemonya savaşlarından direk olarak etkilenecektir. Petrol ve doğalgazın bulunmasına bağlı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin  Kıbrıs’ın Kuzeyinin entegrasyonu yönündeki tavrı, yukarıda belirttiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni jeo-politik konumlanışı ve transformasyonuyla yakından ilintilidir. Bu yaklaşımın ABD’nin jeo-politik yönelimlerine tam uyumlu olduğunu düşünüyorum. ABD hem Asya-Pasifik konsepti gereği, hem de Ortadoğu’nun yeniden yapılanması ve Doğu Akdeniz’deki kritik gelişmeler bağlamında Türkiye’ye misyon yüklemektedir. Özellikle Akdeniz’de zengin doğal gaz ve petrol yataklarının bulunması ve bu kaynakların denetlenmesinde Türkiye Cumhuriyeti aktif taşeronluk misyonuyla devrede olabilir. Bu tavır Türkiye Cumhuriyetinin bölgesel güç olma ataklarıyla paralellik taşımaktadır. Aynı yerde güneyde doğalgaz aramalarında olduğu gibi, İsrail’i görmek de şaşırtıcı değildir.

Kıbrıs'ta yaşayanlara vermek istediğiniz bir mesaj yahut öneri var mı?

Kapitalizmin yapısal krizinin devam ettiği, AB’de borç krizinin derinleştiği, Güney Kıbrıs’ın da bu sarmalın içine girdiği koşullarda, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de hegemonya savaşlarının keskinleştiği bir momentte Kıbrıs halkı ve işçi sınıfı ancak örgütlü duruşuyla, örgütlü mücadelesiyle sürece yanıt verebilir. Böylece finans kapitalin saldırıları boşa çıkartılabilir. Kıbrıs işçi sınıfı ve emekçi yığınları Kıbrıs’ın geleceğinde tek söz sahibi olmak için sokağı örgütlemeli ve sokakta olmalıdır. Sokağı örgütlemek, sokağın gücü ve zenginliği, geleceğin kurulmasında ve işçi sınıfının birliği ve halkların kardeşliğinin yaratılmasında tek güvencedir.

Burcu Akkaya - Kıbrıs Postası / 23.07.12