Yaklaşan savaş sesleri - Sergey Karaganov

  • Arşiv
  • |
  • Uluslararası Siyaset
  • |
  • Militarizm
  • |
  • 18 Temmuz 2012
  • 14:22

Dünya ekonomisi ve siyasetindeki makro değişimlerin, Büyük Ortadoğu’daki gelişmelerin ve eski büyük güçlerin eylemlerinin (yahut eylemsizliklerinin) bölgeyi daha fazla çatışmaya itmesi kaçınılmazdır.

Basının, Ortadoğu’da büyük bir savaşın veya savaşların çıkma ihtimalini göz ardı etmesine biraz şaşırdım. Batı medyasının ayak izini takip edip bilgiyi öncelikle onlardan alan gözlemciler ve analistler bir krizden diğerine yorum yapıyor ancak bunları tek bir resim çatısı altında toplamıyorlar.

Makro jeopolitikten makro jeo-ekonomiye kadar pek çok faktör, bir savaşın yakın olduğuna işaret ediyor. Gücün özellikle de Asyalı liderler lehine emsalsiz bir hızla yeniden dağılımı da buna dâhildir.

Asyalı liderler

Son yirmi yıl, çifte enerji devrimine şahit oldu: Enerji sektöründe güç ve servet dağılımındaki büyük değişiklik. Bu ise genel eğilimi daha ileriye taşıdı. Batı’nın Soğuk Savaş zaferini kutladığı 1990’larda dünya enerji kaynaklarının büyük bir çoğunluğunun kontrolünün çok-uluslu şirketlerden devletlere ve devlet şirketlerine geçtiğini fark edemedi. 2000’li yıllar geldiğinde, yeni sanayileşmiş ülkelerdeki ekonomik büyüme enerji fiyatlarını uçurdu ve dünya üretim hâsılası Rusya dâhil petrol üreticisi ülkelere kaydı. 2000’li yılların ortalarından itibaren OPEC ülkeleri yılda bir trilyon dolar kazanmaya başladılar ki bir on yıl öncesinin kat kat fazlasıdır.

Şimdi ise ulus-üstü siyasi ve ekonomik yönetim kurumlarının gittikçe yozlaşıp çürümelerine şahit oluyoruz: BM, IMF ve diğerleri gitgide güçten düşüyorlar. G-8 bir dünya hükümeti parodisine döndü; G-20 de aynı şeyi yapıyor. BRICS veya Şangay İşbirliği Örgütü gibi oluşumlar ise o kurumların zayıflığını tazmin etmek için acele etmiyorlar.

Uluslararası ilişkiler tekrar uluslaşıyor. Tahmin edildiği üzere ulus-üstü kurumlar, çok-uluslular veya sivil toplum örgütleri değil egemen devletler öne geçiyor. Ancak bilginin ve ekonominin küreselleşmesi onları zayıf kılıyor ki devletler yönetim boşluğunu doldurabilecek durumda değiller.

Tuhaf bir şeyler oluyor: dünya siyasetinin yeniden ideolojikleşmesi. Yeni liderlerle rekâbeti geçici olarak kaybeden Batı, demokrasiyi [din gibi] yaymakla kalmayıp onu silahla destekliyor da. İdeolojikleşme çeşitli dini hatlar üzerinde ilerliyor özellikle de İslam dünyası ve diğer kültür ve medeniyetler arasında.

İdeolojik kafa karışıklığı bu durumu ciddi şekilde ağırlaştırıyor. Eski güçler ve onların entelektüelleri neler olup bittiğini açıklayamıyor yahut açıklamayı istemiyor; yeniler ise bunu yapmaya hazır değil veya yapacak durumda değil. Dünya ekonomisi ve siyasetinin durumu hakkındaki tartışmalara gösterişli saçmalıklar, tefrit veya düpedüz yalanlar hâkim.

AB’yi vuran bu sistemik krize iki askeri-siyasi mağlubiyetten ve ekonomik modelinin zayıflığının krizle ortaya çıkmasından sonra (halen en güçlü modeldir yine de) ABD’nin itibar kaybını da buna ekleyin, resim daha bir berrak olacaktır.

Yeni bir çatışma kaçınılmazdır

Yeni bir dünya savaşı ihtimalini tahmin etmek için gerekenden daha fazlası mevcuttur. Rusya ve ABD’nin dev nükleer silah cephaneliğinin – ve yanısıra daha küçük de olsa diğerlerinin yeterince korkutucu nükleer silahlarının - yaydığı gizemli korku olmasa çoktan başlamış olurdu.

Yeni bir dünya savaşı elendiyse eğer, Hindistan-Pakistan sınırından Mağribe kadar uzanan Büyük Ortadoğu’da bir dizi büyük savaş ihtimali gözle görülür şekilde artıyor. Bahsettiğimiz ve bazı başka önşartlardan dolayı da kaçınılmaz görünüyor. Böyle bir savaş için bölgesel önşartlar bile fazlasıyla mevcut. Hindistan’la rekâbeti kaybetmekte olan Pakistan (Mumbai Oteli’ndekine benzer) bir başka kışkırtmanın Yeni Delhi’yi tepki vermeye itmesinden ciddi şekilde kaydı duyuyor.  Nükleer silahları hesaba katmazsak, İslamabad’ın bir askeri mağlubiyeti nasıl önleyeceği belli değil.

Nükleer açlığı çeken, rakibi Irak’ın Şiileşmesi ve zayıflaması sayesinde güçlenen İran, Körfez’deki geleneksel rakibi Sünni krallıkları korkutuyor. İsrail, güçlü nükleer potansiyeline ve silahlı gücüne rağmen, sorunlu fakat bir anlaşmaya da varabileceği istikrarlı rejimlerin Arap Baharıyla birlikte düşmeleri sonucunda panik halindedir. Bu rejimlerin yerini teker teker daha az istikrarlı, kamuoyu kanaati - dolayısıyla da İsrail karşıtı hissiyata - mâruz yönetimler alıyor.

İsrail, pek kazançlı çıkmayacağını fark ederek İran nükleer tesislerine saldırmaktan şimdiye değin uzak durdu fakat bölgede karışıklı çıkarma ihtimali de çarpıcı şekilde arttı. İran’ın zaten istikrarsız bir bölgeyi daha da istikrarsızlaştırma imkânları var. İsrail’i İran’a saldırmaktan beri tutan bir diğer etken, iki savaşı kaybetmiş olan Washington’un başkanlık seçimleri arefesinde bir başka savaşa bulaşmayı istemeyişidir. Teorik olarak, Tahran nükleer eşikte durmayı kabul ettiği takdirde İsrail saldırısı da önlenebilir. Ancak öngörüsüzlük yapan dış dünya, müeyyidelerden başka hiçbir garanti de sunmadı İran’a. İran’ın yönetici seçkinleri artan farklılıklardan muzdarip ve bunların bir kısmı, dış tehdit sayesinde ülkeyi bir arada tutmak amacıyla bir saldırıyı kışkırtıyor gibiler.

Ancak İsrail’in ılımlı ve ihtiyatlı kesimi nezdinde bile bir sınır var. Bölgenin savaş ve istikrarsızlık uçurumuna doğru seyrettiğine inandıkları takdirde, geçici bir zayıflatma olsa bile düşmana saldırı düzenlemek, kötüleşen durumdan çıkmanın en iyi yolu olarak görülebilir.

Ortadoğu’nun savunmasızlığı

Geçen on yıl boyunca milyarlarca petro-doları emen Körfez’deki köktenci Sünni krallıklar mâli güçlerini siyasi nüfuza tahvil etmeye başladılar. Ortadoğu’daki laik ve/veya Şii devletlere hücum başlattılar. Başlıca hedefleri ise müeyyidelere rağmen güçlenen ve nükleer güce sahip olduğu takdirde daha da güçlü olacak olan İran.  

Bu laik ülkeler, toplumlarındaki eşitsizlikten, yarı aç kitlelerin varlığından ve yolsuzluğa battıklarından  dolayı son derece savunmasızlar. Arap Baharı ayaklanmalarının ardında Arapların sahip olmadığı –çokça övülen - sosyal ağlar değil Katar ve Suud parası ve de Katar’ın El Cezire’si vardır.

Suriye’deki ayaklanmanın Suud dolarlarına ve Şiilere temayül gösteren İran müttefiki  laik Esad rejimine zarar verme arzusuna dayanıyor olduğu çok açıktır - her ne kadar Suriye’deki iç huzursuzluğun başka pek çok iç sebebi olsa da.

Bu coğrafyanın önemli bir parçası da Afganistan’dır. Bu ülkedeki bir diğer dış gücün savaşı kaybetmiş olması - Afgan aşiretleri kendileriyle meşgul olsun ve sorunlarını dışarıya yansıtmasınlar diye birbirlerine karşı kullanılmadığı takdirde - Afganistan’ı daha tehlikeli bir istikrarsızlık ihracatçısı kılmaktadır. Şu an onlarda bunu yapma istekliliği görmüyorum. Demokratik ve istikrarlı bir Afganistan’dan dem vuran Nato üyeleri, ülkeden kaçıp canlarını kurtarmaya çalışıyorlar. Çin son derece ihtiyatlı ve Amerikalıların Afganistan’daki askeri altyapıyı terk etme ihtimalleri karşısında endişe duyuyor. İran Batıyı zayıflatmak için elinden gelenin en iyisini yapacaktır. Rusya, Afganistan’a yönelik yeni bir politikanın lideri olabilir. Ancak bunu isteyecek ve yapabilecek mi?

Büyük savaş veya Büyük Ortadoğu’da bir dizi savaş ihtimalini artıran bir diğer etkene geldik: Batının rolü. Arap Devrimlerinin arkasında Batının elini göremiyorum zira bu el ne Mısır’da ne de Tunus’ta görülebiliyor. Batılı siyasetçiler sadece neticeleri tekellerine alıyor, jeopolitik zayıflıklarını böylelikle tazmin etmeye çalışıyorlar.

Ancak Batı yer yer olumsuz rol oynuyor. Batının girdiği sistemik kriz, dikkat dağıtmak amacıyla Batı dışında taktik manevralara zorluyor onu. Şu an ki uluslararası rekâbeti kaybetmekte olan Avrupalı siyasi ve entelektüel seçkinler demokrasi teşvikini daha ateşli şekilde savunmaya başladılar hatta ki orta vadeli çıkarlarına aykırıyken. Bu makaleyi okuyan Rus okurlar Gorbaçov zamanındaki “daha fazla sosyalizm!” sloganlarını hatırlayacaklardır.

Fakat demokrasi ölüyor değil. Aksine, yükselişte. Bilgi şeffaflığı, ulus ve halklara emsalsiz ve artan bir hürriyet bahşetti. Mesele şu ki demokrasinin yükselişi modern demokrasinin beşiği olan Avrupa ve ABD’nin konumunu pekiştirmekle öyle sanıldığı gibi örtüşmüyor artık.

Arap ülkelerindeki ve İran’daki insan hakları ihlalleri liberal seçkinleri doğal olarak öfkelendiriyor.  Ancak ardından kolayca haklı kılınamayacak güdüler geliyor. Libya savaşı, Kaddafi rejimine duyulan infiale rağmen klasik bir “küçük zafer savaşıdır” en azından Paris ve Londra için. Fakat bahis işe yaramadı. Ekonomik kriz dalgaları, Batının çok gurur duyduğu Kaddafi karşısındaki “zaferi” silip süpürdü.  İç savaşın tüten dumanları altında parçalara bölünecek olan ve bölgede bir istikrarsızlık kaynağına dönen bu ülkeyi şimdi anmamayı tercih ediyor.

Esad üzerindeki baskı, ideolojik ve insâni hissiyat ve mülahazalara ilave olarak, içinde aynı şeyi, küçük zafer savaşı arzusunu barındırıyor. Dahası, işin içinde İran’ın müttefiki Suriye’yi zayıflatmak da var.

Batı, son on yıl zarfında, bölgede tutarsız da olsa istikrar sağlayıcı bir güç olmaya uğraştı. Şimdi bu rolü oynamak istemiyor; oynayacak durumda da değil. Pek çok ülke, ilan ettikleri politikalara rağmen bilinç altından bu krizle başa çıkamayacaklarını dış faktörlerle gerekçelendirmek için uğraşıyorlar.

Bu tür hissiyatlara, vadesi geçmiş yüzseksen derecelik dönüşlere hazır olmayan Rus seçkinleri arasında da rastlanabilir. Bu değişimi önlemek amacıyla, mevcut olmayan dış tehditler bulmak –veya böyle bir şeyle güneyde karşılaşmamak - için çabalıyorlar.

Rusya, Ortadoğu’daki konumunu kaybedeceğine dair uyarılıyor. Aynı zamanda, Suriye’de gelecekte olacak olanların sadece ona bağlı olduğu ve karışmaya mecbur olduğu da defalardır söyleniyor. Benden istenmeden Esad ve yönetiminin – ayaklanmayla başa çıkamadıkları takdirde - korunup korunmaması gerektiği hakkında bir tavsiyede bulunacak değilim

Güney yanıyor

Başka bir şey söylemek istiyorum: Bölge, nesnel durum ve dış faktörlerden dolayı derin bir istikrarsızlık hattını geçmiş bulunuyor. İçin için yanıyor: Hindistan, Pakistan, Afganistan, nükleer yolunda ilerleyen İran, gülme krizleri içerisinde kıvranan Irak; Suriye, Lübnan, düşmanlarla çevrili İsrail; Mısır, Tunus, parçalara ayrılan Libya. Rusya’nın dış tavsiyelere kulak vermesi ve ister Esad, İran isterse Batı, hangi tarafta olursun yahut Afgan oyununu tekrar oynayarak bölgedeki gelişmelere bulaşması bu yüzden ahlâk dışı ve aptalca olur. Ayrıca başkalarını dinlemek aptallıktır.

Ancak coğrafya, Rusya’nın bölgeden uzaklaşmasına müsaade etmeyecektir. Biz ve yakın komşularımız savunmasızız. Dolayısıyla gelecek yıllarda manevra yapmak, hasarı sınırlamak, potansiyel saldırganları güç kullanımıyla caydırmak ve bazen de faal halde kendimizi savunmak durumundayız.

Son bir şey. Rusya’nın ekonomik stratejisi, kurumları ve halkı yeni gerçeklik – Rusya’nın güney sınırında onlarca yıl sürecek savaş ve çatışmalar ihtimali -  temelinde inşa edilmelidir. Bu gerçeklik sırf petrol fiyatlarını etkilemekle kalmayıp pek çok mal ve hizmet için dünya talep yapısını da değiştirerek küresel ekonomik muhiti de etkileyecektir. Tahmin etmesi en kolay olanı, gayrimenkul piyasalarının daralması, turizm akışının milyonlarca dolar çapında yeniden dağılımı ve güneyde göçün, din ve terör baskısının çarpıcı şekilde artmasıdır.

Bir şey açık: Büyük Ortadoğu’nun derin bir istikrarsızlığa düşmesi sadece siyasette yapısal değişimleri değil ekonomik davranış değişikliğini de isteyecektir.

Yazar hakkında: Rusya Ulusal Araştırma Üniversitesi Dış Politika ve Savunma Politikası Konseyi başkanı

Kaynak: Russia in Global Affairs

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı

Dünya Bülteni / 16.07.12