Üniversite adayları tercihlerini düşünürken... – Erdinç Yeldan

  • Arşiv
  • |
  • Düzen cephesi
  • |
  • 25 Temmuz 2012
  • 12:07

Bu hafta üniversitelerimizde yeni öğrencilerimizi yerleştirme aşamasını yaşıyoruz. Sayıları yüz binlerle ifade edilen genç üniversite öğrenci adayları, kendilerini mesleklerine hazırlayacak “en uygun” okul arayışında iken, üniversitelerimiz de en “iyi” öğrenci adayını kapma telaşındalar.

Yaz sıcaklarında her sene acımasız bir yarışmanın kuralları içinde sürdürülen bu telaşı sizlerle birlikte gazete ve televizyonlarda izlerken, geçenlerde okumayı bitirdiğim Umberto Eco’nun Can Yayınları’ndan çıkmış yeni kitabını anımsamadan edemedim: Günlük Yaşamdan Sanata.

Eco, 1970’li yıllarda kaleme almış olduğu denemelerini derlediği bu kitapta, gelişmiş Batı ekonomilerinde “sanayi-sonrası hizmet toplumu” diye adlandırılan aşamada yükselişe geçen “post-modernizmin” aslında “ikinci ortaçağı” andırmakta olduğunu tartışmakta. “İkinci ortaçağ”ın ana özellikleri, bildiğimiz ortaçağ ile örtüşmekte. Eco’dan alıntılayarak sizlerle paylaşıyorum:

“Ortaçağ bilgini hep sanki kendisinin bulduğu hiçbir şey yokmuş ve sürekli olarak eski otoritelerin görüşlerini aktarıyormuş gibi davranır. Bu otorite Doğu kilisesinin büyükleri, kutsal kitap(lar), ya da topu topu bir yüzyıl önce yaşamış bilginler olabilir. Ancak ortaçağ bilgini hiçbir zaman yeni bir şey ileri sürmez, ya da yeni bir şey söylüyorsa, bunun kendinden önce yaşamış biri tarafından söylenmiş olduğu izlenimi uyandırır”.

“O nedenle, dışarıdan bakıldığında, ortaçağ bilim ve kültür söylemi, içinde farklı görüşlerin yer almadığı büyük bir monoloğu andırır; çünkü herkes aynı dili, aynı alıntıları, aynı argümanları, aynı sözcük dağarcığını kullanma çabası içindedir. Konuya yabancı bir dinleyici sanki hep aynı şeyler söyleniyormuş hissine kapılır...” (sf 32-33).

***

Umberto Eco’nun satırlarını okuyup, gençlerimizi üniversite kapılarında izlerken son iki on yılda ülkemizde ve küresel coğrafyada yaşananları düşünmeden edemedim. Anımsanacağı üzere, iktisadi ve sosyal politikaların tamamıyla piyasa koşullarına terk edildiği ve devletin ekonomiye müdahalesinin en aza indirgenmesinin tartışılamaz bir doğru olarak kabul edildiği 1990 sonrası dönem, “tarihin sonu” olarak ilan edilegelmiş idi. Bu dönemde “küreselleşme” adı altında, kalkınma ve sanayileşme politikaları sadece ve sadece kâr amacı güden piyasa kararlarına terk edilmişti.

Başlıca amacı kâr elde etmek olan “piyasaların”, kârın çoklulaştırılmasının önünde durabilecek her türlü engeli, bu arada devletin “kamu yararı” ve “sosyal fayda” gibi kavramlarını; ya da emeğin “güvenceli ve insan onuruna yakışan iş” ve benzeri taleplerini “akıldışı” ve “popülist israf” olarak görmesi son derece doğaldı. Aslında çok uluslu tekellerin dar çerçevede kâr elde etme amacını temsil eden politikalar, “küreselleşme” kisvesi altında sanki bütün toplumun çıkarınaymış gibi sunulmaktaydı.

Kârın çoklulaştırılması bu şekilde sanki toplumun bütününün çıkarını temsil ediyormuş gibi bir anlayış geliştirilmekteydi. Sosyal devletin kazanımları teker teker terk edilmekte; yurttaş, müşteriye; kamu kurumları kâr amacıyla çalışan işletmelere dönüştürülüyordu. Kalkınma kavramının yerine, “yükselen piyasa” getirilmiş; sanayi yatırımlarının ve ulusal refahın yerini, borsa-faiz-döviz üçgeninde paradan para kazanmayı amaç edinen spekülatif finans oyunları almıştı. Uluslararası ilişkiler, artık “kumarhane kapitalizmi”nin spekülasyon hesaplarına dönüştürülmüştü.

Bu dönüşümler ile birlikte üniversiteler de dönüşüme uğradı. Üniversiteler, bilimin, sanatın, edebiyatın, felsefenin yeşerdiği özgün kurumlar olmaktan hızla uzaklaştırıldı ve uluslararası finans dünyasının ve ulus ötesi tekellerin stratejik sorunlarına yanıt arayan teknik okullara dönüştürüldü. Buralarda anlık sorulara gözü kapalı tek tip yanıtlar verebilen mezunlar üretilirken; “pratik-pragmatik” reçeteler giderek üniversite ders müfredatlarının tekdüze konularını oluşturdu. Öğretim üyelerinin bütün bilimsel faaliyetleri ise, “uluslararası hakemli dergilerde yayın yapmaya” indirgenerek, içinde yaşadıkları toplumun sorunlarından giderek uzaklaştırılarak yalnızlığa itildiler.

Ancak 2008/2009 küresel krizi bu inanç ve fetişler dünyasının artık geride kaldığını ve bilimsel gerçeklerin hiçbir kalıba ve önyargıya sığmayacak kadar karmaşık ve çok yönlü olduğunu belgeledi. “Piyasalar her şeyi çözer” inancının yerini, piyasaların kamusal faydayı sağlamak amacıyla denetim ve gözetiminin kaçınılmaz olduğu anlayışı öne çıktı. “Tarihin sonu” ve “alternatifsiz tek doğru” inançlarının yerine, “bilimsel kuşku”, sorgulama ve bağımsız, özerk bilimsel üretim kavramları yeniden üniversitelerin gündemine taşınmalıydı.

***

Ülkemizin sayıları iki yüze yaklaşan üniversiteleri, 21. yüzyılın çağdaş, kuşkucu, sorgulayan ve yaratıcı beyinler yetiştirebilen ve “ikinci ortaçağ” batağına düşmeyen genç beyinler yetiştirmesi mümkün olabilecek mi?

Bu, elbette sadece üniversite eğitiminin değil, aynı zamanda ilkokulda temel eğitimden başlayarak, ortaöğretimin niteliklerine dayanan bir soru. 4+4+4 sisteminin parçalanmış ve medreseleştirilmiş eğitim altyapısına dayalı bir yükseköğretim anlayışı, 21. yüzyılın Türkiye’si için umutlu olmayı güçleştiriyor.

Cumhuriyet / 25.07.12