Her gün tanıklık ediyoruz: AKP’yi “yedi düvele meydan okuyan” bir parti, Erdoğan’ı da “cihan padişahı” gibi göstermek için her şeyi yapabilecek bir medya var Türkiye’de.
Bunun son örneğini ABD Büyükelçisi Ricciardone’nin siyasi davalar ve tutuklama süreleri ile ilgili açıklamalarının ardından gördük.
Medya, büyükelçinin Dışişleri ile görüşme isteğini “büyükelçiliğe çağrılmak” ; Hüseyin Çelik’e yazdığı “beni yanlış anlamışsınız” mektubunu ise “özür mektubu” şeklinde, yani bütünüyle çarpıtarak haberleştirdi.
Böylelikle, AKP’nin ve Erdoğan’ın, gerektiğinde ABD’ye dahi diklenebildiklerine ve “içişlerimize karışamazsınız” mesajı verebildiklerine dair imaj çalışmasına bir katkı daha yapılmış oldu.
Oysa Ricciardone’nin söylediklerini, başta Erdoğan olmak üzere, AKP kurmaylarının hemen hepsi bir süredir zaten dile getiriyordu. Özellikle tutuklu askerlere yönelik tutumda bir değişiklik olduğu gözleniyor, “savaşacak asker bulamıyoruz” çıkışları yapılıyordu.
Erdoğan bu çıkışların sadece sözde kalmayacağını göstermek istercesine cumartesi günü Balyoz davası hükümlüsü Ergin Saygun’u ameliyat olduğu hastanede ziyaret etti. Üstelik Saygun’un elini tuttuğu fotoğraf karesi medyaya servis edildi ve tüm kamuoyuyla paylaşıldı.
Daha şimdiden, söz konusu fotoğrafın tarihsel bir niteliğe, kritik bir öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Fotoğraf, Türkiye’de bir sürecin, “Ergenekon Süreci” olarak adlandırdığımız sürecin bittiğini, bir devrin kapandığını gösteriyor aslında: Orduya yönelik operasyonların sonuna gelindi ve iktidar, içerideki subaylar da dâhil olmak üzere TSK’ya bir zeytin dalı uzatıyor.
Yeni bir uzlaşı hamlesi de diyebiliriz.
Peki ABD desteğiyle başlatılan, esas olarak cemaatin yürüttüğü, ancak AKP’nin de destek verdiği bu sürecin sonuna neden gelindi, bu; iktidar için neden bir zorunluluk halini aldı?
Soruya üç şekilde yanıt verebiliriz sanıyorum.
Yanıtlardan ilki, Erdoğan’ın “savaşacak asker kalmadı” sözlerinde gizli.
İktidarın Ortadoğu’ya yönelik yeni-Osmanlıcı politikalarını devam ettirebilmesi için güçlü bir orduya ihtiyacı var. Oysa mensuplarının tutuklanma korkusuyla yaşadığı, onur istifalarıyla sarsılan, kendi içinde bütünlüğü kaybolmuş bir ordunun savaşabilmesi imkânsız.
Yani Ortadoğu seferine hocaefendinin duaları ve “imamın ordusu”yla çıkılamayacağına göre, yeni-Osmanlıcı AKP açısından böyle bir hamle şart.
Yanıtlardan ikincisi, cemaatin geçen yıl bu zamanlar gerçekleştirdiği “7 Şubat Kalkışması”nda gizli.
Erdoğan, cemaatin Hakan Fidan’a yönelik hamlesini kendisine yapılmış bir “darbe girişimi” saymış ve hem Fidan yasal koruma altına alınmış hem de cemaatin İstanbul yargısı ve polisi içerisindeki varlığı tayin ve atamalarla büyük ölçüde zayıflatılmıştı.
Orduyla varılacak uzlaşı, cemaatin yargıdaki ve güvenlik aygıtındaki gücünün kırılması anlamına geliyor, kurulacak yeni güç dengesinde cemaate sınırlı bir rol biçiliyor.
Üçüncü yanıt ise “yeni anayasa”da ve “başkanlık sistemi”nde gizli.
Erdoğan ve danışmanları bu süreci olabildiğince geniş bir mutabakat zemininde çözmek istiyor. Sürece direnebilecek unsurlardan Kürt siyasetine nasıl ki başkanlık karşılığında Kürt sorununun çözümü vaat ediliyorsa, ulusalcı unsurlara da orduyla barış vaat ediliyor.
“Başkanlık için barış” formülü olarak da adlandırabiliriz.
İktidar Kürtlerden sonra şimdi de Silivri ve Hasdal’a “barış” çağrısı yapıyor. Önümüzdeki birkaç yılda Türkiye siyasetini bu “barış” çağrılarının belirleyeceğini söylemek şimdiden mümkün görünüyor.
Yurt / 11.02.13