Savaşa ve faşizme karşı devrim ve sosyalizm için!

Ekim Devrimi’nin 107., TKİP’nin kuruluşunun 26. yılı vesilesiyle Almanya’da düzenlenen etkinlikte parti adına yapılan konuşmanın metnidir…

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 19 Kasım 2024
  • 21:00

“Ekim Devrimi’nin 107., TKİP’nin kuruluşunun 26. yılı vesilesiyle Almanya’da düzenlenen etkinlikte parti adına yapılan konuşmanın metnidir…)

Değerli dostlar, yoldaşlar,

Bugün Büyük Ekim Devrimi’nin 107’inci, partimizin kuruluşunun 26’ıncı yıldönümünü kutlamak için toplanmış bulunuyoruz. Bu anlamlı günde bizi yalnız bırakmayan, coşkumuzu paylaşan siz dost ve yoldaşlarımızı, içten devrimci duygularla selamlıyorum.

“Savaşa ve faşizme karşı devrim ve sosyalizm için!” gecesine hoş geldiniz!

Dünya burjuvazisi ‘90’ların başında insanlığa bir kez daha güya barış, refah, demokrasi ve özgürlükler vadetmişti. Emperyalist-kapitalist düzende bunların ne anlama geldiğini görmek için çok beklememiz gerekmedi. “Yeni dünya düzeni”nin ilanından itibaren savaşsız bir yıl geçirmedik. Dünyanın dört bir yanında emekçi halklar, emperyalist saldırganlığın vahşetini büyük acılar içinde yeniden ve yeniden tecrübe ettiler. Gelinen yerde dünyamız artık bir savaş arenasını andırmaktadır. Şimdilik bölgesel sınırlarda cereyan eden emperyalist savaşlar günümüzün en yakıcı gerçeğini oluşturmaktadır.

Gelişmelerin seyri, tartışmasız olarak yeni bir topyekûn emperyalist savaş yönündedir. Yeni bir emperyalist paylaşım savaşı yakın bir tehlike haline gelmiştir. Bunun yeryüzünde canlı yaşamı silebilecek bir nükleer savaş olacağı konusunda ise neredeyse ortak bir mutabakat var. Ukrayna savaşından beri emperyalist merkezler tarafından somut tarihler dillendiriliyor. Olağan bir şeymiş gibi nükleer tehditler havada uçuşuyor. Dünya burjuvazisi çılgın bir yarıştaymışçasına savaşa hazırlanıyor. Son verilere göre silahlanma ve militarizme ayrılan bir yıllık kaynak 2,5 trilyon dolara yaklaşıyor.

Bu tablonun oluşmasında ABD emperyalizmi tartışmasız başroldedir. O, kendi hegemon konumunu korumaya, emperyalist rakiplerin çıkmasını önlemeye dayalı saldırgan stratejisiyle, son 35 yıldaki hemen tüm savaşların ana tetikleyicisidir. Ortaçağa gömülen Afganistan onun eseridir. Yıkıma uğratılan ve kaos içine sürüklenen Irak, Libya, Suriye, Yemen gibi ülke halklarının acılarının baş sorumlusu odur. Ortadoğu’da olduğu gibi, Balkanlar ve Kafkasya’da, Uzak Asya, Latin Amerika ve Afrika’da halklar arası düşmanlığın ve boğazlaşmaların arkasında hep ABD emperyalizmi ile İngiltere, Almanya, Fransa gibi batılı ortaklarının kanlı elleri var. Halen savaşın sürdüğü otuza yakın bölgede onların çıkarları için öldürülüyor insanlar. Ortadoğu, Doğu Avrupa, Asya-Pasifik bölgelerindeki gerilimlere, sürmekte olan savaşlara ya da potansiyel savaş tehditlerine, durmak bilmeyen NATO yayılmasına, ABD’nin saldırgan stratejisi kaynaklık ediyor.

Oysa bu emperyalist strateji başarısızlığa uğramaktan kurtulamamıştır. Bizzat ABD ve ortaklarının tezgahladıkları Ukrayna savaşı bu açıdan bir dönüm noktasıdır. Bu savaşa mecbur edilmiş de olsa haksız ve gerici çıkarlar temelinde Ukrayna’ya saldıran Rusya rakip bir emperyalist güç olduğunu teyit etmiştir. Aynı süreçte Asya-Pasifikte sürekli taciz edilen Çin, ABD-NATO blokuna karşı temel bir emperyalist güç olarak öne çıkmış, ABD artık yalnızca batılı emperyalistlere sözünü geçirebilen bir konuma gerilemiştir. Deyim uygunsa emperyalistler arası güç dengelerinde kaosun hâkim olduğu bir geçiş dönemine girilmiştir. Bu tabloda ABD-NATO emperyalistlerinin örtülü ama doğrudan yürütücüsü oldukları Ukrayna savaşının akıbeti hala da belirsizliğini korumaktadır. Dolayısıyla, Ukrayna topyekûn bir emperyalist savaşı tetikleme potansiyelinin ana sahnelerinden biri olmayı sürdürmektedir.

Onlarca yıldır kan gölüne dönüştürülen Ortadoğu, emperyalist dünya savaşı dinamiklerini barındıran öteki bir savaş alanıdır. Bölgede ABD’nin önleyici saldırganlık stratejisinin baş aktörü ve dayanağı ise tartışmasız olarak siyonist İsrail devletidir. O, kendi rolünü siyonist çıkar ve hesaplarıyla uyumlu olması koşuluyla oynama ayrıcalığına sahip bir savaş makinasıdır. Filistin sorununu tarihe gömme yolunda özgüvenle yürüdüğü bir dönemde, dokunulmazlık mitine ağır darbe vuran 7 Ekim Aksa Tufanı eylemiyle sarsılmış, bunu adeta fırsata çevirip, mayasındaki vahşeti sergilemeye girişmiştir. Mazlum Filistin halkına karşı onüç ayı geride bırakan soykırım savaşıyla yalnızca dünya halklarının nefretini kazanmayı başarmıştır. Halen Lübnan’a ve Suriye’ye saldırarak, İran’da terör eylemleri gerçekleştirerek, dünyaya yayılma riski hiç de küçümsenmeyecek bölgesel bir savaşın fitilini ateşlemeye çalışmaktadır. Partimiz başından itibaren bu saldırganlığın karşısında yer almakta, ağır bedeller pahasına direnen Filistin ve Lübnan halklarıyla dayanışmayı yükseltmektedir.

***

Bu kanlı manzaranın oluşumunda başrolü Amerikan emperyalizmi oynuyor demiştik. Fakat bu, söz konusu savaşların emperyalist-kapitalist işleyişin ürünü olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Kapitalizm savaşsız yapamaz, çünkü kapitalizm krizler düzenidir. Artı-değer sömürüsüne ve sonsuz sermaye birikimine dayalı akıldışı işleyişi kapitalizmi döne döne aşırı üretim bunalımlarına sürüklemektedir. Bunalımlar pazarlar ve hammadde kaynakları üzerine mücadeleleri yoğunlaştırmakta ve giderek savaşlara dönüşmesine yol açmaktadır. Emperyalist-kapitalist sistem yaklaşık son elli yıldır yine çok yönlü bir tarihsel bunalım içindedir. Emperyalist hegemonya krizinin keskinleşmesi ve savaşların tırmanması bunalımın ne denli derinleştiğinin temel göstergelerinden biridir sadece.

Nereye bakarsak bakalım, bu tarihsel bunalımın çeşitli türden öğeleri ve sonuçlarıyla yüz yüze geliyoruz. Parlamentolarıyla, partileriyle, seçimleriyle demokrasi görünümlü burjuva siyaset cephesi işlevini ve inandırıcılığını günden güne yitiriyor. Kapitalist dünya ekonomisi sık sık yıkıcı ataklar geçiriyor. Ölüm kalım sorununa dönüşen iklim krizine rağmen doğal kaynakların yağması ve çevrenin kirletilmesi sınırsızca sürüyor. Dünya genelinde sömürü yoğunlaşıyor, toplumsal eşitsizlikler, işsizlik ve yoksulluk artıyor, servet-sefalet uçurumu derinleşiyor. Öyle ki artık dünyada üretilen servetin üçte ikisi, en zengin yüzde birlik kesime akıyor. Savaş, afet, ekonomik ve siyasal koşullar vb. sebeplerle yerini yurdunu terk etmek zorunda kalan göçmenlerin sayısı 110 milyonu geçiyor. Eğitim, sağlık, barınma gibi alanlarda çöküntü tablosu yaşanıyor. Eşzamanlı olarak siyasal hak ve özgürlükler budanıyor, baskı ve polis devleti uygulamaları ivme kazanıyor. Dünyanın her yerinde ırkçı-faşist hareketlerin önü açılıyor.

Dünya burjuvazisinin başarısı, halen de faturasını işçi sınıflarına, emekçilere ve mazlum halklara ödeterek bunalımı yönetebilmektir. İşçi sınıfını ve emekçi kitleleri öncüsüz, politik önderlikten yoksun ve örgütsüz hale getirmesi ona bu olanağı sağlamaktadır. Yazık ki devrimci önderlik boşluğu alanındaki zafiyet uzun yıllardır sürmektedir. Toplumsal mücadele dinamiklerinin parçalı hali ve kimlik siyaseti sınırlarına çekilmesi, sınıf kimliği ve mücadele ekseninin silikleştirilmesi, burjuvazinin işini ayrıca kolaylaştırmaktadır. Bu alanda burjuvaziye en büyük hizmeti, sol içinde güç olan liberal demokrasi bayraktarları sundular, sunmaya devam ediyorlar. Bu koşullarda çaresizlik daha rahat örgütlenmekte, umutsuzluk ve karamsarlık daha kolay yayılmaktadır. Bu ise zaten bilinçli olarak teşvik edilen kültürel-moral çürümenin önünü sonuna kadar açmaktadır. Batılı emperyalistlerin, 2020 Korona Pandemisi, ardından Ukrayna savaşı ve son olarak Filistin soykırımı karşısındaki tiksindirici tutumlarına “sol”dan dahi toplumsal destek devşirebilmeleri, çürümenin boyutları hakkında bir fikir vermektedir.

Faşizmin ve her türden siyasal gericiliğin işçi ve emekçi kesimler içindeki kitle desteğini ancak bu olgular üzerinden anlayabiliriz. Gecemizin şiarında savaşın yanı sıra faşizm sorununa şüphesiz bilinçli olarak işaret ediyoruz. Dünya genelinde faşist hükümetlerin sayısı artmakta, ırkçı-faşist hareketler yıldan yıla palazlanmaktadır. Faşist akımların 2024 yılındaki seçim başarıları, son olarak kendisi de benzer kumaştan olan Trump’ın yeniden seçilmesi buna ayrıca ivme katacaktır. Özetle, faşizm günümüzde yine öncelikli sorun ve tehditlerden biri seviyesine sıçramış bulunmaktadır.

Dolayısıyla gerek savaşa gerekse faşizm tehlikesine karşı mücadele günün en yakıcı sorunudur. Tarihsel deneyimin de gösterdiği gibi, bu mücadele, her iki sorunun kaynağı olan emperyalist-kapitalist düzene karşı mücadeleye bağlı sürdürülmek durumundadır. Emperyalist saldırganlığı durdurmanın, faşist hareketleri geriletmenin önkoşulu ise öncelikle işçi sınıfının mücadele sahnesine çekilmesi, yeniden devrimci sınıf ekseninin kurulmasıdır. Toplumların sağaltılmasının, kötülükleri üreten zeminin yok edilmesinin bundan başka bir anahtarı yoktur. Kapitalizm karşıtı bir barış hareketinin inşası da, demokratik-siyasal hak ve özgürlüklerin korunup genişletilmesi de, ancak devrimci sınıf hareketinin büyütülmesi çabasıyla birlikte başarıya ulaşabilir. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin tekrar devrim ve sosyalizm seçeneğine sarılması, aynı zamanda bu güncel mücadeleler sayesinde sağlanacaktır.

Dostlar, yoldaşlar,

Türkiye, dünya genelindeki tabloyu en ağır biçimde yaşayan ülkelerden biridir. Dinci-faşist bir iktidar, ağır bir ekonomik kriz, göstermelik bile olsa hukuk ve adaletin esamisini bırakmayan kuralsız-mafyatik yönetim, iflas etmiş düzen siyaseti, aman vermeyen faşist baskı ve zorbalık, Kürt halkına karşı inkar ve yok etme amaçlı kirli savaş, ırkçılık ve şovenizmle zehirlenen yığınlar, genelleşen toplumsal çürüme vb... Bu liste uzayıp gitmektedir. Ülkenin mevcut manzarası budur.

Gerici-faşist AKP-MHP iktidarını en çok zorlayan sorunlardan biri Kürt sorunudur. Kürt halkı ve hareketinin uzun yıllara yayılan ve ağır bedellerle sürdürdüğü silahlı direniş ve kitlesel mücadele sayesinde sorun bölgesel düzeyde öne çıkmış, yıllardır çözümünü dayatmaktadır. Bu mücadele sayesinde Kürt halkı her an saldırı altında olan kısmi ama önemli kazanımlar da elde etmiştir. Emperyalist devletlerin cömert desteklerini alan gerici devletlerin saldırganlığına karşın başarılmıştır bu.

Kürdistan topraklarının en büyük parçasını bünyesinde barındıran sömürgeci Türk devleti ve burjuvazisi, bu gelişmeleri hiçbir zaman hazmedememiştir. Kürt hareketinin ‘90’lar boyunca uzattığı “barışçıl siyasal çözüm” eline, İmralı sonrası “demokratik cumhuriyet” açılımına rağmen parçalanma korkusunu yenememekte, sorunun çözümü doğrultusunda herhangi bir atım atamamaktadır. Gerici sınıf doğası sorunun çözümüne yapısal bir engeldir.

AKP-Erdoğan iktidarı sık sık Amerika’nın Kürt sorunundaki çözüm politikasıyla sözüm ona uyum görüntüsü çizdi. Oslo’da başlayan 2008-2011 görüşmeler-açılımlar döneminde de, 2013-2015 yıllarındaki “çözüm süreci”nde de bu görüntüyü sürdürebildi. Öncelikle efendilerinden aldığı desteğin sürekliliği için gerekliydi bu. Oysa o en başından itibaren, göstermelik kırıntılar karşılığında silahlı Kürt direnişini tasfiye etme hedefiyle hareket etti. Görüşme, açılım, çözüm, süreç diye kodladığı bu aldatmacaları, esas olarak da düzen içi güç dalaşmalarını kazanmanın, gerçek iktidar haline gelmenin, seçimleri sağ salim atlatmanın imkanı olarak kullandı. Sonrasını biliyoruz: “Çöktürme planları” ve Hendek katliamları; “Fırat Kalkanı”, “Zeytin Dalı”, “Barış Pınarı” kodlarıyla Rojava topraklarının işgali; “Kartal”, “Pençe”, “Kilit” kodlarıyla Güney Kürdistan’da sürekli savaş, kimyasal saldırılar vb…

Tüm bunların da doğruladığı üzere, iktidarının Kürt sorunundaki temel politikası, Kürt halkının özgürlük mücadelesini bölge düzeyinde boğmaktır. Bu çerçevede Güney Kürdistan ve Rojava işgalleri sürmekte, silahlı saldırılar buralarda yoğunlaşmaktadır.

Şimdi iktidarın en faşist-şoven temsilcisinin verdiği startla yeni bir açılım-çözüm sürecinden söz ediliyor. Hayale kapılanların aksine, peşinen bunun yeni bir aldatmacadan başka bir şey olmadığını söyleyeceğiz. Neticede Kürtçe televizyon yayını yaptığı halde, meclisinde-mahkemelerinde Kürtçeyi bilinmeyen dil diye aşağılayan, Kürtçe türküler ve halaylar nedeniyle düğünlerde-sokaklarda sürek avı yürüten bir iktidarla karşı karşıyayız. Hem bölgede yaşanan sarsıcı gelişmelerin ortaya çıkardığı riskler hem de AKP-MHP iktidarının içerideki sıkışması, onu bir kez daha “çözüm” manevrasına itmiştir. O her olanağı ve yolu değerlendirerek silahlı Kürt direnişini tasfiye etme, Kürt halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesini boğma peşindedir. Hala da bir somutluk kazanmayan manevranın, emperyalizm ve siyonizmin bölge ve Kürt politikasıyla uyumu, sadece manevrayı kolaylaştıran ve inandırıcılık katan bir çakışmadır.

Partimiz Kürt halkının tümüyle haklı özgürlük ve eşitlik mücadelesini ve bu mücadeleyle elde ettiği ulusal demokratik tüm kazanımları desteklemeye, bunları gasp etme ya da sınırlama yönündeki tüm girişimlere karşı kayıtsız şartsız Kürt halkının yanında yer almaya devam edecektir. Kürt sorunuyla ilgili sözümüzü, partimizin, bölgedeki gelişmeler ışığında bugün daha da önemli hale gelen, yıllar önceki şu uyarısıyla bitirmek istiyoruz:

“Kürt halkı kendi gücüne dayandığı ve bölge halklarıyla devrimci kader birliği içinde hareket ettiği ölçüde sürecin toplamından kalıcı kazanımlarla çıkacaktır. Emperyalizmin bölgeyi kendi çıkarlarına göre yeniden şekillendirme çabalarından yarar umduğu ve daha da kötüsü buna alet olduğu ölçüde ise bölge halklarıyla birlikte bunun acısını çekecektir.” (TKİP IV. Kongresi, Ekim 2012)

***

Türkiye bahsine karanlık bir tablo çizerek girmiştik. Fakat Türkiye’deki karanlığa rağmen AKP-MHP iktidarı hala da toplumu teslim alabilmiş değildir. Türkiye, aynı zamanda sınıf çelişkilerinin alabildiğine keskin olduğu, işçi ve emekçilerin, kadınların ve gençliğin, Kürt halkının, Alevi emekçilerin mücadele sahnesini hiç terk etmedikleri bir ülkedir.

Mücadele cephesindeki temel sorunların başında kitlelerin düzen içi, parlamenter ya da reformist mücadele anlayışı ve eylemin sınırlarına hapsedilmiş olması gelmektedir. Burjuvazi, solun devrimci kanadını durmadan kırarak, liberal-reformist akımların önünü açarak bu geçici sonucu elde edebilmiştir. Geçicidir, zira Türkiye sosyal patlamaları tetikleyecek gerilimlerin alabildiğine biriktiği bir ülkedir. Geçicidir, çünkü ağır bedellerle göğüslenen saldırılara rağmen bu topraklardaki devrimci birikim korunmuş, devrimci damar yok edilememiştir. Bu birikime yaslanan partimiz, devrimci teori ve siyasal çizginin, devrimci örgütlenme ve mücadelenin en kararlı temsilcisidir. Buna uygun devrimci yol, yöntem ve araçlarla sınıfı devrime kazanma, devrimci bir sınıf hareketi geliştirme çabasını tereddütsüz bir şekilde sürdürecektir.

Hepinizi bir kez daha devrimci duygularla selamlıyorum.

Kahrolsun emperyalist savaşlar ve faşizm!

Yaşasın proletarya devrimi ve sosyalizm!

Yaşasın Türkiye Komünist İşçi Partisi!

www.tkip.org