“Herkes gider Mersin’e, biz gideriz tersine” özdeyişinin boş olmadığını, son İspanya röportajlarımda bir kez daha anladım.
“Sağnak” takipçilerinin bildiği üzere, Türkiye’den olduğu gibi yurtdışından da zaman zaman gazetecilik yapıyorum. Yurtdışından yazdığım dönemlerde bana en çok acı veren, beni en çok çileden çıkaran konu; Türkiye ve Batı arasında hiç kapanmayan ve asla değişmeyen bir “entelektüel zaman boşluğu/ zaman aralığı” oluyor…
Batı’nın siyasi-entelektüel çerçevesini oluşturan ve Türkiye’nin esinlendiği fikir düzlemleri, ülkemize hep kağnı hızıyla, büyük gecikmeler, zaman boşluklarıyla ulaşıyor.
O süre zarfında şartlar değişiyor, dış dünyada yeni dinamikler ışığında geçmişten dersler çıkarılıp farklı arayışlara başvuruluyor ve bakıyorsunuz evren başka yere doğru gidiyor….
Ancak biz o hiç telafi edilmeyen zaman boşluğu içinde, yeni keşfedilen dünün fikirlerini, neredeyse tekerleği keşfetme coşkusuyla ortaya atıyor ve mangalda kül bırakmıyoruz.
Halihazırda yapılan “özerklik tartışmalarında” da olan bu.
“İspanya’nın özerklik modelinden” Türkiye’de bahseden ilk gazeteci hasbelkader ben olmuştum.
Bunun nedeni, İspanya’nın demokrasiye geçiş döneminin tetiklendiği dönemde orada bulunmuş olmamdı. “İspanya Bir Kanlı Gül” isimli kitabımda anlattığım gibi, ardından uzun uzun “Bask modeli” dizileri yapmış, demokrasiye geçiş başbakanlarından Adolfo Suarez başta olmak üzere, özerklikleri hayata geçiren aktörlerle doğrudan modeli konuşmuştum...
Özerkliklerin İspanya’nın demokratikleşme süreci içindeki yerini Madrid’den böyle ayrıntılarıyla yazdığım yıllarda, Türkiye’de “Kürt dili ve Kürt realitesi” tanınmıyordu.
“Özerklik modeli” bir yana, “kültürel hakları” konuşmak, tartışmak dahi zül sayılıyordu.
Demokratikleşme kapsamında bu sert tabuları yıkmaktan yana hep taraf oldum.
‘Özerklik yerine milliyetçilikler devleti’
Ancak otuz yıl sonra bugün gelinen nokta bambaşka.
Otuz yıl öncesinde “AB üyeliği doğrultusunda” pupa yelken ilerleyen demokratikleşme sürecinde örnek aldığımız “İspanya modelinde”, bugün ağır bir “egemenlik krizi” yaşanıyor.
Otuz yıl öncesinin “demokratik özerklikler modeli”, öncelikle güçlü Avrupa şemsiyesi altında Brüksel’in çekim gücüne dayanıyordu.
Avrupa’nın varlığının, İspanya’nın yerel milliyetçiliklerinin panzehiri olacağı düşünülüyordu.
Avrupa, demokrasinin ve İspanya’nın bekasının garantisi sayılıyordu…
İspanya’da gerçekleştirdiğim son röportajlarda, Avrupa Birliği’nin İspanyollar tarafından artık böyle geniş bir garanti şemsiyesi olarak algılanmadığını gördüm.
Her şeyden önce Avrupa’nın kendi içinde bir egemenlik krizi baş göstermişti.
Üyeler, Brüksel’e devretmiş oldukları egemenlik yetkilerinin bir kısmını tekrar ele geçirmek peşindeydiler.
Brüksel’le ilişkileri tartışmaya açan Cameron göz önündeki en somut örnekti.
Ancak Cameron buzdağının yalnız görünen yüzüydü.
Madrid dahil, Avrupa’nın belli başlı başkentlerinin hemen tümünde “ulus yetkilerini geri devralmak” yönünde bir genel eğilim vardı.
Avrupa sütunu yıkılınca
Hal böyle olunca, Avrupa’nın, yerel milliyetçiliklerde yatıştırıcı/ farklılıkları geniş pota içinde eritici etkisi ortadan kalkmış oluyordu.
Geçen yıllar içinde yerel milliyetçilikler buna karşın başını alıp gitmiş, özerk Katalonya bölgesi işi “egemenlik bildirgesi” ilanına dek götürmüş, yeryüzünde 400 milyon insanın konuştuğu hâkim dil İspanyolca bu bölgede tehdit altına girmiş ve düşünür Fernando Savater’in bu gazetede yayımladığımız söyleşisinde dile getirdiği gibi “milliyetçiliğin olmadığı bölgelere de milliyetçilikler bulaşmış”, İspanya devleti bir “özerklikler devleti” olmaktan çıkıp “milliyetçilikler devleti” halini almıştı.
Derin ekonomik krizin boyutları özerklikler adına yapılan akıl almaz israflarla diz boyu yolsuzlukları ortaya çıkarmış, sistemin “pahalı” ve ancak “yüksek ekonomik konjonktüre” uygun olduğu anlaşılmıştı.
İspanyol devleti 17 özerk bölgenin açıklarını kapatmakta zorluk çekiyordu, buna karşın bölgeler ayrıcalıkları yitirmemek için sonuna dek bilek güreşi yapıyordu…
Başka bir deyişle, Madrid ile özerk yönetimler arasında baş edilmesi güç bir “egemenlik krizi” yaşanıyordu.
Madrid ve özerk yönetimler çerçevesinin bu şartlarda gözden geçirilmesi, hatta yeni bir anayasanın yapılması dahi konuşulmaya başlanmıştı.
Savater gibi “sol liberal” bazı kesimler, bu bağlamda, bazı yetkilerin özerk yönetimlerden “geri alınarak”, tekrar merkeze bağlanmasının gerekliliğinden bahsediyordu…
Diyeceğim o ki bugün “özerk Kürdistan”a örnek gösterilen “İspanya modeli” artık bambaşka bir yerde.
Köprülerin altından çok sular akmış!
Kürtlere özerklik günümüzde İspanya örneği üzerinden konuşulacaksa, bu tartışmaya otuz yıl gerisinden değil, bugünden girmek gerekir.
Sürecek.
Cumhuriyet / 13.02.13