Newroz’un doğusuyla batısı üzerine bir çift söz - Baran Öztürk

  • Arşiv
  • |
  • Düzen cephesi
  • |
  • Kürt Sorunu / Azınlıklar
  • |
  • 22 Mart 2012
  • 09:18

Biri İstanbul’dan, diğeri Amed’den iki enstantane, Newroz ve üzerinden Kürt hareketinin seyrine ve hâllerine dair bize bir şeyler söyleyebilir sanki.


İlk görüntü İstanbul’dan: Yol çevirmesinde arabası durdurulan otuzlarında bir adam aracından iniyor ve doğrudan polislerle tartışmaya başlıyor. “Eylemciler orada arabalara saldırıyor siz burada beni durduruyorsunuz, gidin işinizi orada yapın” minvalli bir argüman bu; vergileriyle dirlik ve düzeni sağladığına ve bu nedenle, hemen yanı başındaki coğrafya yıllar yılı ateşle sınansa da kendi şahsi can ve mal güvenliğinden emin olması gereğine ve bunun en temel vatandaşlık hakkı olduğuna inancı tam, polise vazifesini hatırlatan tipik bir duyarlı orta sınıf kentli Türk vatandaşı portresidir bu.

Batıdaki orta sınıf apolitizminin duyarlık eşiği, kolluk kuvvetleri ve yargı mercileriyle girdikleri formel ilişki kadardır; bu ilişkide sınıfları, dil ve diksiyonları ölçüsünde devletçe dikkate alınır olarak davacı, şikayetçi, ihbarcı tarafta durmuşlardır her zaman için. Bu devletin, kendi sosyal sınıflarının bir ifadesi olduğunu her nasılsa bilirler ve orada burada cam çerçeve indirilirken kendilerinin polisiye bir prosedüre alınmaları haysiyetlerine dokunur. Burada da kalmıyor; hemen orada konuşlanmış kameraların karşısında, televizyon ekranlarının nelere muktedir olduğunu bizzat kendi edilgen ve tüketici medya tecrübesinden bilen bu adam muazzam bir hezeyanın kollarına bırakıyor kendisini.

Akşam haberlerinde, olup bitenlere artık göz yumulamayacağını cümle Türk ülkesi adına dile getiren, şehir alt-üst edilirken cengâverce çıkıp, dobra dobra bunun hesabını soran ideal-vatandaş imgesi kendi suretinde billurlaşacak, “nerede bu devlet, nerede bu millet?” geleneksel sorusunu bir de o soracak, polisin kendi varlık sebebini ve bundan mülhem işlevini unutmuş olabileceği hülyasıyla sarhoş düşmüş, hem nalına hem de mıhına vuracak; bir ucunda linçlerde, öbür ucundaysa en fazla sosyal medya ve haber yorumlarında ırkçı dille somutlanan kamuoyu refleksini yek başına, polislerce çevrildiği yerde kameralar karşısında devleşerek temsil edecek…

Çünkü biliyor ki bu ülke cinneti seviyor, ve yine biliyor ki bu ülkede hezeyanlar, tükürükler ve gözyaşları içinde bağırmak, kişinin haklılığına ve meşruluğuna dair peşin, bariz, herkesin mutabık olduğu bir hükmü öngörüyor. Bunca hezeyandan huzursuzlaşan polis adamın koluna giriyor, bir biçimde temas ediyor yani, şikayetçi vatandaşın şovuna zıt olarak kameralar karşısında soğukkanlı memuru oynamaya çalışarak.

Tutmuyor tabii; adam, polisin kendi zümresinin bir uzvu olduğu fikrinde direngen, bu sefer de basıyor çığlığı: “Ben doktorum, bana dokunamazsın, sen kim oluyorsun, ben doktorum!” İşte bu, kişi köşeye sıkıştığında zarurileşen bir kimlik beyanıdır, sınıflı toplumlarda polisin vazifesi üzerine ikinci bir düzenleme/hatırlatma ihtiyacı yani; adam böyle canhıraş bağırmayıp da biraz ağırbaşlı hareket etse, hayli de işe yarardı bu beyan. Ama olmuyor, doktorumuz inatlaşıyor, her daim inanıp güvendiği ayrıcalıklarının bu olay özelinde tanınmamasıyla biraz şok hâlinde; ve polis memurunun tiyatroyu bırakıp “arabana bin!” diye bağırması da “sen kimsin, bulacağım seni, bittin sen” yollu sözlerle karşılık bulunca gözaltı süreci başlıyor. Bu da değişik; doktor kelepçelenip polis otosunun arka koltuğuna istiflenirken bir yandan “arabam, arabam” diye bağırıyor (bu suretle polisin mülkiyet bekçiliği vazifesine oynuyor), diğer yandansa artık kısılmış sesiyle “yalvarırım bırakın beni, ben sana soracağım, beni bırakın…” diyor. Nitekim daha sonra rütbeli amirlerin talimatıyla kelepçeleri çıkarılıyor.

Bu örnek, zaten alışıldık bir refleks olarak mahallelerde polisin hedef göstermesi ve esnafın önayak olmasıyla örgütlenen faşist linç güruhlarıyla kantara vurulduğunda, Cumhuriyet’in “sınıfsız, imtiyazsız toplum” ifadesinin özelde Kürt, genelde yabancı düşmanlığıyla sürdürülebilir olduğunu gösteriyor. Linç güruhundan bir genç, yarın bir oto yıkamada iş bulup bu doktorun arabasını yıkayacak, askere gittiğinde de postalını boyayıp dayağına maruz kalacaktır. Lâkin Kürt düşmanlığının yanında bu çelişki nedir ki?

İkinci görüntü Amed’den: Yol boyu aralıklarla ateşe verilmiş GSM operatörü araçları bahsinde bir muamma arayanlar oldu. GSM’in varlığı, onca kalabalıkta telefon trafiğini rahatlatıp insanların iletişimini sağlamaları gibi iyicil bir niyete vurularak eylemi anlamsız bulanlar çıktı. Bence bu, polis barikatlarının zorlanıp aşılmasından farklı olarak, sembolik önemi haiz bir eylemdir; eylemi, görünür nedeni ve güdüsünden bağışık olarak alıyorum. Bu, modern kitle iletişimi sağlayıcılarının polis devleti ve denetim toplumuyla olan organik işbirlikçi bağının darbelenmesidir.

“Teknolojinin geleneksel değerlerimizde açtığı gedik” türünden muhafazakâr bir yol tutmuyorum; ki bence, Kürt gençliğinin her şeyden önce kurucu geleneği direniş olup çıkmıştır ve işgal koşullarında buna engel teşkil edecek her tür köhnemiş kalıntıyı aşarak ilerlemek devrimci halk hareketinin yapısı gereğidir.

Düzmece iddianamelerde telefon konuşmalarının bir hâl yoluna sokularak kullanılması, dinlemenin, teknik takibin ve özelin her türlü ihlâlinin öyle naif, bireyci, liberal karşı çıkışları komik düşürecek biçimde zaten bu işin tabiatında olması gerçekliği şöyle dursun; kapitalist modernitenin dayattığı yaşam biçiminde, verili zaman-zeminde işe koşulan, kendi sonunu hazırlayan yıkıcı, zalim ve fasit bir endüstri mekanizması içinde atomize edilmiş, taşeronlaşmış kişi ve grupların hem denetimini, hem ulaşılabilirliğini, hem de (interneti de dahil edip genişletirsek) uyuş(turula)abilirliğini sürdüren bu araçlar, menşe itibarıyla da işgalci batının anıtları olarak dikilmekteler. Kişiyi telefon taşıma zaruretinde bırakan tüm yaşam örgüsü ilk düğümlerine kadar çözüldüğünde “çağın gereği, işlevsel, zorunlu” olarak addedilen bu aletlerin esasında nasıl kapsamlı bir toplumsal esaretin küçük sağlayıcıları olduğu görülecektir.

Meselenin ikincil boyutuysa, elbette egemenlerin makinesi işlesin diye yoksul halkın mahallelerinde bacaların arkasına, karton ve plastik kamuflajların içine gizlenen baz istasyonlarının halk sağlığı ve çevreye verdiği tahribattır. Bu tür sonuçları mevcut çağ koşullarına vererek ve sevilen gülün katlanılması gereken dikeni olarak görerek kabullenmeye alıştırıldık.

Fakat bu, yine kapsamlı bir toplumsal esaretin, günümüz kapitalizminin dayattığı yaşam örüntüsünün bir ilmiğidir; metropoller aydınlansın, sanayi çarkını döndürsün diye köylünün deresini kirletip kurutmaktan hiç de daha masum görülemez. Başlarda, bu eylemi görünür nedeni ve güdüsünden bağışık olarak aldığımı söylemiştim.

Bir eylemde, özellikle de sembolik niteliği ağır basıyorsa, işaret edilen gerçekliğin, varılan sonucun tümünün o an öznelerce baştan ayağa bilincinde olunması gerekmez. Bu, Amed özelinde tam olarak da öyle olduğu ve/ya olmadığı anlamına gelmiyor.

Demek istediğim, direniş, isyan, hararet, özgürlük güdüsü ve varoluş gerçeği, ifadesini savaşı yükseltmekte bulup tohumunu 18 mart Newrozu’na gömdüğünde sözgelimi, darbelenen her şeyde düşmanın somut ve/ya imgesel varlığına nokta atışı yapıldığını söyleyebiliriz. Bunu, kitlenin kolektif bilinçaltına inmek yoluna hiç de girmeden, halkın söz yerine eylemini koyarak konuştuğu her karede görebiliriz.

Eyleme vandallık deyip bunun yerine kendi meşrebince makul, mantıklı, sebepli, pozitif izahlar öneren zihniyet için (“faşizm konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir” sözüne de paralel olarak) konuşmaya yarayan bir aletin araçlarının neden yakıldığını anlamak elbette zor olacaktır; zaten anlamaları şart da değildir.

ANF / 22.03.12