Caydırıcı mı, savaş riski mi? - Şükran Soner

  • Arşiv
  • |
  • Basın
  • |
  • 06 Ekim 2012
  • 04:37

Biraz teğet bakıldığında, yabancı ülkeleri kapsayan savaş tezkeresi, Erdoğan hükümetinin elini kuvvetlendirdi gibi, Esad yönetimi Türkiye ile doğrudan savaşı göze alamayacağına, Suriye’den gelen ilk mesajlar bu doğrultuda olduğuna, Başbakan Erdoğan da savaş çıkarmak gibi bir dertlerinin olmadığını açıkladığına göre, savaş tezkeresinin ancak caydırıcı etkisinin olacağı gibi bir sonuç çıkarılabilir. Gerçekten de Türkiye, iktidarlarının önde-atak-kazançlı çıkmak hesaplarıyla Suriye çıkışlarında önde, tek başına kalmış olma konumundan kurtulmak şansını yakaladı mı?

Evlerinde can veren ana ve çocuk ölümlerinden sonra ABD, AB ülkelerinden gelen kınama açıklamaları, BM-NATO’nun yanımızda kararları, uzman değerlendirmelerinden sonra, “zorunlu” sınırlarını aşan, bizim için anlamlı, destek boyutunda içerikler taşımıyorlar. Türkiye’nin Suriye’de iç savaşa bulaşmadan sınır güvencesi için istediği tampon bölge kararına yanaşan yok. Dahası ABD seçimlerinden sonra Suriye politikalarının değişeceği, Esad yönetiminin gidişini hızlandırıcı aktif politikaların gündeme sokulacağı yolunda bir işaret de yok. Tam tersine ABD-AB’nin, kendi öncelikli ekonomik-sosyal-siyasal sorunları bağlantılı, Ortadoğu ya da başka bölgelerde doğrudan müdahaleci rol oynama politikalarından uzaklaşma kararlılıkları pekişiyor.

Libya’da bir anlamda Kaddafi’nin arkasında hiçbir gücün olmaması bağlantılı gündeme sokulan doğrudan müdahale stratejilerinin bir benzeri, daha dolaylısının bile Suriye için söz konusu olamayacağı savlanıyor. Öte yandan Rusya-Çin-İran destekleri ne kadar güçlü, somut çıkarlar bağlantılı olsa da bu kadar çok ölümün yaşandığı iç savaş sonrası Esad’ın uzun soluklu iktidarda kalabileceği de akla yakın görülmüyor. Uzun bir sürece oturabilecek ABD-AB en azından Rusya-Çin’in onay verebilecekleri farklı çözümlerin gündeme sokulabilmesi olasılığının somut reçeteleri olmasa da kokusu geliyor.

***

Sorun, ortalıkta olmayan uzun süreçli çözüm reçeteleri oluşana kadar Türkiye’nin içinde olduğu koşullarda değil mi? Şu güzelim ABD yıldızının BM iyi niyet elçisi olarak Cumhurbaşkanı, bakanlarımızla el sıkışırken sözünü ettiği kış koşullarına kafayı takmış bulunuyorum. Dünün en taze haberlerinde Davutoğlu’nun sözünü ettiği yüz bin sığınmacı sınırının aşıldığı bilgisi vardı. Şunun şurasında zorlu kış koşullarına kaç gün kaldı ki? Bugünün koşullarında bile sürekli bakma yükümlülüğünün çok ağır boyutlar kazandığı Suriyeli sığınmacılara, kış soğuğunda donmayacakları, insanca yaşam koşullarını nasıl sağlayacağız?

Zengin kuzey dünyasının, ABD-AB’nin umursamadıkları Suriyeli sığınmacılar neden tek başına bizim yükümlülüğümüz? Bizi öne itekleyip sonra çok istikrarlı uzak durdukları Esad’ın düşürülmesi projesinde, çözümü zamana bırakırlarsa, onlar için bedel sayılabilecek tüm adımların atılmasından uzak dururlarsa Suriye’de akan kanın sorumluluğu kimlerin üstünde kalacak?

Batı medyası Esad’dan sonra akan kandan en çok kimleri sorumlu tutuyor? Oluşumundan pek de hoşlanmadıkları, demokratik bir cephe oluşturulamadığını savladıkları Esad muhalefetinin maddi-manevi desteklenmesinde adres olarak hangi ülkenin siyasi iktidarını gösteriyorlar? Türkiye’nin siyasi iktidarını öne itekleyen Batı’nın siyasi odakları ya susarak ya da “fazla atak, tek başına öne çıktı, kendi başına işler yaptı” ince esprileriyle hangi ülkenin iktidarını doğrudan hedef göstermiş oluyorlar?

Arap baharlarında bile istemedikleri sonuçların çıkması sonrası, sorumluluk üstlenmekten kolayca sıyrılmak onların dünyayı yönetme sanatlarındaki ustalık işleri. Farklı kültürler, dinler, mezheplerden çok uzakta, güçlü, ulaşılamaz olmalarının payları kuşkusuz. Arap baharlarında bedel ödeyenlerin örneğin Libya’da onlardan çok bizimkilere kızacakları, kin güdeceklerini öngörmek gerek. Irak işgalinde son dakika tezkere dönüşü ile canı yanan Iraklıların bir numaralı düşmanı, hedefi olmaktan sıyrılmıştık. Yine de akıl almaz bir biçimde Irak’ta bugünün iktidarı içinde, kimi grupların akan kanın doğrudan sorumlusu ABD yerine bize kızmayı yeğlediklerini şaşkınlıkla izliyoruz.

Irak’ın içine yönelik iktidarlarımızın siyasi zikzaklarının payı kuşkusuz olsa da tanınan, bilinen, görünen, ulaşılabilen, geçmişin önyargıları ile beslenebilen hedefi seçmek, suçlamak, düşman bellemek toplumsal dinamiklerin doğasında var. Libya’dan getirip baktığımız, otellerimize, hastanelerimize yerleştirdiğimiz insanların beklenmedik öfke ve tepkilerini “nankörlük” olarak tanımlamak, sorunlarımızı ortadan kaldırmıyor. Bize çok pahalıya mal olan Suriyeli sığınmacıların hiç beklenmedik kimi öfkeli tepkilerini de anlamak, hoşgörü ile karşılamak zor. Irak içi çıkar kavgalarında taraf olmakla açtığımız yaraları bilemeden, kimi siyasi kadroları suçlamak, mezhep gruplarının öfkesini anlamak da öyle... Suriye’de üstümüze kalan sorumluluklarla, hele de savaş tezkeresi sonrası bulaşıklığımızla başımıza daha neler neler gelebilir?

Cumhuriyet / 06.10.12