Bologna süreci üzerine-1

  • Arşiv
  • |
  • Gençlik Hareketi
  • |
  • Ekim Gençliği
  • |
  • 06 Ekim 2012
  • 20:09

Bologna sürecine neden ihtiyaç duyuldu?


Genelleşmiş meta üretimi olarak tanımlanan kapitalist üretim tarzı, insani tüm ihtiyaçların metalaştırılmasına dayanmaktadır. Barınma, beslenme gibi temel yaşamsal ihtiyaçlarımızdan tutun da eğitim, sağlık gibi diğer ihtiyaçlarımıza kadar her şeyin kârın konusu haline getirilmesi de kapitalist toplumun bu karakteristik özelliğinden kaynaklanmaktadır.

Fakat bu döngü içerisinde hangi temel yaşamsal ihtiyacın metalaşıp hangisinin metalaşamayacağını belirleyecek olan etken sınıflar mücadelesinin kendisidir. Bugün ülkemizde eğitim-sağlık-ulaşım- iletişim gibi yaşamsal ihtiyaçların tamamı paralı haldedir çünkü ülkemizde olgunlaşmış bir sınıf hareketi yoktur ve işçi sınıfının vermiş olduğu mücadelenin bu kadar düşük dinamikler ile ilerlediği bir dönemde, bu yaşamsal ihtiyaçların metalaşmamasını beklemek anlamsızdır.

20. yüzyılda hizmet sektörünün tarihsel gelişimi

Rusya’da gerçekleşen şanlı Ekim Devrimi ve onun yayılan etkisi dünyanın tüm ülkelerindeki burjuva sınıfını telaşlandırıyor, hatta ürkütüyordu. Avrupa’daki işçi ve emekçiler tıpkı Rusya’da olduğu gibi eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, iletişim gibi temel yaşamsal ihtiyaçların parasız bir şekilde sağlanmasını talep ederlerken, daha sonra bu talebin Avrupa burjuvazisi tarafından karşılamaması üzerine devrimci bir perspektif ile mücadeleye atılmışlardı. Eğitim, sağlık, ulaşım gibi ihtiyaçlarının kendi ülkelerinde karşılanmadığı halde Sovyet Bloğu’nda karşılandığını gören Avrupalı işçi ve emekçilerin “devrim” talebini durdurabilecek tek yol, bu hizmetlerin devlet tarafından bir “hak” olarak insanlara ücretsiz ulaşmasını sağlamaktı ve sonuç olarak sosyal-devlet politikaları uygulanmaya başlandı.

Ülkelerindeki iktidarlarının kaybedilmesi korkusu Avrupa burjuvazisinin sosyal devlet politikalarına geçmelerini zorunlu kılmış, dolayısıyla, paralı bir hizmet olarak topluma sunulduğu takdirde, toplam toplumsal kar kitlesinin korunmasını, belki de artmasını sağlayacak olan bu yaşamsal ihtiyaçların üretim süreci, sınıf mücadelesinin dinamikleri nedeni ile ücretsiz karşılanan bir hak haline gelmiş, bu açıdan burjuvazinin sırtında bir kambur oluşturmuştur.

Fakat bu süreç çok uzun sürmemiştir. 70’li yıllarda tekrardan kendisini gösteren krizi aşma zorunluluğu, ekonomik ve politik alanda bir takım değişim ve dönüşümleri dayatmış ve ‘89 çöküşü ile bu dönüşümler hızla hayata geçirilmiştir. Artık karşısında alternatif bir dünyayı/sosyalizmi tehdit olarak görmeyen emperyalist tekeller, sınırları belirsiz bir saldırı süreci başlamışlardır. Eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim vb. tüm yaşamsal ihtiyaçlar tekrardan sermayenin konusu haline gelmiş, yapılan uluslararası anlaşmalar ile -GATT, GATS- özellikle hizmet sektörüne ait alanlar bir bir metalaşmaya başlamıştır.

Kapitalist toplumun genel eğilimin bir sonucu olan krizleri aşma zorunluluğu eğitim, sağlık gibi hizmet alanlarının metalaşma sürecini hızlandırmıştır. Kâr oranlarının düşmesi nedeniyle var olduğu bilinen krizin yıkıcı etkisini ortadan kaldırabilmek için seferber olan burjuvazinin, eğitim-sağlık-ulaşım-iletişim gibi ihtiyaçların tekrardan paralılaştırılması için azgınlaşacağından şüphe duymamak gerekiyordu, ki son yıllarda yaşananlar bu öngörüyü doğruladı. Dünyanın her yerinde, bir taraftan kıdem tazminatları gasp edilip emeklilik yaşları yükseltilirken, esnek-güvencesiz çalışma yaygınlaştırılıp asgari ücretler enflasyon oranlarına göre düşüşe uğratılırken, diğer taraftan da eğitim ve sağlık gibi hizmetler metalaştırılmaktadır. İçerideki bu saldırganlık aynı zamanda dışarıda, yani uluslararası pazarda da devam etmiş, kâr oranlarının düşme eğilimi, uluslararası alandaki rekabeti de azgınlaştırmıştır. Uluslararası pazarda var olan kâr kitlesine ulaşabilmek, tüm emperyalist blokların olmazsa olmazı haline gelmiştir. 3. Dünya Savaşı’nın bu kadar yakın olduğunun tartışılmasının bir başka nedeni de uluslararası alanda var olan bu emperyalist rekabetin kendisidir.

Türkiye’de hizmet alanlarının metalaştırılması

1980’de yaptığı darbeyle, ülkedeki toplumsal muhalefeti sindiren sermaye sınıfı, işçi sınıfının tüm kazanımlarına göz dikmiş ve ‘60’lı-’70’li yıllardaki tüm kazanımları teker teker gasp etmeye başlamıştı. Bu süreç, Türkiye’nin, emperyalist ülkelerin gelişmekte olan ülkeleri daha fazla sömürebilmek için geliştirdikleri emperyalist projelerden sadece bir tanesi olan GATS’ı -Hizmet Ticareti Genel Antlaşması- 1995 yılında kabul etmesi ile hızlandırılmış olup, Bologna süreci ile yüksek öğrenim ayağını inanılmaz bir boyuta ulaştırmıştır.

GATS olarak bilinen anlaşmalar bütününün kendisi, öz olarak, sermaye birikim düzeyi günümüz emperyalist dünyasına göre geri düzeyde olan bizim gibi gelişme aşamasındaki ülkelerin hizmet alanında yaptıkları üretimleri taahhütler yoluyla uluslararası sermayeye peşkeş çekmesini, hizmet alanındaki tüm uygulamaları onların denetimi ve çıkarlarına uygun olarak planlamalarını içermektedir. Bu anlaşmalar ile mesleki hizmetler, eğitim hizmetleri, haberleşme hizmetleri, müteahhitlik ve ilgili mühendislik-mimarlık hizmetleri, çevre hizmetleri, mali hizmetler, sağlık-sosyal güvenlik hizmetleri, turizm ve seyahat hizmetleri gibi geniş bir alanda Türkiye’nin vermiş olduğu taahhütler %46 oranındadır ve bu oran, gelişmekte olan ülkelerin %18 civarında olan ortalamasına göre çok yüksektir. Bu anlaşmalar ile yapılan uygulamaların bazılarını kabaca örnekleyecek olursak; rantı yüksek olan ya da yüksek olması beklenen arazilerin taahhütler yoluyla çok uluslu şirketlere bırakılması -sahil şeritlerimizdeki birçok arazi bu nedenden dolayı emperyalist şirketlere verilmiştir-, ülkedeki eğitimin tamamıyla paralılaştırılarak yüksek öğrenimden mezun olan ve vasıflı emeğe sahip olan emekçilerin emperyalist şirketlerde çalışabilmesi için olanakların yaratılması gibi uygulamalar sıralanabilir…

Bologna süreci

GATS ile hızlandırılan neo-liberal saldırıların yüksek öğrenim ayağını ise Bologna süreci oluşturmaktadır.

1999 yılında İtalya’nın Bologna kentinde 29 ülkenin imzacılığıyla başlayan, Avrupa kıtasında olmayan ülkeleri de içerisine alarak 46 ülkenin imzacılığıyla devam eden ve “yaşam boyu öğrenme”, “bilgiye dayalı toplum”, “kalite güvencesi” gibi terimler üzerinden tartışılan Bologna süreci, Avrupa emperyalizminin bir projesi olarak, üyesi olan ülkelerdeki üniversitelerin tamamında yaşanılan dönüşümleri kapsamaktadır. Avrupa Yükseköğretim Alanı (AYA) oluşturma hedefine bürünmüş olan bu sürecin kendisi, GATS dahilinde yürütülen anlaşmaların eğitim hizmetleri alanındaki yükseköğrenim kısmını kapsamaktadır. Bologna Süreci de bir taraftan yükseköğrenim hizmetinin kendisini tamamıyla ticarileştirirken, yükseköğrenimin kendisini ulusal ve küresel alanda Avrupa emperyalizminin çıkarları doğrultusunda dönüştürmektir.

Bologna sürecinin kendisini dayattığı tarihsel-toplumsal nesnel zemin, kriz nedeniyle uluslararası alanda kızışan rekabettir. Avrupa emperyalizminin uluslararası pazarda, diğer emperyalist bloklarla rekabet gücünün arttırılması dahilinde hayata geçirmesi gerektiği ekonomik-politik dönüşümlerin yükseköğrenim ayağını oluşturan Bologna sürecinin üç temel amacı vardır:

1. Günümüz dünyasında bilgi ve teknoloji üretimi alanında ABD ve Japonya’nın ciddi bir üstünlüğü vardır. Bu üstünlük bu ülkelere, emeğin sömürülmesi alanında mutlak ve nispi avantajlar yaratmaktadır. Uluslararası pazarda ABD ve Japonya ile rekabet edebilmek için Avrupa emperyalizminin de bilgi ve teknoloji üretim alanlarında söz sahibi olması gerekmektedir. Bologna sürecinden doğru oluşturulmaya çalışılan Avrupa Araştırma Alanı (AYA) ile Avrupa’nın “dünyanın en rekabetçi bilgi tabanlı ekonomik gücü” olması sağlanacak ve Avrupa küresel rekabette, bilim ve teknoloji açısından üniversitelerin muazzam desteğini alacaktır. Bu dönüşüm ile üniversiteler sermayenin çıkarları doğrultusunda konumlandırılacağı için, üniversitelerin toplumsal sorumluluklardan soyutlanması kaçınılmaz olacaktır.

2. Bir diğer amaç, Avrupa Yükseköğrenim Alanı oluşturmaktır. Burada amaçlanan yükseköğrenimin küresel bir pazara dönüştürülmesidir. GATS’ın AB’deki uygulamaları olarak bilinen bu süreç ile “hizmetlerin serbest dolaşımı önündeki engellerin, diplomaların tanınması ve akreditasyon mekanizmalarıyla kaldırılması”, “ öğrenci hareketliliğin arttırılması ve ortak bir ‘Avrupalı’ bilinç ve kültürünün oluşturulması”, “üniversiteler arasında işbirliği yoluyla bilim ve teknolojide rekabet gücünün geliştirilmesi” amaçlanmaktadır. Bu sayede, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde yetişen mimar-mühendis-doktor vb. vasıflı emeklerin emperyalist ülkelere göç etmelerinin olanakları yaratılarak, vasıflı emek daha düşük maliyetle üretim süreçlerine sokulacaktır.

3. Eğitim hizmetinin tamamıyla ticarileştirilerek, sermayenin konusu haline getirilmesidir. Bu sayede zaten sermayenin üzerinde yük halinde olan eğitim hizmetinin kendisi hem işçi ve emekçilere mal edilecek hem de devletin ekonomik anlamda küçülmesinin olanakları yaratılacaktır.

Türkiye, 2001 yılında sürece dâhil olmuştur ve sürecin tüm uygulamalarının en hızlı ilerlediği ülke olarak küresel alanda övgüler almaktadır! Yani ülkesindeki üniversitelerin sermaye ile işbirliğini organikleştirme sürecini en hızlı yaşatan ülke Türkiye’dir. Dolayısıyla toplum için değil, ulusal ve küresel sermaye için üniversitelerin merkeze alınması ve yükseköğrenimin ticarileştirilmesi yarışında ülkemiz birincidir.

Bunun en önemli etkenlerinden biri, ülkemizdeki gençlik hareketinin içerisinde bulunduğu geri düzeydir ve son saldırılar ile süreç daha da hızlandırılmaktadır.

(Bir sonraki sayımızda Bologna sürecinin mevcut-somut uygulamalarını inceleyecek, bunun ülkemizdeki ve dünyadaki örneklerine yer vereceğiz.)

(Ekim Gençliği, sayı 140, Ekim 2012)