Türkiye’de 120 bin kadar öğretim elemanı olduğu söyleniyor. Bunların önemli bir kısmını araştırma görevlileri oluşturmaktadır. Örneğin sadece ODTÜ’de 1500 öğretim elemanı var ve 750’sinin asistan olduğu söyleniyor. Bir araştırma görevlisi normal şartlar altında aynı zamanda lisansüstü öğrencisidir ya da eski sistemde doktorasını bitirmiştir. Bu insanların yetiştirilmesi için kamu kaynaklarından muazzam miktarlarda harcama yapılır. Türkiye’de son yıllarda lisansüstü öğrenci sayısı da toplam öğrenci sayısındaki payı da giderek artmaktadır. Devletin bu oranı arttırmak yönünde ciddi girişimleri vardır. Nitelikli işgücü ihtiyacı 2023 hedeflerine kısmen de olsa ulaşabilmek için elzemdir. Doktoralı işgücü işte bu nedenle özelde AKP ve genelde Türk sermayesi için son derece elzemdir.
Hükümet an itibarıyla Türkiye’de 30 bin öğretim üyesine ihtiyaç olduğunu belirtiyor. Şimdi gerçek bir teknolojik ve ekonomik atılım için bu ihtiyacın büyük oranda karşılanması gerektiği açıktır. Burada büyük bir çelişki ortaya çıkıyor. Normal şartlar altında kamu üniversitelerinde çalışan akademik personel kamu personelidir. Öğretim üyelerinin bu nedenle iş garantisi vardır. Ancak tüm dünyada esmeye devam eden neoliberal politikalar ve özellikle de özelleştirme ve iş garantisinin tasfiye edilmesi uygulamaları katlanmak üzere olan öğretim elemanı sayısı ile ciddi bir çatışma içerisindedir. Evet, öğretim elemanlarının sayısı radikal şekilde artacak; ama aynı zamanda onların iş garantisi de ortadan kaldırılacak. Bunu pek çok değişik araçla yapmak istiyorlar. Bir tanesi asistanların burslu öğrenci statüsüne sokulması. Bu tam bir felakettir. Çünkü özlük haklarınızın olmayacağı ve her an topun ağzına koyulabileceğiniz anlamına gelir. Vakıf üniversitelerinde okumuş ya da çalışmış herkes bunun ne anlama geldiğini çok iyi bilir. Eşek gibi çalışırsınız, ama en ufak bir itirazınızda “istiyorsanız gidin, dışarıda 100 dolara sizin yerinize çalışmak isteyen sayısız mühendis var” cevabını alırsınız (bu örnek yakın geçmişte Bilkent Üniversitesi Fen Fakültesi’nde gerçekleşmiştir).
Diğer bir yöntem ise bir tür taşeronlaştırma uygulaması olan 50/d asistanlığı ve bunda yapılmak istenen değişikliklerdir. Bu asistanların doktoraları bittikten (kısa bir süre) sonra kadrolarıyla ilişiği kesilir. Hatta lisansüstü eğitimlerini belirli sürede bitirmezlerse yine işlerine son verilir. Şimdi bu durum her bakımdan topluma ve aklımıza zarardır. Tonla masraf yapılan doktoralı yetişmiş öğretim elemanı işsizliğe mahkum edilir. Bu çalışan kamu kaynaklarından yüklüce miktarı kullanmıştır. Doğru olan aldığı nitelikli eğitimin bir gereği olarak kamu üniversitelerinde akademik hizmette bulunmasıdır. Şu andaki 50/d uygulamaları bu gereği yok saymakta ve verdiği eğitimin işe yaramazlığını zımnen kabul etmektir. Aslına bakarsanız, bu meselede üniversite rektörlükleri de en azından YÖK kadar suçludur. Böyledir, çünkü 50/d kadrolarında rektörlüklerin inisiyatif kullanma şansları vardır. Ne yazık ki ODTÜ’nün pek demokrat yönetimi bu inisiyatifi kötüye kullanmakta İTÜ rektörü ile yarışmaktadır.
Bu kötülük yarışmasında şampiyonluk şimdilik İstanbul Teknik Üniversitesi’ndedir. Kendileri şu ana kadar sayıları 100’e yaklaşan 50/d asistanına yol vermiştir. İşte buna tepki olarak İTÜ yerleşkesinde uzun zamandır militan bir direniş sürmekteydi. Bu direniş 31 Aralık-1 Şubat tarihlerinde Ankara/Bilkent’te bulunan YÖK Genel Merkezi’ne taşındı. İlk gün İstanbul’dan gelen bir otobüs asistana Ankara’daki üniversitelerden yaklaşık üç otobüs meslektaşı katıldı. Ayrıca çok sayıda araştırma görevlisi de toplu taşıma araçları ya da şahsi araçları ile YÖK binasına geldiler. 200’den fazla öğretim elemanının katıldığı eylem oldukça canlı geçti. Buraya asistanlar çadırları ile gelmişlerdi. Valilik’ten gelen “bizim kırmızı çizgilerimiz var, YÖK’ün önünde asla çadır kurmanıza izin vermeyeceğiz” şeklindeki tehditlere rağmen kitle eğer YÖK Genel Kurulu’ndan istedikleri yönde karar çıkmazsa çadırları kuracaklarını kararlıca haykırdılar.
İlk günkü genel kurul toplantısında ele alınmadığı iddia edilen 50/d asistanları meselesinin ertesi gün konuşulacağı belirtildi. Bunun üzerine araştırma görevlileri geceyi Bilkent’in tepelerinde, YÖK’ün kapısında geçirdiler. Eğitim-Sen’in mükemmel derecede lojistik destek sunduğu iki gün ve bir gece boyunca asistanlar hiç durmadan yanan odun ateşinin etrafında konuştular, tartıştılar, halay çekip slogan attılar.
Sonunda, 1 Şubat akşamı asistanların taleplerinin çoğunluğunun kabul edildiği bilgisi geldi. Öncelikle hala doktoraya devam eden ancak süre hadlerini aştığı için işine son verilen asistanların kadro şartı aranmaksızın işlerine geri dönecekleri belirtildi. Ancak bu kazanım doktorasını bitirenlere tanınmadı. Öğrenimlerine devam edenlere ise 30 Haziran 2013’e kadar doktoralarını tamamlama zorunluluğu getirildi. Bu kısıtlamalara rağmen bu karar çok sayıda işinden edilmiş 50/d asistanın işe geri alınması anlamına geldiği için önemli bir kazanımdır. Ayrıca bu bir görüş yazısı değil ama bir yönetmelik değişikliği olarak tasarlanmış ve bir ay içerisinde Resmi Gazete’de yürürlüğe girecekmiş. “Miş” diyorum çünkü kararın redaksiyona ihtiyacı var gerekçesi ile kararın yazılı halini asistanlara vermediler. Halbuki şeytan ayrıntıda gizlidir ve biz bu ayrıntıları henüz bilemiyoruz. Ayrıca bu adamların redaksiyondan ne anladıkları da biraz şüphelidir!
Diğer bir kazanım ise bazı tür izinlere dairdir. Örneğin sağlık, doğum ve askerlik izinleri eski uygulamada öğrenim süresine dahil ediliyordu, ki bu kesinlikle akla zarar bir durumdu. Askerdeki bir doktora öğrencisinin koğuşta nasıl tez yazabileceği sağlıklı beyinlerin anlayabileceği bir şey değildir. Şimdi bu saçmalık ortadan kaldırılıyor. Son olarak bu mücadelenin daha önceki bir kazanımı da yönetmeliğe girmek üzere. Yani, yüksek lisans için 3 yıla artı altı ay ve doktora için 6 yıla bir yıl ek çalışma hakkı Resmi Gazete’de yayınlanacak kararlar arasında. Bu fazladan 1,5 yıl kadronuzu koruyacağınız anlamına geliyor.
Bütün bunlar ne anlama geliyor? Bir kere şunu hatırlatmakta fayda var ki, akademik personelin kitlesel tepkileri bu ülkede her zaman iyileştirmelere yol açıyor. Daha önce defalarca gördüğümüz bu olgu bir kere daha yaşandı. İşte handikap da buradan doğuyor. Akademik personel zorladığında hızlıca taviz koparabiliyor ve bu da yazık ki onun sinir bozucu derecede uzlaşmacı ve işbirlikçi olmasına neden oluyor. Kendi çapında oldukça militan kabul edilebilecek YÖK Genel Merkezi önünde sabahlamak eylemi aynı zamanda iki sahtekar CHP’li vekilin ucuz sözlerinin tüm kitle tarafından alkışlanması ile el ele gidebiliyor. İşin en sıkıntılı yanı ise bu alkışı atan kitlenin önemli bir kısmını örgütlü ya da örgütlü geçmişi olan sosyalistler ve onların politik çevresi ya da kişisel arkadaşlarının oluşturması. 18 Aralık eyleminin akşamı ODTÜ Rektörlüğü’nün önüne gelen iki alçak CHP’li vekil ite kaka kovalanmıştı. Kovalayanları buradan selamlıyoruz. Ancak 31 Ocak öğleni ODTÜ dikenli tellerinin ile arasında sadece birkaç metre olan YÖK binasının önünde yine ‘sosyalistler’ tarafından Türk sermayesinin mutedil partisi CHP alkışlanabiliyor. Bu düzenbazlar asistanların akademik-demokratik mücadelesinin sürdürüldüğü her yerden sökülüp atılmadan bu mücadelenin ufkunun genişlemesine imkan yoktur. Alkışçı arkadaşların bu gerçeğin farkına varması elzemdir.
Ankara’dan bir araştırma görevlisi
(Kızıl Bayrak, 8 Şubat 2013, Sayı 06)