Tunus'un önünde eski rejimlerin hesaplarını çürütmek ve güven ve istikrar sağlaması için karşısına çıkan fırsatlar gittikçe zayıflıyor, toplumsal birliği elde etmede ise korku ve şüpheler hâkim...
Tunus'ta başlayan Arap baharı, silahını çiçeği burnundaki İslami hareketlerin öncülüğündeki iktidarlara doğru ateşler mi yoksa Arap baharını yaşayan ülkelerde büyük değişimleri gerektiren, düşünce terörüne ve kanlı olaylara adanan dönemleri yok edip reform çalışmalarını başlatmaya güç yetirebilir mi? Böylesi bir süreç şüphesiz, yıkıcı iç savaşların ve kaosun kapılarını açmakla kalmayacak, etkisiyle tüm bölgeyi kuşatacaktır. Mali'de olanlar, Kaddafi'nin düşüşüyle Libya'yla beraber sahra altı ülkelerinde yaşananlar, bunun en iyi habercisi. Ayrıca Suriye'de ve diğer ülkelerde yaşananlar da hemen hemen aynı kaderi yaşıyor.
Arap devrimleri bölge ülkelerine şu ana kadar ne istikrar, ne demokrasi ne de çoğulcu bir siyaseti getirdi. Ne de birçoklarının umut ettiği gibi refah düzeyine ulaştırdı. Bunun yanı sıra El Kaide ve yandaşları gibi radikal grupların eylemlerine de son verilemedi. Bugün Tunus, Mısır ve Suriye'de yaşananlar, aynı şekilde Yemen, Libya ve komşularında meydana gelen olaylar bu söylenenlerin aksini ispatlamıyor. Tunusluların muhalif lideri Şükrü Belaid suikastından sonra sokaklara dökülüp öfke saçmalarının anlamı büyüktür. Halkın Bin Ali ve Habib Burgiba döneminde muhalif lider için "hapse atılmıştı, işkence görmüştü ama öldürülmemişti" sözleriyle Şükrü Belaid'e karşı yapılan suçun iğrençliğini dile getirmeleri göz ardı edilmemelidir.
Eski rejim günlerine dönüşü ifade eden bu olaylar, Tunus'ta ikinci bir devrimin fitilini ateşlemek için yeterlidir. Aynı şey Mısır da Muhammed Mursi için de geçerli. Mursi'nin, ülke idaresi konusunda Mübarekten bile daha fazla diktatör olduğuna ve istihbarat biriminin eski rejimden daha korkunç bir şekilde çalıştığına dair sokaklarda yayılan söylemler bile yeterli. Özellikle de Müslüman Kardeşler cemaatinin ülke idaresine sızması ve kurumları ele geçirme siyaseti gütmesi, Mısır'da hiçbir şeyin değişmediğini gösteriyor.
Arap baharının estirdiği kötümser rüzgâr, kendi zamanının bir ürünü değil. İhvanın askerle yaptığı anlaşmanın vardığı sonuçların doğurduğu Mısır devrimi bu rüzgârlara eşlik etti. Tahrir ehlinin askeri kurumların ayrıcalıklarının iptaline dair istekleri gerçekleşmedi. Arzu edilen bağımsızlık ve ayrıcalık talepleri yeni anayasa üzerinde denendi. Bununla birlikte İhvan liderleri, siyasiler kendilerinden uzak olduğu sürece meydanlarda açık bir şekilde görünüp, çatışmaların içine girmekten de kaçındılar. Kamu alanlarını yeteri kadar koruyup kollayarak kendi güvenliklerini garanti altına aldılar. Ancak sadece bu durumun kendisi bile Mübarek'in gidişini hızlandıran nedenlerden biriydi. Bunun dışında istihbarat birimlerinin ve halkın sesini kısan polisin hizaya getirilmesi ve hatta temizlenmesi talepleri de yerine gelmiyor. Bu nedenle Mursi'ye karşı şiddetlenen gösterilerin sunduğu fotoğraf, Mübarek'e karşı yapılan devrim fotoğraflarıyla aynı oluyor, hatta belki de daha kötüsü çekiliyor!
Tunus'taki durum da değişmedi. İlk olarak Nahda hareketi kendini ülkede iki ateş arasında buldu: Liberallerin, Solcuların, sivil toplum kuruluşlarının ve köklü sendikaların ateşi ile eskiye nazaran şiddete ve militarist eylemlere daha da fazla eğilen Selefilerin ateşi. Nahda, özellikle de kurucu meclisteki en büyük bloğa sahip olmasına rağmen Tunus toplumu arasında tek başına iktidar olmadaki beceriksizliği nedeniyle büyük endişeye sebep oldu. Daha sonra da siyasi anlamda hiçbir şey ifade etmeyen üçlü koalisyona başvurdu.
Tunus'taki deneyimin yankılarının Mısır'dakine nazaran daha orta dereceli olduğu söylenebilir. Çünkü Tunus'taki İslamcılık, Mısır'a göre daha az muhafazakâr bir çizgide. Habib Burgiba saltanatının modernite bağlamında uzun yıllar ülkede sosyal, siyasal ve hukuki düzlemde yaptığı reformlar göz önünde bulundurulduğunda iki ülke arasındaki kalın çizgi daha iyi anlaşılabilir. Mısır'da Mehmet Ali Kavalalı döneminden bu yana batı misyonu çerçevesinde yapılan tüm değişimlere rağmen Mısır toplumu daha fazla muhafazakar kalmayı başarabilmiştir. Ancak, 18. yüzyılda şartlar açısından birbirine çok benzeyen iki ülke Mısır ve Japonya'nın bugünkü durumları karşılaştırıldığında aradaki uçurumun derinliği de ortaya çıkmaktadır.
Zorbalığın tüm yönlerini uygulamak isteyen diktatör rejimler siyaseti çarpıtmayı veya değiştirmeyi veya kültürü, medyayı ve dernekleri yok etme sistemini öğrendiler. Bunu da birimleri kendi hizmetlerine adayarak gerçekleştirebildiler. Eski rejimler taraflar arasındaki farklılıkları derinleştirme anlayışı benimseyerek uzun süre iç politikayı bastırarak veya tarafları birbirine düşürerek ayakta kalmayı başardılar.
Belki de, Arap baharını yaşayan ülkelere hızlıca göz atıldığında şu an siyaset sahnesinde yaşananlar daha iyi anlaşılabilir. Dolayısıyla gücünü dine ve kendi yapılandırdıkları kurumlara dayandıran İslami hareketler, despot rejimlerin oluşturduğu boşluğu doldurmada daha sistemli ve hazırdılar. Böylece iktidara kolayca yükseldiler ve her şeye yavaş yavaş sahip olabilmek için önlerine çıkacak fırsatları beklemeye başladılar.
Mısır'da şu an ihvanın yaptığı tam olarak bu denilebilir. Devrimin başlangıcından bu yana siyasete tek başına sahip olmak için gerek basında gerek yargıda gerekse ülke idaresinde devrim ortaklarının sesini kesip, onları saf dışı bırakmaya çalışıyorlar. Bunun yanı sıra, geniş bir kesimin boykotuna rağmen, herkes için geçerli kıldıkları bir anayasayı benimsediler. Her kesimin üzerinde ittifak edeceği bir anayasayı kabul etmek yerine, tüm partilerin ve programların üzerinde sadece kendi siyasi ideolojilerini barındıran bir anayasayı geçerli kıldılar.
Aynı şeyi Tunus'ta Nahda hareketi de yapmaya çalıştı ve hala bunun üzerinde uğraşıyor. Dün önemli siyasetçilerden Hammadi Cebali'nin içinde hiçbir partinin veya grubun temsil edilmediği Teknokrat bir hükümet kurma fikrini reddettiler ve kendi çoğunluklarını koruyacak olan hükümete bağlı kalacaklarını ifade ettiler. Bu durum hareket içindeki selefi ağırlıkla, devlet başkanı ve aynı zamanda hareketin genel sekreterliğini yapan kişi arasındaki çatışmayı da gün yüzüne çıkardı. Yani güvercinlerle şahinler arasındaki ihtilaf ortaya çıktı. Nahda aslında geçen yaz düzenlediği son kongresinde bu ihtilafı ört pas etmeye çalışmıştı. Hatta aynı şeyi, rakipleri tarafından gizli örgüt suçlamalarıyla karşı karşıya kaldığında da yapmıştı. Habib Burgiba saltanatının son dönemlerinde ( 1986- 1987), hükümet polis ve asker arasında gizli bir İslamcı örgütün olduğunu keşfetmişti. ( 1989'da Nahda'yı doğuran örgüt). Aynı şekilde Bin Ali hükümeti de doksanlarda benzer bir örgüt olduğunu iddia ederek İslamcıları ve hareketin destekçilerini yakalatmaya başlamıştı.
Nahda, Şükrü Belaid suikasti konusunda yargısal olarak mesul. Ancak onlar siyasi ve ahlaki sorumluluğu üstlenmeyi tercih ediyorlar. Mevcut Hükümet Selefileri ve aşırıcıları suçluyor ve rakiplere karşı güç kullanımını sağlayacak atmosferi oluşturmaya çalışıyor.
Cibali'nin hükümete yaptığı teklif ise, Nahda'nın başarısızlığını ispat etmedeki en önemli delil. Bununla birlikte, Tunuslular Nahda'ya taleplerini yerine getirmesi için pek çok fırsat tanıdı ancak sözler yerine getirilmedi. Ancak Tunusluların endişesi sadece sözlerin yerine getirilmemesi değil, güvenlik güçlerinin bastırması gereken radikal grupların hala sindirilmemiş olması. Çünkü bu güçler gün geçtikçe baskı ve şiddet yoluyla Tunus siyasetini ele geçirmeye başlıyor.
Arap baharını başlatan tunusun deneyimini diğer ülkelere aktarması için artık çok mu geç? Hammadi Cibali, hareketinin ileri gelenlerinin oluşturmaya çalıştığı otoriteyi aşarak teknokrat hükümet kurmayı başarabilir mi? Daha da önemlisi İslamcı partiler ile demokrasi arasında uyumluluk oluşturarak mevcut modern yapıyı koruyabilir mi? Ki bu örnek Türkiye'de mevcut... Türk ihvanı olan Adalet ve Kalkınma partisi, Avrupa birliğinin şartlarını yerine getirerek olgunlaşmamış bir demokrasiyi olgunlaştırarak, popüler varlığını pekiştirmedi mi? Tunus hükümeti de geçen baharda yeni anayasanın şeriat ilkelerini içermeyeceğini ilan etmişti, öyleyse bir daha soralım: Tunus tecrübesi diğer ülkelere de enjekte edilebilir mi?
İrticali konuşmalar, iktidar hevesi ve siyasi, kültürel ve demokrasi alanındaki tecrübesizlikler, radikal grupların diğerlerini ortadan kaldırma arzusuyla şiddete daha fazla eğilmeleri Arap baharının seyrini ciddi ve gerçek anlamda tehdit etmektedir. Şu an Nahda'nın önünde Mısır'daki ihvanın birçok kez yaptığı gibi popülerliğini artırma hevesine sokaklara başvurmak ve bölünmeyi artırmak yerine, kötü giden gidişatı düzeltmek ve siyasi ve fikri ayrılıkları barışçıl ve şeffaf yollarla düzenlemek gibi fırsatları var. Tabi bunun yanında vakti dolduğunda gitmesini de bilmesi gerekiyor.
Ancak Tunus'un önünde eski rejimlerin hesaplarını çürütmek ve güven ve istikrar sağlaması için karşısına çıkan fırsatlar gittikçe zayıflıyor. Bunun yanı sıra ekonomik gelişme asgari düzeyde, toplumsal birliği elde etmede ise korku ve şüpheler hâkim. Peki, Arap baharının sonu radikal İslamcı güçlerin iktidarları birer birer ellerine geçirmeleriyle mi son bulacak?
Demokrasi alanında atılan ilk adımlar sadece şeffaf ve özgür seçim yapmakla olmaz, ülkenin her kesiminin üzerinde anlaşacağı toplumsal bir sözleşmenin de yapılması gerekir. Çünkü bu sözleşme ülke halkının geleceğini ilgilendiriyor ve sadece belirli bir gruba dayandırılamaz.
Tunus ve Mısır'a gidişatı düzeltmeleri noktasında güvenildikçe, Arap dünyasının tümünü tehdit eden kaos yayılmaya başlıyor. Libya'da bölgesel aşiretler ve radikal İslamcılar, ülke halkını birleştirici kurumlar olmadığı için, bölünmüş güçlere dönüştü. Yemende iç savaşı tetikleyecek kuzey- güney bölünmeleri çağrıları arasında kapsamlı diyalog toplantıları yapılmaya çalışılıyor. Irak'ta ise sürekli bir geriye gidiş var. Ya doksanlı yıllarda başlayan iç savaş yeniden alevleniyor, ya da diktatör rejimler Irak sahnesinde rol alıyor. Ki bu sefer bu rejimlerde mezhep çatışmalarını gün yüzüne çıkaracak plan ve projeler çok daha fazla. Suriye ise çok başka bir konu! Bununla ilgili yapılacak en iyi yorum birkaç gün önce Ezher şeyhi Ahmed Tayyib'in Ahmedinecad'a söylediği sözler olabilir. Bununla birlikte Kuzey Afrika'daki değişimlerin gerek Suriye'nin içine kadar etkili olduğunu gerekse Bilad-ı Şam'la ilgilenenlerin hesapları üzerinde kontrol noktası oluşturduğunu göz ardı etmemek gerekir.
Kaynak: George Seman/ Al Hayat
Dünya Bülteni için çeviren: Tuba Yıldız
Dünya Bülteni / 12.02.13