8 Ekim 1980 tarihinde faşist cunta tarafından idam edilerek katledildi!

  • Arşiv
  • |
  • Devrimciler
  • |
  • 13 Ekim 2012
  • 17:11

Necdet Adalı’yı saygıyla anıyoruz: Davan davamızdır!

Ateşin keşfinden güneşin zaptına uzanan insanlığın kurtuluşu davasında nice bedeller ödendi, ödeniyor. Merdivenlerimizin çengelini yıldızlara asmaya, ölülerimizin başlarına basarak yükselmeye devam ediyoruz güneşe doğru. Dün olduğu gibi bugün de ölenler dövüşerek ölüyorlar ve ölülerimizi güneşe gömüyoruz yine. Ve biliyoruz ki, her zamanki gibi vaktimiz yok onların matemini tutmaya. Biliyoruz ki, dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını. Çünkü bu akın güneşe…

Tarih sınıf savaşımları tarihi. Bu savaşta en büyük onuru en önde savaşanlar taşıyor. İşçi sınıfının ve emekçilerin gündüzlerinde sömürülmediği, gecelerinde aç yatmadığı bir dünyaya olan özlem ve inanç ile sürdürülüyor devrimci mücadele. Ve en gençlerimiz düşüyor birer birer...

Takvim yapraklarının 12 Eylül 1980 sonrasını gösterdiği günlerdi. Faşist cellatların kana susadığı günler... Sermaye devleti işçi ve emekçilerin öfkesini zapt edemediğinden bir kez daha “postallar” geliyordu yönetime. Kapitalist sömürünün önünde hiçbir engel olsun istemiyordu sömürücü asalaklar. Bunun için bir kez daha süngü ile önlemeye çalışacaklardı gelişen devrimci mücadeleyi. Günler daha ağır olacaktı artık. Günler yine ölüm haberleriyle gelecekti. Çarpışarak ölecekti bizimkiler. Günler işkence tezgahlarında ser verip sır vermeyenlere tanıklık edecekti. 180 günü bulan işkenceli sorgulardan başı dimdik çıkanların cellatları suskunluklarıyla çıldırtacağı günlerdi.

Dar ağaçları kurulurdu böylesi günlerde. Ve kır çiçeklerimiz birer kızıl karanfil olurdu yüreğimizde. Direnerek yaşamanın ve ölmenin haklı gururunu taşırlardı karanfillerimiz son gülüşlerinde. Ve biz geride kalanlara yaşamaya devam etmenin korkunç ağırlığı ile birlikte bir hüzün çökerdi. İdam edilen yoldaşlarımızın boyunlarındaki ilmek bizim de boğazımızda bir şeylerin düğümlenmesine yol açar, konuşamaz olurduk. Kısa süren bu hüzün dolu anların ardından hüzün öfkeye dönüşürdü. Katledilen her bir yoldaşın ardından hesap defterinin kabardığını görerek daha bir kinlenirdik sınıf düşmanımıza.

Faşist cunta sermaye için dikensiz bir gül bahçesi yaratmak içindi. Bunun için öncüllerden başlayıp mesaj verilecekti herkese. “Ne zamandan beri adam asılmıyor bu memlekette” dedi faşist cuntanın generali Kenan Evren. Hak, hukuk vs. bakılmaksızın, burjuva adaletinin gereklerine bile aldırış etmeksizin kan istiyordu faşistler. Kana susamışlardı bir kez. Faşist darbenin yolunu gerçekleştirdikleri provokasyonlarla düzleyen sermaye düzeni şimdi de dar ağaçlarında, işkence tezgahlarında, sokak ortalarında ve evlere dönük kuşatmalarda kan döküyordu.

Günler zorlu idi. Böylesi günlerde daha bir belirginleşirdi net olmayan ve görünmeyenler. Direnişle teslimiyetin, sadakat ile ihanetin, cesurlukla korkaklığın gözlerimizin önünde açık seçik durduğu günlerdi. O günlerde davaya ihanet etmeyi aklının ucundan bile geçirmeyenler faşizme karşı direnişin manifestosunu yazarlarken, ihanetin dipsiz kuyusuna yuvarlananlar işkencelerin çok ağır olduğu vb. gerekçelerle teslimiyetin teorisini yapıyorlardı. Böylesi günlerde biraz daha öğrenirdik dostu-düşmanı birbirinden ayırmayı.

Adalının silahı düşmeyecek ellerden

Saçları buğday sarısı, gözleri deniz mavisiydi. 1958 yılında Ankara’nın varoş semti Altındağ’da doğdu. Semt okulu Yıldırım Beyazıt Lisesi’nde okudu. Uzun boylu, sportif bir gençti. Enerjik olduğu kadar kitap okumayı seven dingin bir yapısı vardı. 17 yaşında özgürlük sevdasına tutuldu. Genç yaşta devrim ve özgürlük aşkı ile atılmıştı kavgaya. Ve ölümsüzleştiği ana kadar yandı yüreğindeki ateş. Bu ateş yürekli genç militan, idam edilişinin ardından ardıllarına devretti o güçlü yüreğini. Bugün Adalı’nın inancı ve direnci ile dövüşenler taşıyor onun silahını. Türküsü yine onun mirasını yaşatanların kavgasında söylenmeye devam ediyor. Adalı’nın silahı düşmüyor ellerden.

Ankara Ulucanlar Merkez Cezaevi’nin avlusunda, Denizler’in acısı ile yaprakları daha da kararan karakavak, sekiz yıl aradan sonra yeniden tanık olacaktı özgürlük ateşinin alevlerine. Bu avlu Deniz, Yusuf ve Hüseyin için kurulan darağacının avlusuydu. Faşizm kaldığı yerden devam ediyordu. Denizler’e eklenen zincirin ilk halkası idi Necdet.

Kelepçeleri çözüldü. “Çabuk ol!” uyarıları arasında yazdı son sözlerini:

“Sevgili anneciğim ve babacığım,

Sizleri ve ezilen halklar adına mücadeleyi, erken bırakmak zorunda kaldığım için üzgünüm ama; bundan ve içinde bulunduğum durumdan dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadan ve şu kısa yaşamım içerisinde hiçbir şahsi çıkar gözetmeden ezilen halklar adına verilen mücadelede yerimi almaya çalıştım ve bundan dolayı gurur duyuyorum.

Hâkim sınıfların göstermek istediği gibi bizler hiçbir zaman savunmasız insanlara karşı katliam girişiminde bulunmadık. Fakat onların bizi böyle göstermeleri ve faşistlerle bizi aynı kefeye koyarak cezalandırmaları, bizim nezdimizde ezilen halkların mücadelesine yapılan bir saldırıdır.

Anneciğim ve babacığım; sizlere kısaca bahsettiğim gibi hiçbir pişmanlık duymuyorum. Sizlerin de ezilen halklar uğruna verilen mücadelede katledilişimden dolayı üzülmemenizi ve bundan gurur duymanızı bekliyorum.

Ağabeylerime ve ablalarıma da yazmak isterdim; fakat buna olanak yok. Kendilerine çok selamlar. Burada satırlarıma son verirken, hürmetle ellerinizden öperim. Arkadaşlara selam.

Hoşçakalın.’’

Birdenbire acıdı boynum
gelecekler var birbiri ardınca genç
yakışıklı

ne olur işçi kadınım
az yumuşak dik
şu kefenin yakasını

İdam gömleği boynunu sıkmıştı. Gülümseyerek “dar olmuş” dedi hâkime. Necdet’in soğukkanlılığı karşısında şaşkına dönmüştü hâkim.

Darağacının altına çelik bir büro masası konmuş, üzerinde de bir sandalye bulunuyordu.  Koşar adım çıktı ölüm sehpasına, söyleyecek sözü olan bir şair gibiydi. Boynunda ölümün yağlı ilmeği değil, sanki özgürlük madalyası vardı. Cellat ipi boynuna geçirdi. O vaziyette, slogan attı. Sesi Denizler’in sesine karıştı:

“Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği!”

“Kahrolsun faşizm!”

Ayakları ile devirdi altındaki sandalyeyi. Boyu uzundu. Ayağı sandalyeden sonra masaya değer gibi oldu. “Daha çok acı çekmesin diye” masayı çektiler. 15 dakika beklendi. Doktor saate baktı ve “Tamam” dedi. 8 Ekim 1980, saat 03.40 “tamam”dı...

12 Mart faşizminin başlattığı idamlar, 12 Eylül faşizminin idam halkalarına bağlanmıştı. Artık yüreklerde dört idam acısı vardı: Deniz, Yusuf, Hüseyin ve Adalı...

Kefeni üzerindeydi. Öylece kondu tabuta. Ailesine haber vermediler. “Gelin oğlunuzu alın” demediler. Tutsaklığı devam ediyordu Necdet’in. Kimse görmeden, duymadan gömerek, onun cansız bedeni ile birlikte özgürlük ateşini de toprakla örtebileceklerini sandılar. Sabaha karşı askeri araç içinde götürüp Karşıyaka Mezarlığı’na gömdüler.

Sakladılar can parçasını anasından

göstermediler yüzünü

korktular

korktular ana yüreğinin isyanından.

Faşizm ilk kurban olarak Necdet Adalı’yı seçmişti. Kurtuluş’un genç militanlarından biriydi Adalı. 1977 yılında Ankara’da Yıldırım Beyazıt Lisesi’nde öğrenciyken Ankara İsmetpaşa’da bir kahvehanenin taranması olayıyla ilgili olarak tutuklandı ve yargılanıp düzmece bir iddianame ile dar ağacına gönderilmişti.

***

“Neyleyim?

          Neş’e kavganın musikisidir.

Kavgada kuvvetini kaybetmiş gibidir biraz

                                neş’enin çelik ahengini duymayan adam;

neş’e...  iyi şeydir vesselam,

                                       -baş döndürmezse eğer-”

Düşman tarafından devrimci harekete dönük indirilen her bir darbede amaçlanan tamamen teslim almak ve göz bebeğimiz gibi korumamız gereken örgütlülüğümüzü yok etmektir. 12 Eylül darbesi ile hedeflenen birkaç günlük ya da bir süre geçerli olacak bir sıkıyönetim değildi. Stratejik bir saldırıydı söz konusu olan. Devrimci hareketi ezmek ve işçi sınıfı ve emekçi kitleleri öncüsüz bırakmaktı amaçlanan.

Bugün geçmişte yaratılan ne kadar devrimci değer varsa komünistler tarafından yaşatılmakta ve geleceğe taşınmaktadır.

Geçmişte yaratılan devrimci değerleri bir kenara bırakanlar nasıl o mirası taşıdıklarını iddia edebilirler ki? İddialarını illegal/ihtilalci bir örgütte somutlayamayanlar, devrim iddiasını ve devrimci iktidar perspektifini çoktan bir kenara bırakmış olanların iddiaları ne kadar inandırıcı ve güven verici olabilir ki?

Kendi durdukları parlamentarist zemini bile utanmadan ‘71 devrimci önderleri ile meşrulaştırmaya çalışan, devrimci kuşakların yolunun meclise çıktığı safsatası ile kitleleri aldatanlar devrimci örgütü ve değerlerini çoktan bir kenara bırakmışlardır.

Bugün Necdet Adalı ve tüm devrimci değerlerin temsilcisi olan komünistler, yürüttüğü savaşla, ihtilalci bir ruhla işçi sınıfını devrime ve sosyalizme kazanmak için mücadele etmektedir. Adalı’nın silahı komünist militanların elindedir. Adalı’nın türküsü de yine bizlerin dilinde kavga marşı olarak söylenmeye devam ediyor.

Necdet Adalı kavgamızda yaşıyor!

Devrim şehitleri ölümsüzdür! 

Civan YİĞİT