Sermaye cephesi uzun yıllardır sayısız sorunla yüzyüze. Fakat politik planda dinci gerici akımın iktidarlaşma sürecinin ürünü olarak ortaya çıkan rejim krizi, iç politikada baskı ve zorbalık dışındaki yönetme aparatlarının itibarsızlaşması, düzenin temel kurumlarına güvenin yerlerde seyretmesi, ideolojik-kültürel araçların işlevsizleşmesi, Kürt sorununda açmaza saplanma, dış politikada iflasların derinleştirdiği yalnızlaşma gibi sorunlara rağmen sömürü çarkları aksamadan dönmeye devam ediyor. 2018 yazından bu yana ağırlaşan ekonomik kriz dahi henüz düzen cephesinde esaslı gedikler açabilmiş değil.
Düzenin tescilli kadrolarından biri olan Meral Akşener’in deyimiyle, Türkiye’de siyaset ve gündem Ankara’da siyasetçiler arasındaki tartışmalara endeksli şekilleniyor. “Yani, yukarıda horoz dövüşü yapmak kadar kolay hiçbir şey yok. O, ona çemkiriyor; bu, buna bağırıyor, o, ona sövüyor tamam bitti. O haftayı o şekilde geçiriyor Türkiye.” sözleriyle Akşener, düzen siyasetinin basit ama o denli de çarpıcı bir özetini sunuyor aslında.
Hakkını teslim etmek gerekir ki, düzen cephesi bu tabloyu en başta AKP-Erdoğan iktidarına borçludur. Fethullahçı suç ortaklarıyla kotardığı sinsice iktidarlaşma döneminin ardından AKP-Erdoğan iktidarı, yalanlara ve riyakarlığa, yolsuzluk ve çürümeye bağımlı bir oy kitlesi yarattı ve buna yaslanarak ayakta kalmayı başarıyor. Yine de onun mahareti burada değil, son yıllardaki çözülmeye rağmen hala da işçi sınıfı ve emekçi kesimlerin önemli bir bölümünü kontrol edebilmesinde yatıyor. Dahası o bunu işçi sınıfı ve emekçilere yönelik en ağır saldırılara imza atarak yapabiliyor. Diğer türlü, toplumun yarısının, üstelik mücadeleci ve dinamik bölümünün nefretini kazanmasına rağmen bunca yıl yerinde tutunamazdı. Yukarıda hoyratça paylaşılan zenginliğin/servetin kaynağı olarak üretim alanlarında sömürü ve kölelik çarkları sorunsuz döndüğü sürece, Erdoğan gibilerinin Türkiye’yi “yara yara” (Tayyip oğlu Bilal) dibe sürüklemesinin önünde bir engel yoktur.
AKP-Erdoğan rejiminin 18 yıllık bilançosu orta yerde duruyor. Gerici-faşist iktidarın sonunu dahi ancak işçi sınıfının sahnede etkin bir şekilde yer aldığı militan kitle mücadeleleri getirebilir. Dolayısıyla sınıf cephesindeki her potansiyele, her olanağa bunun gerektirdiği bir sorumlulukla yaklaşmak, sistemli, sürekli, planlı bir ilgiye ve müdahaleye konu etmek, bugün devrimcilik adına kavranacak en yakıcı halkadır. Mesele sınıfın herhangi bir bölüğünün iktisadi-sendikal taleplerinin kazanılıp kazanılmaması değil, günümüz Türkiye’sinde sınıfın en geri mücadelelerinin bile hızla politikleşme potansiyeli taşıması, sınıf hareketinin geneli için bir çıkış imkanı barındırmasıdır.
Akıbeti ne olursa olsun, gündemdeki Metal TİS sürecinin önemi buradadır. Ekonomik krizin derinleştiği son yıllarda dahi işçi sınıfı cephesinde kayda değer bir çıkışın gerçekleşmemesi, sınıf hareketinin parçalı ve dağınık tablosunda bir değişiklik yaşanmaması Erdoğan diktatörlüğünün en büyük avantajını oluşturuyor. Tabloyu değiştirecek potansiyel olanaklar barındıran bazı süreçler (TÜPRAŞ gibi işletmelerde, tekstil sektöründe, kamu işyerlerinde TİS’ler, kamu emekçilerinin toplu sözleşmesi, asgari ücretin belirlenmesi vb.) en başta sendikal bürokrasinin marifetiyle sorunsuz geride bırakıldı.
Metal sektöründe 7 Ekim 2019’da ilk görüşmeleri başlayan MESS Grup Toplu İş Sözleşmesi süreci ise halihazırda farklı bir tablo sunuyor. Taraflar arasındaki görüşmelerde 60 günlük yasal süre içinde uzlaşma sağlanamaması nedeniyle süreç arabulucu aşamasına geçmiş bulunuyor. Bu aşamada da henüz bir anlaşmaya varılabilmiş değil.
186 işyerindeki yaklaşık 130 bin işçiyi doğrudan ilgilendiren Grup TİS’lerinde işçileri Türk Metal, Birleşik Metal-İş ve Öz Çelik-İş sendikaları temsil ediyor. Sektördeki temel iki sendika olan Türk Metal ve Birleşik Metal-İş yönetimleri, metal işçileri cephesindeki tepkileri denetim altında tutmak üzere, önce işyerlerinde çeşitli eylemler gündeme getirdiler. Son olarak da 19 Ocak’ta mitingler gerçekleştirdiler. Türk Metal’in Bursa’da, Birleşik Metal-İş’in Gebze’de düzenledikleri mitinglerden binlerce işçinin grev isteği ve kararlığı yansıdı. MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) ile masaya oturan Öz Çelik-İş’te herhangi bir yaşam belirtisi görülmezken, Birleşik Metal-İş 5 Şubat’ta greve çıkacaklarını, Türk Metal ise mitingden önceki perşembe günü grev kararı aldıklarını açıkladılar. Her ne kadar bu kararlar yasal mevzuat gereği alınmış olsa da, sözleşme sürecinin grev aşamasına sarkması, metal işçilerinin halihazırda kolayından satılamadığının bir göstergesi sayılmalıdır. MESS’in 22 Ocak’ta açıkladığı lokavt kararı hamlesi de bunu karşı yönden doğrulayan bir gelişme olarak okunabilir.
Metal sermayedarlarını ve sendikal bürokrasi şebekesini tedirgin eden mevcut tablo, her şeyden çok 2015 Metal Fırtınası’nın birikimine dayanıyor. Sınıf devrimcilerinin belirleyici yönlendirmeleriyle, kendiliğinden bir patlama şeklinde yaşanan Metal Fırtınası, sınıf hareketinde ileriye doğru bir sıçrama yaratamasa da açığa çıkardığı dinamizm ve kaynaşma ezilemedi. 2017-19 dönemi sözleşmesinin işçiler nezdinde nispeten iyi sayılan bir şekilde bağıtlanması bu dinamizmin ürünüydü. Üstelik o zaman ilan edilen grevler de AKP-Tayyip Erdoğan diktası tarafından “milli güvenliği bozucu nitelikte olduğu” iddiasıyla ertelendiği (yasaklandığı) halde, MESS patronları muhtemelen AKP’nin müdahalesiyle bir miktar kırıntı vermeye razı oldular. Aradaki dönem boyunca Türk Metal şeflerinin dahi fabrika önlerinde göstermelik de olsa “eylemler” tertiplemeye yönelmesi, yine Metal Fırtınası’ndan beri süregelen basıncın bir sonucuydu.
Metal işçileri payına son sözleşme sürecinde de değişen bir şey yok. İşçi saflarındaki atmosfer sözleşmenin keyfilikle bağıtlanmasını zorlaştırıyor. Kriz bahanesini arkalarına alan metal patronlarının üç yıllık sözleşme, düşük ücret artışı, esnek çalışma gibi dayatmalarına karşı metal işçilerinden yansıyan kararlılık, sürece yönelik devrimci müdahalenin karşılıksız kalmadığını gösteriyor.
Metal Grup TİS’lerini çok erken bir zamanda gündemlerine alan, hazırlık aşamasında da, süreç boyunca da döne döne değerlendirmelere ve müdahalelere konu eden sınıf devrimcileri, çok daha yoğun bir faaliyet temposuyla sürece yükleneceklerdir. Sermaye cephesinin lokavt ilanı, grev yasağı, Yüksek Hakem Kurulu gibi tehditlerle metal işçisinin karşısına dikildiği bir aşamada, politik ekseni güçlü bir müdahale bu yoğunlaşmanın temel halkasını oluşturmaktadır. Sınıf hareketi üzerindeki ölü toprağını silkeleyebilecek, sermaye iktidarının karşısına işçi sınıfını çıkarabilecek her türlü olanağın hakkıyla değerlendirilebilmesi buna bağlıdır.