İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik tartışmalar, AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş’un sarf ettiği ,“Sözleşmeden çekilme ile ilgili hazırlık yapılıyor. İstanbul Sözleşmesinin imzalanması yanlıştı. Nasıl usulünü yerine getirerek imzalanmışsa, usulünü yerine getirerek sözleşmeden çıkılır” sözleriyle başladı. O günden bu yana kadın örgütlenmeleri ve demokratik kitle örgütleri İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkan eylemlilikler gerçekleştirdiler.
Süren tartışmalarda bir yanda “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” diyen feminist ve ilerici demokratik kadın örgütlenmeleri ile demokratik kitle örgütleri ve siyasi çevreler, hatta AKP’li kadın örgütleri, diğer yanda ise sözleşmenin “aile kurumu”nu yok edeceğini iddia eden gerici güruh bulunuyor. Sözleşmeden çekilme niyeti karşısında eylemli tepkilerin ortaya konulması elbette önemli. Fakat tartışmalar kadın cinayetlerinin ve kadına yönelik şiddetin kaynağı bir yana bırakılarak yürütülüyor.
Tartışmanın dar bir alana sıkışması yalnızca AKP'nin elini güçlendirmeye yarıyor. Zira AKP bugünlerde sözleşmeye şerh koyma ya da kendi sözleşmesini yazma alternatiflerini gündeme getirerek, tarafları bu düzlemde bir tartışmaya itiyor. “Sözleşme ile kadın cinayetleri arttı mı, azaldı mı?”, “sözleşme eşcinselliği teşvik ediyor mu, etmiyor mu?” soruları arasında boğulan, “aile yapısını bozuyor”, “gelenekleri köreltiyor” gibi söylemlerle süren bu tartışmalar, sözleşmenin revize edilmesi noktasına gelip tıkanıyor. “Yerli ve milli sözleşme” propagandasının gerisinde AKP zihniyeti yatıyor: Sayısız kez tekrarlanan kadın ve erkeğin eşit olmadığı savı ve “ailenin korunması” adına kadınların kurban edilmesinde kararlılık!
İstanbul sözleşmesi yaşatır mı?
Dinci gericiliğin “ailenin korunması” adına ortaya attığı argümanları ele almadan önce bir noktayı açıklığa kavuşturmakta fayda var. Kadın hakları çerçevesinde sözleşmenin uygulanması elbette talep edilmeli. Ancak AKP’nin sözleşmeyi hedef tahtasına çakmasıyla sözleşmeye daha fazla anlam yüklenmiş durumda. Öyle ki, kadın sorununun çözümü neredeyse İstanbul Sözleşmesi’ne dayandırılacak.
Kadın sorununun sosyo-ekonomik temelini, tarihsel-toplumsal boyutunu göz ardı ederek kadının kurtuluşunu bir takım yasal düzenlemelerle olacağını vaaz etmek elbette yeni bir olgu değil. Reformizmin ufuksuz bakışının sonuçsuz girişimlerinden yalnızca biri. Tarihsel-toplumsal bir sorun olan kadın sorununu devralarak ona yeni bir boyut kazandıran kapitalist sistemin temsilcilerinin imza attıkları bir sözleşmedir İstanbul Sözleşmesi. Uluslararası planda kadın haklarını koruma noktasında ileri bir sözleşme olma özelliğini taşısa da, sonuçta Avrupa Konseyi'nin hazırladığı ve sistem içerisinde varlığını sürdüren “demokratik” anlayışın ürünü olarak kadın hakları noktasında sınırlı bir metindir. Kadın cinayetlerinin ve kadına yönelik şiddetin, toplumsal cinsiyet rollerinin kapitalist devletin atacağı adımlarla ortadan kalkacağı boş inancını yaymaktadır.
Kadınların şiddete uğraması karşısında alınacak önlemler elbette önemlidir. Ancak Türkiye’de sözleşme çerçevesinde çıkarılan 6284 sayılı yasanın tam olarak uygulanmadığı ortadadır. Elbette bu tek örnek değildir, pek çok yasanın kağıt üzerinde kaldığı bilinmektedir. Kadına şiddet sorunu üzerinden yaşanan da budur. Yasalar kadınlara tutunacak bir dal uzatmaktadır, fakat bu dal kuru ve ince olduğu ölçüde kırılmaya meyillidir. İstanbul Sözleşmesi tartışmalarında olduğu gibi, birileri usulen imzalayıp sonrasında da usulen çekiliyorum diyebilmektedir. Sözleşme savunulurken bu temel önemde gerçek bir an bile unutulmamalıdır.
AKP’nin gerici emelleri
AKP cephesinden tartışılan aslında bir kağıt parçası değil bir zihniyettir. Her zamanki gibi dinci gerici cephe kendi emellerini açıkça ifade etmekte sakınca görmemektedir. Kadın ile erkeğin “fıtratları gereği” eşit olamayacağını savunan AKP gericiliği, gelinen yerde adımlarını somutlama gayreti içindedir. İstanbul Sözleşmesi’nden duyulan rahatsızlığın nedeni, sözleşme maddelerinin ötesinde sözleşmenin ortaya koyduğu kadın-erkek eşitliği olgusudur.
Dinci-gerici cephenin argümanları ciddiyetten uzaktır. Sözleşme maddelerinin eşcinselliği savunduğu, nikahsız yaşamı teşvik ettiği, böylece aile kurumunu dinamitlediği savları ile sözleşme çarpıtılmaktadır. Sözleşmede, “Taraflar bu sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir” maddesinde yer alan “cinsel yönelim” ve “toplumsal cinsiyet kimliği” gibi kavramların Türk toplumunun yapısına uymadığı iddia edilmektedir. Oysa burada yalnızca şiddet mağdurları arasında ayrım yapılamayacağı vurgulanmakta, bu temel bir insan hakkı olarak tanımlanmaktadır.
İtiraz edilen bir diğer madde ise şudur: “Taraflar kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak tedbirleri alacaklardır.”
Bu maddede yalnızca kadınları aşağılayan gelenek ve töreler hedef alındığı halde, tartışma bir bütün olarak Türk gelenek ve göreneklerine genişletilerek, algı yanılsaması yaratılmaktadır. Sözleşmede geçen “partner” terimi de gericiliğin hedefindedir. Oysa sözleşme sadece evlilik kurumu içindekileri değil, tüm aile üyelerini, evli olsun olmasın tüm şiddet mağdurlarını korumayı öngörmektedir.
Öte yandan İstanbul Sözleşmesi’nde yer almadığı halde nafaka uygulaması tartışmalara dahil edilmektedir. Şiddeti önlemek için mağdurun beyanı esas alınarak tedbir amaçlı uygulanan uzaklaştırma kararı hukuksal düzleminden koparılmakta, “kadının beyanı ile tutuklamaların yapıldığı” ve ailenin parçalandığı iddia edilebilmektedir.
Kapitalizmin can simidi “aile”
“Toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramıyla geleneklerin hedef alındığı ve eşcinselliğin teşvik edildiği yalanları ile gerici hassasiyetler üzerinden prim yapılmaya çalışılmakta ve “aile kurumu”nun tehlikede olduğunu vaaz edilmektedir. Oysa bozulmasından korkulan düzenin “aile”si bizzat kapitalizmin eseri olarak yıkıma uğramaktadır. Sömürü çarkları arasında ezilen insanlar geçim derdi yüzünden “aile” kurmaktan uzak durmakta ve boşanmalar sürekli artmaktadır. Aileler borçları nedeniyle toplu olarak intihar etmektedir. “Ailenin dağılması”nın gerisindeki en temel nedenlerden biri ekonomik sorunlardır. Bahsedilen toplumsal yozlaşma ise nikâhsız yaşamak ya da LGBT eli ile değil bizzat kapitalizmin çürümüş değerleri yüzünden yaşanmaktadır.
“Toplumsal ahlak” adı altında kadın haklarına saldırılanlar, artan ev içi şiddet ve aile içi tecavüzleri görmezden gelmektedirler. Babasının kendi kızından tahrik olabileceğini vaaz edenlerin, 9 yaşındaki kız çocuklarının evlenebileceğini söyleyenlerin, çocuk tecavüzü karşısında “bir kereden bir şey olmaz” diyenlerin ahlaktan söz etmeleri gülünçtür. Dolayısıyla “ailenin dağılması”nın faillerini sözleşme maddelerinde aramaları boşunadır. Zira fail bizzat kendileridir.
Bizzat düzenin kendisinin temellerini sarstığı “aile kurumu”nu toparlamak adına kadınlar öne sürülmektedir. Ailenin parçalanmasından kadınlar sorumlu tutulmakta, “annelik kutsal görevini” inkar eden, evlenmeyen, “çocuklarını bırakıp işe giden”, “boşanmak isteyen” kadınlar günah keçisi ilan edilmektedir. Çünkü, ailenin devamını sağlama görevi biçilen kadının zincirlerini kırması, üretime ve toplumsal yaşama katılması, kapitalizmin mezar kazıcıları ordusunun büyümesi demektir.
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek, kadın düşmanlığı çerçevesinde dinci-gerici iktidarın atacağı adımlardan yalnızca biridir. Sözleşmeden çıkılsa da, “niyet beyanı” mektubu yazılsa ya da yeni bir yasa hazırlansa da, AKP zihniyeti kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelesine ket vurmaya devam edecektir. Ancak korkulan olacak, düzenin “aile kurumu” eninde sonunda parçalanacaktır. Çünkü kapitalizmin çöküşüyle birlikte her türden eşitsizlik, baskı ve sömürü mekanizmaları tarihin çöplüğüne atılacaktır.