“Belki de bize en yakın şey ölüm fakat bu beni korkutmuyor, haklı olan her şey için savaşmaya devam edeceğiz.” (Maria Teresa Mirabal)
“Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı kollarını kavuşturup oturmak ise çok üzücü.” (Minerva Argentina Mirabal)
“Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım gerekirse hayatımı da.” (Patria Mercedes Mirabal)
Bu sözler “Kelebekler” olarak anılan Mirabal Kardeşlere ait. Kelebekler, Dominik Cumhuriyeti’nde Trujilo Diktatörlüğü'ne karşı mücadele eden Clandestine Hareketi’nin öncülerindendiler. 25 Kasım 1960’da diktatörlük askerleri tarafından tecavüz edilerek vahşice katledildiler. Dominik Cumhuriyeti’ni diktatörlükle yöneten Trujilo, Mirabal Kardeşlerden duyduğu korkuyu “Ülkede iki tehlike var: Kilise ve Mirabal Kardeşler” diyerek ifade ediyordu.
Trujilo Diktatörlüğünün Kelebekleri “tehlikeli” ilan etmesi ve vahşice katletmesinin gerisinde Mirabal Kardeşlerin diktatörlüğe karşı yürüttüğü örgütlü mücadeleden duyduğu korku olduğu açıktır. Trujilo Diktatörlüğü onları katlederek mücadeleyi durdurabileceğini düşünmüştür. Ancak Mirabal Kardeşlerin katledilmesi öfkeyi büyütmüş, diktatörlük bir yıl sonra yıkılmıştır.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü, Mirabal Kardeşlerin miras bıraktığı bir mücadele günüdür. Tıpkı Trujilo Diktatörlüğünde olduğu gibi tek adam rejimi de bulduğu her fırsatta mücadele eden kadınları hedefe çakmakta, kadın düşmanı politikaları hayata geçirmek için adımlar atmaktadır. Ayakta kalmak için baskı ve zorbalıktan başka seçeneği kalmayan AKP-MHP iktidarı gerici ideolojisini toplumun geniş kesimlerine dayatmaktadır. Toplumsal muhalefetin en diri kesimini oluşturan kadın hareketi de bu saldırılardan sistematik olarak nasibini almaktadır.
Trujilo Diktatörlüğü'nden tek adam rejimine baskı ve gericilik sürüyor…
Toplumu kendi gerici ideolojisi çerçevesinde dizayn etmek için uğraşan iktidar böylece işçi ve emekçilerin karşı karşıya kaldığı sömürüyü arttırmayı hedeflemektedir. Bu kapsamda kadın işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarına da göz dikmektedir. İstanbul Sözleşmesi’nden bir gece yarısı kararnamesi ile çekilen tek adam rejimi bir yandan sık sık kadınları, LGBTİ+’ları aşağılayan söylemlerde bulunurken bir yandan da kadın hareketini marjinalize etmeye çalışmaktadır. Tek adam rejiminin şefi Erdoğan son olarak “Her kim bu ülkede bir daha İstanbul Sözleşmesi ile başlayan bir cümle kurarsa, ona en başta ve en çok kendi adlarını sapkın ideolojik ajandaları uğruna istismar ettiği için kadınlarımız tepki göstermelidir.” açıklaması yapmıştır.
Zaten sınırlı olan, mevcut haliyle bile uygulanmayan yasal düzenlemeler, uluslararası sözleşmeler tehlike olarak görülmekte, kaldırılmaları ya da içlerinin tamamen boşaltılması için adeta fırsat kollanmaktadır. 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, kadına yönelik şiddete karşı kadınların lehine olacak şekilde etkin bir şekilde kullanılmazken, kayyım “rektör” Naci İnci için uygulanmaktadır. Hayatını kurtarmak için öz savunmasını gerçekleştiren Çilem Doğan’a 15 yıl hapis cezası verenler 6284’e dayanarak 14 öğrenci hakkında “ısrarlı takip mağduru” sıfatıyla Naci İnci için koruma tedbiri kararı almakta da sakınca görmemektedirler. Adalet Komisyonu’ndan geçen 5. Yargı Paketiyle ise “icra yoluyla çocuk teslimi” konusunda değişiklik öngörülmektedir. Böylece kadınlar şiddet tehdidi olması gerekçesiyle çocuklarını teslim etmemeleri halinde disiplin hapsi ile cezalandırılacaklardır. Bu düzenlemenin kadınlara ve çocuklara yönelik şiddeti besleyecek bir uygulama olduğu açıktır.
Bu örnekler sermaye iktidarında yasaların kimlerin çıkarına hizmet etmek için düzenlendiğini ve uygulandığını ortaya koymaktadır. Attıkları her adımı sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulayan, kadınların çifte sömürüsünden beslenen sermaye iktidarı, yasaları da bu kapsamda ele almaktadır. 5. Yargı paketinde olduğu gibi yeni adımlarını da bu kapsamda atmaktadır.
Bir yandan yasal düzenlemelerle kadınlara, çocuklara, LGBTİ+’lara yönelik şiddeti arttıracak uygulamalar hayata geçirilmeye çalışılırken, bir yandan da pandemi sürecinde daha da derinleşen ekonomik krizin en ağır faturası işçi ve emekçi kadınlara kesilmektedir. İşsizlik, hak gaspları, düşük ücretler, güvencesiz çalışma koşulları ile boğuşan işçi ve emekçi kadınların karşı karşıya kaldığı şiddet biçimleri ve kadın cinayetleri özellikle pandemi sürecinde artış göstermiştir. Tek adam rejiminin baskı, sömürü ve kadın düşmanı politikalarını her geçen gün arttırdığı bu süreçte evde, işyerinde, sokakta kadına yönelik şiddete karşı sistematik bir şekilde mücadele verilmelidir.
Kadına yönelik şiddete karşı nasıl bir mücadele hattı?
Kadına yönelik ekonomik, fiziksel, cinsel şiddete karşı mücadelenin yakıcılığıyla birlikte bu mücadelenin nasıl bir hatta yürüyeceği önem kazanmaktadır. Mücadelenin, bu şiddetin beslenmesi ve büyütülmesinde önemli bir rol oynayan AKP iktidarına ve şiddet uygulayan erkeklere karşı bir mücadele hattıyla sınırlanmaması gerekmektedir. Kadına yönelik şiddetin tarihsel ve toplumsal arka planıyla birlikte ele alınması, oluşturulacak mücadele hattının da buna göre belirlenmesi gerekmektedir.
Mücadeleyi bu perspektifle ele almak bizi sorunun kökenine, yani sınıfsal niteliğine götürmektedir. Tarihsel olarak bakıldığında kadın sorununun sınıflı toplumlarla ortaya çıktığı, kapitalizmin kendisinden önceki sınıflı sistemlerden bu sorunu devraldığı görülmektedir. Özel mülkiyete dayalı burjuva sınıf egemenliğinde kadının sosyal ezilmişliği, sömürüsü, kadına yönelik şiddet döne döne yeniden üretilmektedir. Kapitalizm, kadının ikincil cins konumundan beslenmekte, bunu kendi çıkarları için kullanmaktadır. Bu sömürü düzeni içerisinde kadına yönelik şiddet farklı araçlarla beslenirken sorunun asıl muhatabının işçi-emekçi kadınlar olduğu görülmektedir.
Kadına yönelik şiddetin sınıfsal boyutu ve kökeni ile ilgili bu tespiti yapmak bizi sorunun gerçek ve kalıcı çözümü için sorunun kaynağında duran kapitalist sömürü düzeninin yıkılması gerektiğine götürmektedir. Kadınların gerçek anlamıyla ve kalıcı bir şekilde şiddetsiz, sömürüsüz bir düzende yaşamasının önü ancak bu şekilde açılacaktır. Bugün kadına yönelik şiddete karşı yürütülen mücadele de bu kapsamda ele alınmalıdır. Kuşkusuz ki tek adam rejiminin kadın düşmanı politikalarına karşı mücadele yakıcı bir ihtiyaçtır. Ancak bununla paralel olarak kadın düşmanı politikalara, kadına yönelik şiddete, sömürüye karşı verilecek mücadele salt AKP karşıtlığına sıkıştırılmadan sermaye düzenine karşı verilecek mücadeleyle birleştirilebilmelidir. Kadına yönelik şiddetin sınıfsal yanı ön plana çıkartılmalı, verilen mücadelede işçi ve emekçi kadınların özne olabilmesinin önünü açacak alanlar yaratılabilmelidir.
Son dönemde işçi direnişlerinde kadınların ön planda olması ve yaşadıkları diğer sorunlarla birlikte ısrarlı bir şekilde işyerlerinde karşı karşıya kaldıkları taciz, mobbing ve şiddeti ön plana çıkarmaları son derece anlamlıdır. Bu mücadelelerin birleşik bir mücadele hattı oluşturma bakış açısıyla ele alınması önemlidir. İşçi ve emekçi kadınların evde, işyerinde, sokakta karşı karşıya kaldıkları şiddete karşı kendi taleplerini belirlemeleri, bu mücadeleyi de sınıf mücadelesinin bir parçası olarak ele alabilmeleri, erkek sınıf kardeşlerini de bu mücadelenin parçası haline getirebilmeleri bakış açısıyla hareket edilmelidir.
Başta işçi, emekçi kadınlar olmak üzere tüm işçi ve emekçilere “Kelebekler”in diktatörlüğe karşı yürüttükleri mücadele çağrısını taşıyabilmek, kadına yönelik her türlü şiddete karşı sınıfsal bakış açısıyla mücadeleye çağırmak yakıcı bir ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır. 25 Kasım vesilesiyle “İşyerinde, evde, sokakta şiddete karşı mücadeleye! Hayatlarımızdan, haklarımızdan, geleceğimizden vazgeçmiyoruz!” şiarı şiddet üreten sömürü düzenine karşı mücadele çağrısıyla birleştirilebilmelidir. Şiddet üreten sömürü düzenine karşı en güçlü şekilde “Yaşamak için sosyalizm” çağrısı yükseltilebilmelidir.
İşçi-Emekçi Kadın Komisyonları