Dinin insanları ehlileştirilmesi ve etraflarındaki sorunlara gözlerini kapamaları için kullanılması yeni bir olgu değil. İktidar koltuğuna sahip olmak için egemenlerce din perdesi arkasında sürdürülen kanlı savaşlardan günümüze uzanan tarihte, din hiçbir zaman insanın kendi inanç dünyasına özgü bir olgu olmadı. Gücü elinde tutanlar insanları kontrol altında tutmanın bir aracı olarak dini halka karşı sürekli kullandılar. Krallar kendilerini tanrının yeryüzündeki temsilcisi ilan ettiler. Burjuva rejimlerde belirli bir partiye oy vermenin cennete girmek demek olduğu vaaz edildi, tıpkı ülkemizde olduğu gibi. Köleci dönemden bugüne aradan yüzyıllar geçmiş olsa da mantık hiç değişmedi. Emekçileri, ezilenleri kontrol altında tutmanın yegane gücü olarak egemenlerin hizmetinde baskı ve zorun yanında din de her daim boy gösterdi.
Semavi dinlerin tarih sahnesine çıktıkları ilk andan itibaren insanlara öldükten sonra vaat ettiği “cennet” ile günahlarının bedelini ödeyecekleri yer olarak tasvir ettiği “cehennem” insanları dinin öğretilerini yerine getirme noktasında teşvik edici bir niteliğe sahip olageldi. Ancak insanın insan tarafından sömürüldüğü sistemlerde, bu dini kavramlar salt ibadeti teşvik etmek amacı ile dillere dolanmadı. Din istismarcıları yeri geldi cennetten tabu dağıttı, yeri geldi hasımlarını “cadı” ilan ederek alevlerin içine attılar. Cennette yaşayacağı refah ile cehennemde kendisini bekleyen azap ikilemindeki insanın önüne bir de “şükür” çıkarıldı ki insan daha fazlasını istemesin. Zalimin hesabı mahşer gününe bırakıldı, cezasını “Allah’ından bulması” beklendi. Bu dünyada yoksulluk çekene diğer dünyada zenginlik vaat edildi, acı çekene “Allah’ın sevdiği kul” unvanı verildi. Ki böylece, tevekkül eden kişi zengin olan insandan dini olarak daha yüksek bir rütbede olmanın huzuruna erişsin. Acılarını, zengin ile arasındaki farkı unutsun, öbür dünyada kendisini bekleyen huzur ile mest olsun… Marx’ın, “Din, halkın afyonudur” sözü işte bu tablonun özetidir.
Tarikat-cemaat yapılanmaları iktidarla kol kola
Elbette dinin kullanılması organize bir işleyişi beraberinde getirdi. Modern dünyada Din İşleri Bakanlıkları gibi resmi kurumların yanı sıra ve çoğu durumlarda bu kurumların çatısı altında dini örgütlenmeler, tarikatlar-cemaatler bu işi üstlendiler. Himayesinde oldukları iktidarlar ile el ele vererek insanlığın beynini zehirlemek, gözlerini kör etmek görevini yerine getirdiler. Bu çıkar ilişkisi elbette çok yönlü oldu.
Tarikatlar ile iktidarların ilişkileri, ticari ve siyasi niteliği ile saklanmaya gerek duyulmayan bir çıplaklıkta gelişimini sürdürdü. Bunun en belirgin örneği hiç şüphesiz bu topraklarda Fethullah Gülen cemaati oldu. Bir dini örgütlenmenin devlet bünyesindeki yapılanmasının geldiği boyutları ortaya sermesi açısından AKP-Gülen kavgası tarihe çok önemli bir deneyim bıraktı. Her ne kadar darbe girişiminin ardından ucu kendisine dokunduğu için tarikat örgütlenmesinin siyasi ayağı AKP tarafından ısrarla gizlenmeye çalışılsa da pastadan pay kapma yarışı ile yollarını ayıran ikilinin siyasal bağları bilinen bir gerçektir.
1980 askeri darbesinin ardından pıtrak gibi yerden biten imam hatip liseleri, tarikatlara sağlanan kolaylıklar vb. ile devletin yolunu bizzat açtığı, daha yerinde bir tabirle “imdada çağırdığı” dini örgütlenmeler Türkiye’nin yakın tarihinde gericiliğin temel dayanakları olarak öne çıktılar. “Komünizmle mücadelenin” yegane gücü olan tarikatlar insanların gözlerini bağlamak, sorgulamayan beyinler yaratmak ve biat kültürünü yerleştirmek için biçilmez kaftan oldular. Bunu yaparken de hem ekonomik olarak palazlandılar hem de siyaset arenasında hatırı sayılır bir yer edindiler. Cemaat okullarında okumanın, bir şekilde cemaat ile ilişkilenmenin işçi ve emekçiler arasında “gelecek kurtaran” bir etkiye bürünmüş olması bu palazlanmanın somut sonucu oldu.
Elbette bu tarikat-cemaat yapılanmalarının toplumsal belleğe, tarihin devrimci ilerleyişine verdiği tek zarar bu olmadı. Tarikat-cemaat yapılanmaları beraberlerinde yozlaşmayı da getirdiler. İktidar ile ortaklığın verdiği sefahatin meyvelerini yiyen bu yapılanmalar diğer bir yandan gericilik zehrini topluma aşıladılar. Kadınları aşağılayan, erkek-kadın eşitliğini reddeden, bilimin içini boşaltan, çocuk evliliklerini teşvik eden bu yapılanmalar yozlaşmanın merkezi haline geldiler. Son dönemde örneklerin daha da arttığı çocuk istismarı olaylarının büyük bir bölümünün tarikat liderleri ya da mensupları ile ilişkili olması tesadüf değil.
Güç ve zenginlik elde etmek için dini istismar edenler kendi kişisel arzuları için de kullanmaktan çekinmiyorlar. 2011 yılında Bursa’da kendisi ile cinsel ilişkiye girenlere “cennet”i vaat eden şeyh haberleri ortalığa saçıldı. Yine geçtiğimiz hafta elinin öpülmesinin rüyada kendine vaaz edildiğini iddia eden tarikat şeyhinin 12 yaşındaki kız çocuğunu istismar etmesi gibi çoğu örnek, din istismarının geldiği boyutu gösteriyor.
Münferit mi yoksa sistematik mi?
Gündemi meşgul eden konulardan biri olan “sapık şeyhlerin” münferit vakalar olduğu tartışması dinci gericiliğin savunduğu argümanlardan. Tıpkı Ensar Vakfı’nda çocukların istismar edilmesinin AKP’li bakan tarafından “Bir seferden bir şey olmaz” sözüyle karşılanması gibi... Ancak topluma unutturulmak istense de tarikatlarda yaşanan yoz ilişkiler ve yaşanan cinsel istismar olayları sayılamayacak kadar çok. Sayılamayacak kadar çok olan bir başka şey ise bu vakaların arkasında AKP-MHP ortaklığının sonsuz desteğidir. Bizzat Soylu örneğinde olduğu gibi dolaysız olarak istismarcının savunulduğu aymaz örnekler zaten göz önündedir. Yanı sıra tarikat ve cemaatlere “bağış” adı altında sağlanan fonlar, bakanlıklar ile yapılan projeler yoluyla açılan alanlar, her türlü hukuksuzluğun, yozluğun üstünü örten yargı keyfiyeti ve özellikle özel eğitim kurumları ile sağlanan rant alanları da bu yozlaşmaya verilen destekler içindedir.
Tarikat-cemaat yapılanmalarının içerisinde olduğu yozluk sistematik olarak kendisini üretmektedir. Tıpkı devletin ve daha özelinde ise AKP-MHP ortaklığının bu yapılanmalara olan sistematik desteği gibi...
Bunlar bir çarkın birbirlerini üreten ve besleyen dişlileridir. Bu çıkar döngüsünde tarikat liderleri, şeyhler ve devlet koltuklarını işgal eden zatların cepleri dolarken, yoksul halk “mürit” olarak kapitalist ilişkilerin mekanizması içerisinde kullanılmakta, yeri geldiğinde cinsel arzu nesnesi olarak sömürülmektedir. Gülen cemaati ile çıkar çatışmasına giren AKP, bugün istismar alanındaki bu boşluğu başka tarikat-cemaatler ile doldurmaktadır. Palazlanan tarikatların sadece adı değişmektedir. Sonuç ise daha fazla gericilik ve daha fazla yozlaşma olmaktadır.
“Tarikatlar kapatılsın” söylemi elbette haklıdır yalnız tarikatlara biçilen görev kapitalist sistem içerisindeki varlık alanını korudukça tarikatların yerini resmi ve gayri resmi kurumlar almaya devam edecektir. Kapitalizmi din istismarcıları ile birlikte ortadan kaldırmadıkça insanların fikri ve vicdani özgürlüğü gerçekleşmeyecek, işçi ve emekçilerin ayaklarındaki ekonomik ve siyasal prangalar kırılmayacak, gözlerindeki bağ çözülmeyecektir.