AKP-MHP iktidarının dış politikasına yön veren yayılmacı-fetihçi hevesleri onu büyük bir çıkmaza sürüklemiş bulunuyor. Ne kendi sınırlarını kabul eden ne de bölge ve dünya gerçekliğini dikkate alan rejim, gerilimi-çatışmaları arttıran adımlarla yol almaya çalışıyor. Ancak attığı her adım ayağına dolanıyor, dış politikadaki iflas tablosunu daha görünür hale getiriyor.
Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının yağmalanması için kurulan kurtlar sofrasında yer bulamayan gerici iktidarın fetihçi-yayılmacı politikası bir tür histeriye dönüştü. Libya’daki kukla Fayiz el Serrac hükümetiyle “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” anlaşması imzalayan rejim, zafer kazanmış havalarına girdi. Ancak atılan bu adım sorunun çözümünü kolaylaştırmak bir yana karşı cepheyi güçlendirdi. Yunanistan da Mısır ile benzer bir anlaşma imzaladı. Böylece “zafer” olarak pazarlanan el Serrac ile anlaşma, yeni sorunlara yol açmaktan başka bir işe yaramadı.
Mısır-Yunanistan anlaşmasından sonra saray rejimi savaş gemilerini Akdeniz’e sürerek tehditler savurmaya başladı. Yunanistan’daki sağcı hükümet de kışkırtıcı adımlar atarak, AKP şefine sınırlarını hatırlatmaya çalıştı. Böylece karşılıklı tehditler birbirini izledi. Oruç Reis gemisi askeri denizaltılar eşliğinde tartışmalı sularda meydan okurcasına dolaşmayı sürdürdü. Ancak bu “kabadayılık” yalnızca karşı cephenin genişlemesine yol açtı. Her iki gerici iktidar da bu kapışmayı şoven milliyetçiliği körüklemenin bir aracı olarak kullandı ve kullanıyor.
***
Gerici rejim için yıllardır emperyalistlerin hedefinde olan Suriye ve Libya’ya dönük yayılmacı politikaları hayata geçirmek nispeten kolaydı. Üstelik Washington’daki efendiler de yeşil ışık yakmışlardı. Oysa Yunanistan söz konusu olduğunda durum tümüyle farklı. Yunanistan ile yaşanan gerilimi iç politika malzemesi yapmak amacıyla tehditler savurmak, böylece şovenist histeriyi körüklemek bir güçlük taşımıyor. Ancak bunun ötesine geçmek, iflas etmiş bir ekonomiyle fetihçiliğe kalkışanların çapını aşıyor.
Ankara’dan Yunanistan’a dönük tehditlerin tonu yükselirken Fransa devreye girdi. Savaş gemilerini Akdeniz’e yönlendiren Fransa, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’la askeri işbirliğini geliştirdi. Son olarak ise Yunanistan’a 15 savaş uçağı sattı. Böylece saray rejimi Fransız silah tekellerine pazar yaratılmasına da hizmet etmiş oldu!
Erdoğan tehdit oklarını bu kez Fransa’ya yöneltti. İşe yaramayacağı açık olan bu tehditler Fransa Cumhurbaşkanı Macron’nun AB’yi kendi safına çekmesini kolaylaştırdı. Nitekim AB, “istikrarı bozan faaliyetlerine sonra vermezse, Türkiye’ye ekonomik yaptırımı gündeme getirmek durumunda kalacağız” açıklamasıyla, ekonomi sopasını saray rejiminin tepesinde sallamaya başladı.
AKP-MHP rejimini zor durumda bırakan en önemli gelişme ise Washington’un aldığı tutum oldu. Macron’a karşı üst perdeden konuşan, esip gürleyen AKP şefi, efendisi ABD’den gelen emir karşısında ise kuyruğunu kısıp geri çekilmek ve sesini kesmek zorunda kaldı. Bu arada geri adım attıklarını gizlemek için “Oruç Reis gemisini rutin bakım için geri çektik” açıklamasını yaptılar. Bu kaba yalanla düştükleri utanç verici durumun üstünü örtmeye çalıştılar.
AKP şefinin kabadayılığının “Washington’dan emir gelene kadar” sürebildiği bir kez daha görüldü. “Mavi vatan”ı savunmak adına sergilenen kaba kuvvet gösterisine son verilerek, Türkiye’nin “koşulsuz olarak” masaya oturmaya hazır olduğu açıklandı.
***
Türkiye ile Fransa arasında tırmanan gerilim Yunanistan ile yaşanan sorundan ibaret değil. Türk sermaye devletinin yayılmacı siyaseti, bölgenin eski sömürgeci gücü olan Fransa’yı rahatsız ediyor. Türkiye’nin Libya, Lübnan, Irak ve bazı Afrika ülkelerinde nüfuz alanlarını genişletme çabalarına karşı Fransa karşı cepheyi geliştiren hamleler yapıyor. Kısacası gerilimin gerisinde, biri eski sömürgeci diğeri yayılma heveslisi iki gerici gücün çıkar çatışmaları yatıyor.
***
İşçi ve emekçiler düzenin krizi ile birlikte dinci-faşist rejimin politikalarının alabildiğine ağırlaştırdığı işsizlik ve yoksulluğun yanı sıra pandemi belasıyla baş etmeye çalışırken, AKP-MHP şefleri ile saray beslemesi medya aylardır fetihçi-yayılmacı histeriyi tırmandırıyor. Türkiye kapitalizminin çözümsüz sorunlarını bir nebze olsun hafifleteme imkanlarından yoksun olan, dış politika cephesinde tam bir iflası yaşayan, bölgede tek bir dostu kalmayan rejimin iç politika cephesinde yapabildiği, şoven histeriyi tırmandırmak, algı operasyonlarıyla toplumu meşgul etmek ve muhaliflere karşı kaba şiddeti yaygınlaştırmaktan ibarettir. Zira her geçen gün kitle tabanını yitiren dinci-faşist iktidarın ömrünü uzatabilmek için elinde başka bir araç kalmadı.
AKP-MHP rejiminin içerideki ve dışarıdaki tüm icraatları işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yıkılan faturanın katlanmasına, yaşanan yıkımın derinleşmesine yol açıyor. Grevleri yasaklayan, baskı ve şiddet ile hak arama mücadelelerinin önünü kesmeye çalışan, işçileri ölüme sürüklemek pahasına çarkları çeviren bir sermaye iktidarı gerçeği ile yüz yüzeyiz. Bu uğursuz çark ancak açlıkla ölüm arasında tercih yapmaya zorlanan işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü mücadelesiyle kırılabilir.