“Felaket toplulukları” ve 6 Şubat depremleri

Nasıl ki her ekonomik kriz bir devrim doğurmadıysa, felaketlerin de kısa sürede müthiş toplumsal dönüşümler doğurmasını bekleyemeyiz. Toplumsal dönüşümler uzun süren emeklerin, ciddi örgütlülüklerin ve bağımsız programların ürünüdür. Zafer ise sürekliliği, ısrarı olan ve insana birebir dokunan sınıf mücadelelerinin sonucunda elde edilebilir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 11 Ağustos 2023
  • 08:00

Maraş merkezli gerçekleşen büyük depremler binlerce insanımızla birlikte pek çok şeyimizi yitirmemize sebep oldu. Doğal bir afetin muhtemel geleceğini görmezden gelenlerin bilinçli ihmalleri ve tercihleri sonucu insanlarımız günlerce yardım çığlıkları atarak enkaz altında can verdi. Herkes mutlaka dolaylı/dolaysız bir yakınını, bazılarımız tüm ailesini, çekirdek ailesinin fertlerini yitirdi. Bir insanı kaybetmenin acısı dahi tarif edilemezken toplum olarak koca bir katliamla yüz yüze geldik. Bu katliamı direkt olarak yaşayanlarla duygudaşlık kurmak çok mümkün olamasa da, toplum olarak bütün insani ve psikolojik değerlerimizle oynandığını ve büyük bir sınanma, yıpranma, çaresizlik durumuyla baş başa bırakıldığımızı söyleyebiliriz. Ayrıca tüm bunların bizlerden çok şey götürdüğünü söylemek de yanlış olmaz. Belki de ileride katalog suçlarla yargılanması gerekenler siyasi hesaplarıyla yaşanan afet durumunu başkalaştırmıştır. Sermaye devleti ve onun varlığını betona borçlu olan tek adam rejimi, yaşanan afet durumunu bir felaket durumuna çevirmiştir. 

Yaşatılan ve devam ettirilen felakete dair artık gören gözün gördüğü, bilmeyenin öğrendiği, bilmezlikten gelenin kabul etmek zorunda kaldığı gerçekleri elimden geldiğince tekrarlamamaya çalışacağım. Bu çalışmada daha çok kapitalist devlet yapısının ve temsilcilerinin böylesi zamanlardaki stratejik pratikleri, felaket zamanlarında toplumun, felaketzedelerin sosyal tepkileri ve bu durumların ortaya çıkardığı çeşitli toplumsal dinamikler üzerinde durmak istiyorum. Aslında afet ve felaket kavramları üzerinden tekrardan bir düşünme, yahut felaket anlarında yaşamsal olarak kendiliğinden ortaya çıkan hareketleri, içinden bir gözlemle anlama çabası da diyebiliriz.

Kapitalistlere veya onların devlet aygıtına ihtiyacımız var mı? 

Genelde bu soru ve ruhu, işçi sınıfının dümeni devraldığı anlarda, grevlerde, fabrika işgallerinde, ayaklanmalarda, direnişlerde duyulur ve hissedilir. Ancak Avustralya’nın Queensland eyaletinde yaşanan sel felaketinden sonra yaşananlardan şöyle bahsediliyordu:

“On binlerce insan bir şeyleri başarmak için sermayeye ya da hükümetlere ihtiyacımız olmadığını gösterdi. İnsanlar birbirlerini rahatlatmaya, kendi geleceklerini yeniden inşa etmeye, yaratmaya ve şekillendirmeye katılma iradesini gösterdiler.” 

Baştan eşitsiz bir kabulle şekillenen bir sistem olarak kapitalizm, öyle veya böyle bizim gibi ülkelerde hala geçer bir paradigmaydı diyebiliriz. Fikirsel olarak köklü bir toplumsal kopuşun yetersiz, yayılma konusunda başarısız olduğunu, özellikle yeni nesillerle birlikte antikapitalist cephenin zayıf hale geldiğini kabul etmek gerekir. Kapitalizm karşıtlarının yıllar yılı mücadelesinin olduğu bir ülke burası, bu yadsınamaz lakin somut durumda hala insanları vaatlerle kandırabilen, elindeki çeşitli güçler aracılığıyla algılarıyla oynayabilen bir sistemin mevcut olduğunu da kabul etmek gerekir. Her şeye rağmen kuruluşundan itibaren varlığını sürdüren, giderek büyüyen yapısal sorunları ve krizleri de ele alarak, son yirmi yıl özelinde yaşananlar ve hala devam eden deprem felaketi gerçekliği kapitalist devlet aygıtından ümidi olanları da hüsrana uğratmıştır. Görünüyor ki bu paradigma artık geçer akçe değildir. Bu dönem bazı düşüncelerin üzerindeki sis bulutlarını dağıtırken, en başta görünen ve artık karşılık bulan bir gerçeklik vardır: Kapitalist devlet aygıtının insanlığa verebileceği bir şey kalmamıştır.

“Felaket toplulukları” ve erk’in tepkisi

“… felaketten etkilenen toplulukların devleti beklemeyen ya da sermayenin inisiyatif almasına izin vermeyen, bunun yerine ‘elleriyle müzakere eden’, kendi topluluklarını yeniden inşa eden ve ‘kendilerini iyileştirerek’ daha güçlü topluluklar ortaya çıkaran çabaları. Ben bu çabaları felaket komünizmi olarak adlandırıyorum.” (Disaster Communism & Anarchy in the Streets, 2011)

Rebecca Solnit “Cehennemde İnşa Edilmiş Bir Cennet” başlıklı kitabında “felaket toplulukları”nı işlerken bazı anekdotlar veriyor. Yazar, devletin bu anlardaki asıl amacının, hayatta kalan insanlara yardım etmekten ziyade kendi düzenini yeniden tesis etmek olduğunu belirtiyor. Örneğin, 1906 San Francisco depreminde, ilk olarak ordunun bölgeye gönderildiğine ve sonrasında, kendi kendine organize olan arama, kurtarma ve yangın söndürme çalışmalarının sekteye uğradığına dikkat çekiyor.

“Yangınlar ve gürültülü patlamalar üç gün boyunca devam etti. Sanki bir savaş gibiydi. İşleri bittiğinde şehrin yarısı kül ve moloz yığınına dönmüş, yirmi sekiz binden fazla bina yıkılmış ve dört yüz binlik nüfusun yarısından fazlası evsiz kalmıştı. Nob Hill’ın tepesindeki konaklar yandı; Market Street’in güneyindeki gecekondu bölgesi neredeyse yeryüzünden silinmişti. Bu felaket, çoğu zaman olduğu gibi, karışık tepkilere yol açtı: Vatandaşların çoğu arasında cömertlik ve dayanışma vardı, aynı zamanda bu boyun eğdirilmemiş vatandaşlar güruhundan korkan ve onları kontrol etmeye çalışanlar da günyüzündeydi, [Tuğgeneral] Funston’ın sözleriyle, bu güruh ‘cezalandırılmamış bir çeteydi’.” (Solnit, 2009, s.35)

Ne kadar da tanıdık değil mi? İçinden geçtiğimiz süreçte günlerce devletin bir görevlisini dahi görmeyen insanlar, kendi kendilerine örgütlenip birbirlerini enkazlardan çıkardılar. Toplumun ilerici ve devrimcilerinin hızla harekete geçip yanlarına gelmeleriyle birlikte temel ihtiyaçlarına ancak ulaşabildiler. Paranın işlemediği, bir şey satın almanın mümkün olmadığı yıkılmış kentlerde, örgütlülüğü bu kadar düşük seviyelerde olan bir halk arasında sosyal yardımlaşma, dayanışma ve işbirliği kültürü ciddi büyüklükte açığa çıktı. Böylesi büyük kayıplar sonrasında insana karmaşık duygular yaşatan, ilk olarak Van depreminde gördüğüm “felaket toplulukları” benzeri alternatif örgütlenmeyi, 6 Şubat depremlerinin ardından da gözlemlemiş olmaktı. 

Diğer yandan devlet tarafı ise günler sonra geldiği bölgede enkaz üstünde fotoğraf vererek varlık gösterdi. Dünyanın çeşitli yerlerinden gelen arama kurtarma ekiplerini sabote edip, gözaltına alıp yolladı. Siyasi hesapları uymadığı için düşman gördüğü ülkelerden gelen yardımları geri çevirdi. Maden işçilerini enkazlardan kovdu, iznine tabii hale getirmeye çalıştı. Felaket topluluklarının oluşturduğu merkezlerde eli mabadında bekçilik yapmaya kolluğunu gönderdi. Arama kurtarma için gelmek isteyen gönüllü yüzlerce insanı günlerce havaalanlarında bekletti. İnsanları şehirlerinden göçe zorladı. Belki de iş makineleriyle gireceği enkazlarda işleyeceği yeni suçlarına tanık bırakmak istemiyordu.

Bu şaşırtıcı ve ürkütücü zamanlarda, bilinçli olarak yağma haberleri yayarak göçmen düşmanlığını körükledi. Yarattığı ırkçı-şoven atmosfere ek olarak paramiliter gruplarla birlikte hareket eden kolluğunun eline kemer ve zincir vererek bir işkence normalliğini benimsetmeye çalıştı. Felaket anlarında işkence yaptı, sokakta insan öldürdü. Zaten öldürmüştü ama yetmedi… Suçu çok büyüktü, hem örtmesi hem güç göstermesi hem de düzeni tesis etmesi için şiddet göstermesi gerektiğine inandı ve bunu gerçekleştirdi.

Çalışmasından alıntılar yaptığımız Solnit, bu tarzda çok sayıda felaketi inceleyen bilim insanı Charles Fritz’in bir çalışmasından yararlanarak, bu felaket anlarında bencillik, anti-sosyal bireycilik ve saldırganlık klişelerinin tamamen kanıtsız olduğuna dikkat çekiyor. Fritz’in çalışmasından direkt alıntıyla söyleyecek olursak:

“Felaketzedeler nadiren histerik davranışlar sergiler, bir tür şok geçirme ya da sersemleme davranışı daha yaygın bir ilk tepkidir. En kötü felaket koşullarında bile insanlar kendi kontrollerini korur ya da hızla yeniden kazanır ve başkalarının iyiliği için endişelenmeye başlarlar. İlk arama, kurtarma ve yardım faaliyetlerinin çoğu, organize dış yardım gelmeden önce felaketzedeler tarafından üstlenilir. Felaketlerde yağmalama raporları oldukça abartılıdır, hırsızlık ve soygun oranları aslında felaketlerde düşer ve çalınandan çok daha fazlası başkalarına verilir. Başkalarına karşı saldırganlık ve belli kişileri günah keçisi ilan etme gibi diğer anti-sosyal davranış biçimleri nadirdir ya da hiç yoktur. Bunun yerine çoğu felaket, felakete uğrayan halk arasında sosyal dayanışmada büyük bir artışa neden olur ve bu yeni yaratılan dayanışma, çoğu kişisel ve sosyal patoloji türünün görülme sıklığını azaltma eğilimindedir.” (Frtiz, 1996) (s.10)

Bunların bazıları bölgede bizim için şimdilik sönümlenmiş olsa da “felaket toplulukları” üzerindeki çalışmalar hala devam etmekte. Maraş bölgesinde bu topluluklar tarafından bir merkeze çevrilmiş olan cemevine kayyum atayarak çökme girişiminden sonra, bu kez Hatay’da yine bu topluluklar tarafından oluşturulan yaşam alanlarına saldırmaya, buraları tahliye etmeye çalıştılar. Özellikle buralarda ilerici ve devrimci grupların ilk günden beri insanlarla oluşan bağlarını koparmaya yönelik hamleler yapılması, kendisine karşı oluşacak en ufak bir örgütlenmeye bile tahammülünün olmadığını gösteriyor. Çünkü devlet yerel örgütlenmeyi, dayanışmayı ve karşılıklı yardım ilişkilerini ezilmesi gereken bir tehdit olarak görmektedir.

Gördüğümüz manzarada, bir kez daha kapitalist devlet aygıtının “kendi yurttaşlarına sıcak bir çorba yerine sıcak bir kurşunu sağlamakta daha hızlı davranıyor” oluşu, yadsıyacağımız bir gerçeklik değil. Bu durumda da düzenlerinin devamlılığı onlar için her şeyden daha hayati demek yanlış bir tespit olmaz.

Solnit, çalıştığı felaketlere bakarak, mevcut düzeni sürdürmenin sürekli bir çaba gerektirdiğini söylüyor ve bunu bir lambaya, felaketleri de elektrik kesintisine benzetiyordu. Elektrikler kesildiğinde kendiliğinden yardımlaşma ve yerele dönüş yaşanır diyor. Tersinden ise kapitalist devlet aygıtının eylemlerinin, 1906 San Francisco depreminden 2023 Maraş depremlerine kadar benzer refleksler gösterdiğini görüyoruz ve bundan ise en basit çıkarımla, bizlere kapitalist “normalliği” dayatmayı görev bilmiş bir kurumsal anomali hali ortaya çıkıyor.

“Felaket toplulukları”nın geleceği ve devrim

Olağanüstü koşullarda ortaya çıkan bu toplulukların dayanışmacı ve bireye iyi gelen bir takım davranışları yarattığına ve geliştirdiğine şüphe yok. Fakat hem Van depremi, hem de 6 Şubat depremlerine dayanan gözlemlerimden çıkardığım bir gerçeklik var ki, o da bu toplulukların özellikle katılan kişilerde yarattığı iyi etkiye rağmen kısa ömürlü olduğudur. Romantik bir perspektifle kurdurduğu hayaller güzel olsa da onun ötesinde bir gerçekliği bulunmuyor. En nihayetinde “felaket toplulukları” üzerine yapılan çalışmaların neredeyse tamamı bu toplulukların kapitalist normalliğe dönme eğiliminde olduğuna işaret ediyor. Nedenleri de aslında çok açıktır, çünkü bu topluluklar ortaya çıkış biçimlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Yerelde örgütlenen, kendi sınırlarını aşamayan, oraya ve oranın sorunlarına gömülmüş bir hat izleyen bu hareketler, toplumsal mücadelenin diğer alanlarıyla bağ kurmakta zorlandığı için, oluşum süreçleri ortadan kalktığında veya kalkmaya başladığında, ya yalıtılmış ufak gruplara dönüşür ya da kendiliğinden sönümlenmeye mahkumdur. Bizim ülkemizde bu durum, otoriteyi rahatsız ettiği ölçüde zor yoluyla da hayata geçirilebilir.

Aksi mümkün müdür? Elbette mümkündür.

Toplumsal dönüşüm yahut devrim nasıl ki bir devrimci sınıf hareketi ihtiyacını gün yüzüne çıkarıyorsa, sosyal mücadeleler için ise bu mücadelelerin sınıf mücadelesiyle bağının kurulması gibi bir gerçekliği ve görevi ortaya çıkarıyor. Lenin 1900’lerin başında ekonomist kendiliğindencilikle mücadeleye giriştiğinde, işçi hareketi için tersinden şunları söylüyordu:

“Rus işçileri, polisin halka zorbaca davranışına karşı, dinsel mezheplere zulmedilmesine, köylülerin kırbaçlanmasına karşı, amansız sansüre, askerlere işkence edilmesine, en masum kültürel girişimlerin bastırılmasına vb. karşı niçin hâlâ bu kadar az devrimci eylemde bulunmaktadır? Böyle bir eylem, ‘elle tutulur sonuçlar vaadetmediği’nden, ‘olumlu’ fazla birşey sağlamadığından, ‘iktisadi mücadelenin’ onları buna ‘itmediği’nden ötürü müdür? Böyle bir görüşü benimsemek, yineliyoruz, saldırıyı gerekmediği yere yöneltmek olur, kişinin kendi darkafalılığını ‘ya da bernştayncılığını’ işçi yığınlarına yüklemek olur. Eğer bütün utanç verici haksızlıklara karşı yeteri kadar geniş, çarpıcı ve anında teşhirleri hâlâ örgütleyemiyorsak suç bizdedir, yığın hareketinin gerisinde kalışımızdadır. Bunu yaptığımız zaman (ve bunu yapmak zorundayız ve yapabiliriz de), en geri işçi bile, öğrencilerin ve dinsel mezheplerin de, köylülerin ve yazarların da, kendisini yaşamının her adımında baskı altında tutan ve ezen aynı karanlık güçler tarafından hareketlere ve keyfi davranışlara uğradıklarını anlayacak ya da içinde duyacaktır; ve bunu duyunca, kendisi de tepki göstermek isteyecektir, bu yolda dayanılmaz bir istek duyacak ve gereğini yapmayı bilecektir; bugün sansürcüleri ‘yuhalayacak’, yarın bir köylü ayaklanmasını amansızca bastırmış olan valinin evi önünde gösteri yapacak, öbür gün kutsal engizisyonun işini gören papaz kılıklı jandarmalara bir ders verecektir, vb.” (Ne Yapmalı, s.73)

Yani demek gerekir ki, “felaket toplulukları”nın kalıcı olmasının olmazsa olmaz koşulu, stratejik hedeflerinin düzene karşı konumlandırılması, mevcut mülkiyet ve üretim ilişkileriyle çatışan bir perspektife kavuşturulması, bunlara ek olarak sürmekte olan sınıf mücadeleleri ve toplumsal hareketlerle bağının kurulmasıdır. Tüm bunları yapmadan başka bir şeyler hayal etmek güçtür. İyileştirici yerel bir özneden değiştiren-dönüştüren nitelikli bir sınıf konumuna evrilmeden herhangi bir hareketin devrimcileşmesi söz konusu değildir.

Seçimler vesilesiyle burjuva ve küçük-burjuva politikacıların felaketlerin yaşandığı şehirlerden beklentileri salt bir tepkisellik üzerineyken, kendi perspektiflerinden bambaşka sonuçlarla karşılaşmaları onlar için bir sürpriz olsa da, bu esasında toplumsal gerçekliği ve sosyal mücadeleleri iyi kavrayamamaktan kaynaklı bir sorundur. Marksistler elbette somut durumu bu sonuçlar üzerinden kavrayamaz. Nasıl ki her ekonomik kriz bir devrim doğurmadıysa, felaketlerin de kısa sürede müthiş toplumsal dönüşümler doğurmasını bekleyemeyiz. Toplumsal dönüşümler uzun süren emeklerin, ciddi örgütlülüklerin ve bağımsız programların ürünüdür. Zafer ise sürekliliği, ısrarı olan ve insana birebir dokunan sınıf mücadelelerinin sonucunda elde edilebilir.

Yararlanılan kaynaklar:

Disaster Communism & Anarchy in the Streets. (2011), Revolts Now

Frtiz, C. E. (1996), Disasters and mental health: therapeutic principles drawn from disaster studies, Disaster Research Center

Rebecca Solnit (2009), Cehennemde İnşa Edilen Cennet: Felakette Ortaya Çıkan Olağanüstü Topluluklar

V. İ. Lenin (1902),  Ne Yapmalı? Hareketimizin Can Alıcı Sorunları, Sol Yayınları

Woods, Out of the (2014). Disaster Communism - Disaster Communities. (libcom.org) (Konzept & Antarktika & Dobar, Çev. Heimatlos Kolektif)