23 Haziran İstanbul seçim sonuçlarının düzen siyasetindeki yankısı sürüyor. AKP-MHP ittifakının ağır hezimetinden sonra “sandık ittifakı” bileşenleri, tek adam rejiminden tekrar parlamenter sisteme dönüş için referandum çağrısı yaptılar. Büyük bir umutla, anayasanın yenilenmesi gerektiğini gündeme getirdiler.
Bu seçim başarısıyla düzen solunun adayı Ekrem İmamoğlu, Erdoğan şahsındaki baskıcı rejime uzun süredir tepki duyan kitleler tarafından bir “kurtarıcı” olarak görüldü. İmamoğlu, yerel seçimleri beka sorunu olarak kodlayan, YSK darbesiyle yenilettiği İstanbul seçimini 9 puanlık farkla kaybeden Erdoğan’a alternatif olarak öne çıktı. Artık geleceğin cumhurbaşkanı adayı olarak da anılıyor. Ayrıca İstanbul şehir yaşamı için yaptığı kimi projeleri, ılımlı görünümü ve Erdoğan’ın tam tersi tarza sahip olması ile de ölümü görüp sıtmaya razı olacak derecede bunalmış kitleleri etkiledi.
Yerel seçimlerin AKP’nin yenilgisiyle sonuçlanmasının ardından bir süredir dillendirilen yeni parti çalışmaları da hız kazandı. Ahmet Davutoğlu ve Abdullah Gül destekli Ali Babacan’ın kuracağı parti gündemde geniş yer buluyor. Şimdilik A. Davutoğlu’nun somut bir parti girişimi olmasa da A. Babacan AKP’den istifa ederek süreci hızlandırdı.
TÜSİAD içindeki sermaye temsilcileri de -her ne kadar Erdoğan döneminde kârlarını katlasalar da- değişimden yana görünüyorlar. Zira Erdoğan’la yaşadıkları gerilimli ilişki yerine hem kitleleri hem de kendilerini “hoş” tutacak isimleri başkan olarak görmek istiyorlar. Tıpkı daha önce Erdoğan’ın ileri demokrasi timsali ilan edilerek parlatılması gibi, yeni alternatifleri parlatıyorlar.
17 yılın sonunda Erdoğan yönetimi, gerek uluslararası sermayenin telkinlerine kulak vermeyerek ekonomik krizi istenilen şekilde yönetememesi gerekse dış politikadaki çıkmazları çözememesi nedeniyle, artık işlevselliğini yitirmiştir. 23 Haziran sonrası vizyon değişimi vaatlerini sürdürse ve sermayenin istediği yapısal reformların sözünü verse de Erdoğan’ın, Merkez Bankası Başkanını görevden alması sermaye temsilcilerinin “yeni” alternatif arayışlarını güçlendirmektedir. Zira TÜSİAD, “sistemi yeni denge ve kontrol mekanizmalarıyla destekleyecek değişiklikler görmeyi” istemektedir.
Babacan’nın “beyaz sayfa” açarak, “insan hakları, özgürlükler, ileri demokrasi ve hukukun üstünlüğünün vazgeçilmez ilkeleri” ile hareket edeceği vaadiyle düzen siyasetine nefes aldıracak bir role soyunduğu ortadadır. Öte yandan ekonomik krizin giderek derinleştiği düşünülürse kitlelerde tepkilerin yoğunlaşmasını engellemek adına bir yenilenme tercihi sermaye düzeni için bir zorunluluktur.
Düzen siyasetinin bundan sonraki aktörleri olarak gerek soldan parlatılan İmamoğlu gerek sağın Ali Babacan’ı burjuva dünyasının aradığı profillere sahipler. Burjuva dünyasına ait bu isimler hem muhafazakâr tabana seslenebilen hem de modern görünümlü halleri ile bir kez daha işçi ve emekçilere “yeni” olarak pazarlanıyorlar. Bu sömürü düzeninden kaynaklı umutsuz ve çaresiz bırakılmış emekçilere “yeni” isimler sayesinde değişim ve umut kırıntıları vaat ediliyor.
Türkiye gibi her an her şeyin olabileceği kırgınlığa sahip bir ülkede, düzen siyasetinin aktörleri hızla değişebilir, eskiler yeni olarak sunulabilir ya da yüzü eskimemiş yeni aktörler parlatılabilir. Gerçek olan şu ki giderek kötüleşen ekonomik tablosuyla, Ortadoğu, Doğu Akdeniz gibi uluslararası plandaki politik çıkmazlarıyla, S-400 krizi üzerinden NATO ve ABD ile girilen tartışmalarla tam bir açmaz içinde olan sermaye düzeninin bir kabuk değişimine ihtiyacı vardır.
Düzen siyasetinde böylesi bir kabuk değişiminin işçi ve emekçilerin çıkarları açısından hiçbir önemi yoktur. İşçi sınıfı ve emekçiler, bilinç ve örgütlenme düzeyindeki gerilik devam ettiği sürece bir kurtarıcıdan diğerine savrulmaya devam edeceklerdir. Mevcut düzen değişmedikçe her yol ücretli köleliğe, işsizliğe ve yoksulluğa çıkmaktadır. Bu nedenle işçi ve emekçiler bu sahte seçeneklere kanmak yerine, kendi bağımsız sınıf çıkarları çerçevesinde örgütlü hareket etmek zorundadırlar.