Son dönemde dünyanın ekonomik geleceği üzerine peş peşe önemli zirveler toplandı. 12. BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) toplantısını Asya-Pasifik Ekonomik Topluluğu (APEC) ve G20 zirveleri izledi.
Aynı döneme denk gelen ve Çin ile 14 Asya-Pasifik ülkesinin Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) anlaşması, “dünyanın en büyük serbest ticaret anlaşması” olarak, bu zirvelerin gölgesinde kalan önemli bir gelişme oldu. Zirvede ekonomideki “tek taraflılığa” karşı bölgenin hamleleri konuşuldu. Zirvenin başlığı bile bu anlaşma ve sonrasındaki adımlara dair hedefi yansıtıyordu: “APEC’i yeniden kavramak: Covid-19 pandemisi sonrasında öncelikler”
“Yeniden kavranan” APEC, emperyalizmin merkez üssüne karşı, onun kendi mali silahlarını kullanarak bir birlik oluşturuyor. BRICS ve G20’yi gölgede bırakacak kadar önemli olan Çin öncülüğündeki RCEP yeni bir sayfa açma girişimidir. Çin bugüne kadar birçok birliğin içinde oldu, birçok anlaşma imzaladı. Bu anlaşmayı diğerlerinden ayıran, daha bağımsız bir politika izleme perspektifinin ürünü olmasıdır. RCEP, “Kuşak ve yol” projesinin bir parkurudur. Anlaşma Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in “yön veren küresel lider ülke” olma iddiasının bir pratiğidir. RCEP, Çin’in ekonomideki büyümesine eşlik eden politika yapma araçlarında somut zaferlerinden biridir. Yani Çin kendi coğrafyasından başlayarak ekonomik baskı yöntemlerine karşı bir alan açıyor. Tek taraflılığa karşı bir bayrak olarak lanse edilmesi de bunun tek başına bir ekonomik işbirliğine sıkışmadığını anlatıyor. Ne RCEP ne de zirveler son gelişmelerin ürünüdür. Sadece RCEP’in bile 8 yıllık bir geçmişi bulunuyor.
Hindistan’ın müzakerelerden çekilmesiyle Çin’in önünde bir muhalif kalmayınca, RCEP ete kemiğe büründü. Eğer Hindistan da yer alsaydı, dünya nüfusunun neredeyse yarısını kapsayan bir anlaşma olacaktı. Bugüne kadar benzer içerikte bölgesel ölçekte başka anlaşmalar da imzalandı. Asıl önemli olan, bu anlaşmanın bugün kim tarafından yönlendirildiğidir. Geçmişte Japonya’nın savunduğu ve ABD’nin Çin’i dengelemek için planladığı anlaşmanın aşılmış olmasıdır.
Çin pandeminin ardından bu anlaşmayı imzalatabiliyorsa, bunun altında yatanlara bakmak gerekiyor.
Emperyalist-kapitalist sistem için bu işbirliği anlaşması yeni bir rekabet anlamına geliyor. Trump’ın Asya’dan boşalttığı alanı Çin doldurdu. 2015’te Obama başkanlığındaki ABD, “Trans Pasifik” anlaşmasından iki yıl sonra çekilerek, bölge devletlerini baskılayabileceğini sanmıştı. Çin’e yönelik vergi savaşını da başlatan ABD, şimdi denkleme yeniden girmenin yollarını aramak zorunda kalacak. Trump’ın temsil ettiği ABD burjuvazisi “dengeleme” yerine savaşmayı seçerek, Çin’i dizginleyebileceğini hesaplıyordu. Lakin bekledikleri gibi olmadı. ABD anlaşmadan çekilerek rest çekti. Çin ise alternatif anlaşmayla “gördüm, artırıyorum” dedi. Elbette bu mali savaşın sonu henüz gelmedi. Çin’in de ABD’nin de bu alana yönelik çok sayıda hamleleri olacak. Fakat vergi savaşlarıyla ABD’nin bölge devletlerinde yarattığı korku Çin’in elini güçlendiriyor.
Tüm ekonomik işbirlikleri gibi RCEP de, gelecekte daha kapsamlı birlikteliklerin zemini olarak kullanılmak istenecektir. Bu açıdan anlaşmanın içinde Avustralya, Japonya, Güney Kore gibi ABD emperyalizminin bölgedeki işbirlikçi devletlerinin de olması durumu değiştirmiyor. Dışında kalmaları kendi çıkarlarına zarar vereceği için anlaşmaya tabi oluyorlar. Yarın ABD’yle bunun üzerinden gerilim yaşayabilir, anlaşmadan çekilebilirler. Ancak şurası bir gerçek ki, eğer anlaşma planlanan doğrultuda ilerlerse, Çin politik olarak güçlenecektir.
Kapsadığı devlet sayısı giderek artan Çin’in “Kuşak ve yol” projesi, bugün RCEP ile daha da güçlendi. RCEP bölgedeki işbirliğine çerçeve çizerken, “Kuşak ve yol” projesi ise tüm dünyada Çin’in kontrolünde bir planlamaya dayanıyor. Geçtiğimiz yıl 37 ülkenin temsilcisini Pekin’de toplayan Jinping, proje için “dünya ekonomisinin yönlendirilmesi için yeni imkanlar sunuyor” diyordu. 500 milyar doların üstünde bir yatırımla süren proje, altyapı ağı ve lojistik hatların ötesinde ekonomiyi yönlendirme hedefinin bir aracı durumunda. ÇKP programına eklenecek kadar temel bir politika olan bu projeyle birlikte değerlendirildiğinde, RCEP’in, Çin’in en başta bölge ülkelerini kapsayan işbirliği ve hakimiyeti için olduğu görülecektir. “Küreselleşmenin geri dönüşsüz bir yol” olduğunu savunan Jinping, bu anlaşmalarla kendi küresel ilişkilerini kuruyor.
Batılı emperyalistler, sistemin krizleri derinleşirken ortaya çıkan yeni aktörlerden biri olarak Çin’i görüyor ve ona göre yeni adımlar atıyorlar. Güney Çin Denizi ve Çin çevresindeki askeri adımları da bu açıdan net mesajlar içeriyor. ABD’nin bile kolaydan vazgeçemeyeceği ekonomik ilişki sarmalındaki Çin, artık uluslararası arenada pozisyon alıyor, askeri ve ekonomik atılımları gerilimlere yol açıyor.
“Tek merkezli dünya” kendi iç çelişkileriyle yıpranmaya devam ediyor. NATO’nun Çin “tehdidi”nden açıktan söz eder hale gelmesi, Çin’in “ortak eylem gerektiren bir tehdit unsuru” olduğunun ifade edilmesi, emperyalist sistemin korkusunu anlatıyor.
Pandeminin yarattığı krizden dahi neredeyse kârlı çıkan (OECD raporuna göre Çin, G20 ülkeleri içinde büyüme elde eden tek ülkedir) bir Çin gerçekliği, emperyalistler için rahatsızlık nedenidir. Bunun nereye varacağı bugünden öngörülemez olsa da, ABD hegemonyasını sarsan etkenler artıyor. Bu koşullarda, ister ABD-AB tarafından ister Çin’den gelsin, atılacak yeni adımlar her hâlükârda yeni gerilimlere neden olacaktır. Bu da bir bütün olarak emperyalist-kapitalist sistemin krizini derinleştirecektir.
Çin’in geriden gelen çıkışı elli yıl önce hiçbir emperyalist ülke için tahmin edilebilir değildi. Dünyanın en yoksul bu köylü ülkesinden devrimle gelinen yer, ABD’nin her alanda korkulu rüyası olan bir gelişmedir. Tıpkı bundan yüz yıl öncesinde emperyalist paylaşım savaşından yıkımla çıkan Sovyet Rusya’nın temel bir aktör olmasını beklememeleri gibi...
Çin, devrimle girdiği yolu terk etse de, tarihsel devrimci atılımından beslenerek bugünkü noktaya gelmeyi başarabildi. Bunun için Çin’de sosyalist değerlerin devlet eliyle sömürüsü sürdürülüyor, kendi içinde bir “sosyalist inşa” argümanı hala kullanılıyor. Çin yönetimi bugün çarkların dönmesini, işçi sınıfının üretimi sürdürmesini “Marksizm’i geliştirmek, komünizm idealini daha da yükseltmekten” bahsederek sağlıyorsa, bunun nedeni bu argümanların toplumda bir karşılığı olmasıdır. “Modern sosyalizm” olarak tanımladıkları formülle tarihsel devrimin izinden beslenen bu yönetim, hedeflerinde ilerleyebildi.
Çin’deki bu gelişmelerin sınıf mücadelesi ve emperyalist çatışmalar içerisinde geleceğe nasıl etki edeceğini göreceğiz. Dünyanın geleceği açısından bugünkü bunalım dönemi Çin’i de etkilediğinde, sınıfsal çelişkiler daha açık bir biçimde su yüzüne vuracak, işçi ve emekçiler açısından yeni bir sürecin önü açılacaktır.