Almanya’da 26 Mayıs’taki AP (Avrupa Parlamentosu) seçimleriyle aynı gün Bremen eyaleti seçimleri yapıldı. Her iki seçimde de geleneksel düzen partileri büyük oy kayıpları yaşadılar. Ortaya çıkan sonuçlar Almanya’daki yönetim krizini daha da derinleştirmiş bulunuyor.
Uzun yıllardır katıldıkları seçim sonuçları ve aldıkları oy üzerinden bakıldığında, geleneksel burjuva düzen partilerinin, kitle desteklerini sürekli yitirdikleri görülüyor. Bunun en çarpıcı örneği Avrupa Parlamentosu seçimleri oldu. Seçim sonuçlarına göre iktidar ortağı CDU’nun oy kaybı %6,4 iken, SPD’nin kaybı %11,5’i buldu. Yine bu iki partinin 2017 yılında yapılan genel seçimlerdeki kitle desteği ile bugünkü durumları kıyaslandığında, SPD’nin 3,6 milyon, CDU’nun ise 4,5 milyon seçmen kaybı yaşadığı ortaya çıkıyor. Özellikle gençlik içerisinde bu partilere yönelik ciddi anlamda bir güvensizlik mevcuttur ve bu güvensizlik seçim sonuçlarına yansımıştır.
AP seçimlerinden en güçlü çıkan parti ise Die Grünen-Yeşiller oldu. Bir yıla yakındır çevre ve doğanın korunması için sokakları işgal eden gençliğin, bu partinin güçlü bir şekilde Avrupa Parlamentosu’na taşınmasında önemli bir etkisi var. Aslen bir orta sınıf partisine dönüşmüş olan Yeşiller Partisi gençliğin samimi içten mücadelesini suiistimal ederek, gençliğin küresel iklim hareketinin yarattığı rüzgarı arkasına almayı başarabildi. Bu başarı sayesindedir ki oy oranını ikiye katlayarak, %20,5’e yükseltti.
Öte yandan Alman tekelci sermayesinin hükümeti olan büyük koalisyon (CDU-CSU-SPD) partilerinin yaşadığı seçim hezimeti, özellikle iktidar ortağı SPD içerisinde uzun zamandır yaşanmakta olan krizi daha da derinleştirdi. Partinin başkanı Andrea Nahles’in istifası ile başlayan süreç, parti içerisinde yaşanan krizin boyutlarını ortaya koyuyor. Kitle desteğini hızla kaybeden SPD’nin yaşadıkları, onun onyıllardır Alman sermayesine hizmette kusur etmeyen icraatları ile direkt bağlantılıdır. 16 yıllık muhalefet döneminin ardından, 1998’de %40,9 oranında oy alarak tekrar hükümet olan SPD, işbaşında olduğu dönemde işçi ve emekçilere karşı en kapsamlı saldırılara imza atmıştı. O dönem başını Gerhard Schröder’in çektiği SPD, Agenda 2010 ve Hartz IV yasaları ile işçi düşmanı yüzünü ortaya koyarak, tekelci sermayenin bütün istemlerini eksiksiz olarak yerine getirmişti.
Bugün işçi ve emekçilerin yaşamak zorunda kaldığı yoksulluk, sefalet, düşük ücret politikaları, esnek çalışma modelleri, taşeron işçilik, emeklilikte açlık, işsizlikteki güvencesizlik, çocuk yoksulluğu tümüyle bu uygulamaların bir sonucudur. Emekçiler için tam bir cehennem demek olan bütün bu uygulamalar, 1998 ile 2005 yılları arasında hükümet olan SPD’nin eseridir. Kendisini “sosyal demokrat” diye adlandıran ve bütün bir tarihi boyunca düzenin selameti için canla başla çalışan bu ihanet partisi, işçi ve emekçilere karşı saldırganlıkta hiçbir zaman sınır tanımadı. Bundan dolayıdır ki 2000’li yıllarda üyelerinin %40’ı işçi olan SPD’nin bugünkü işçi üye sayısı %17’lere gerilemiş durumdadır.
İşçi ve emekçilere karşı her türlü sosyal saldırıyı hayata geçiren SPD, aynı zamanda iktidar ortağı Yeşiller Partisi ile el ele vererek, Balkan savaşları döneminde Alman ordularını kışlalarından çıkarıp savaş alanına sürmekle de ünlü bir partidir. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sorası Alman ordularına getirilen bütün yasal kısıtlamalar, SPD-Yeşiller hükümeti tarafından ardı ardına ortadan kaldırılarak, günümüzün saldırgan Alman militarizmi için yollar düzlendi.
Bütün bu saldırı programlarının başlıca sorumlusu olan SPD’nin oy oranı 2005 seçimlerinde %34,2, 2017 seçimlerinde ise %20,5’e düştü. Son AP seçimlerinde ise %15,8’le tarihindeki en düşük seviyelere inmiş bulunmaktadır. Köklü düzen partilerinin ve asıl olarak da SPD’nin yaşadığı bu akıbet, bu partilerin hükümette oldukları on yıllar boyunca kararlılıkla sürdürdükleri işçi düşmanı politikalarının kaçınılmaz bir sonucudur. Sermayenin hizmetindeki SPD, CDU-CSU ile birlikte büyük koalisyon hükümetleri içerisinde, yıllardır o saldırgan politikaları uygulamaya devam etmektedir.
Gerçekler bütün çıplaklığıyla orta yerde dururken, burjuvazinin hizmetindeki kalemşorlar, SPD içerisindeki sorunları yeteneksiz yöneticilerle açıklamaya, onun işçi-emekçi düşmanı yüzünü gizlemeye çalışıyorlar. Her geçen gün kitle desteğini yitiren bu ihanet partisinin yaşadığı çöküş durdurulamaz ise SPD kapitalist tekeller için cazibesini yitirmek ile yüz yüze kalacaktır. Oysa sermayeye hizmette kusur etmeyen bu parti her halükarda vitrinde tutulmak isteniyor. Bundan dolayıdır ki seçimlerin hemen akabinde kapitalist tekellerin emriyle hızla bir araya gelen büyük koalisyon partileri sözcüleri, hizmete devam etmek yönünde kararlılık beyanında bulundular. Bu arada kapitalist tekellerin temsilcilerinden Mario Ohoven de sermaye sınıfının gelişmelere ilişkin görüşlerini, “Almanya’da ve dünyadaki yaşanmakta olan krizler dikkate alındığında bizim en son ihtiyaç duyabileceğimiz şey yeni seçimler olabilir. Bu nedenle biz ivedilikle koalisyonun görevine devam etmesi gerektiğini düşünmekteyiz” sözleriyle açıkladı.
Halihazırda seçimlerin ortaya koyduğu tablo, hiçbir burjuva partisinin tek başına iktidara gelebilmesine imkan tanımıyor. Keza klasik kitle partileri olarak bilinen CDU-CSU ve SPD de bugünkü oy oranları üzerinden bir koalisyon için yeterli çoğunluğa sahip olamıyorlar. Bu partilerin kitle tabanını oluşturan milyonlarca emekçinin başka tercihlere yönelmesi ihtimali bile kapitalist tekellerin korkulu rüyası olabiliyor. Dün hizmetindeki düzen partileri eliyle uyutulan, kontrol altında tutulan emekçilerin, kurulu düzen sınırları dışında arayışlara girmeleri, sermayenin mevcut şartlarda kabul edebileceği bir durum değildir.
Burjuva kalemşorların iddialarının aksine, bugün kitlelerin hızla düzen partilerinden kopuşu bu partilerin kötü yöneticileri ile açıklanamaz. Tam tersine bu durum yıllardır azgın bir sömürü ve talan sistemi içerisinde yaşamaya mahkum edilen ve geleceğe olan güvenini yitiren emekçilerin hem bu düzen partilerine hem de onların sistemine karşı duydukları büyük güvensizliğin bir dışavurumudur.
Tarihsel deneyimlerin ışığında bakıldığında görülecektir ki, bu partilerden kopan milyonlarca emekçi, devrimci dalganın güçlü olduğu dönemlerde düzenin çizdiği sınırların dışına çıkarak, devrimci çözümlere yönelmekte ya da aksi durumlarda gerici-faşist partilerin oy potansiyellerine dönüşmektedir. Bugün Avrupa’da hızla güçlenen ırkçı-faşist partiler gerçeği bu temel olgular ışığında anlaşılabilir. Bu tarihsel gerçeğin ortaya koyduğu nesnel durumu anlayarak, buna uygun bir yönelime girmek, başta bu ülkelerin devrimcileri olmak üzere Avrupa’da yaşayan tüm devrimcilerin önemli bir sorumluluğudur.
“İşçi sınıfı ya devrimcidir ya da bir hiçtir” şeklindeki tarihsel önemde saptama, tutulacak yolu göstermektedir. Milyonlarca işçi ve emekçinin burjuva partilere olan umudunu yitirmesi, yeni yönelimlere ve arayışlara girmesi, Avrupa ve dünyanın birçok ülkesinde reel bir olgu olarak yaşanmaktadır. Elbette devrimci program ve ilkeler ile bunların ete kemiğe büründüğü devrimci parti alanındaki zayıflık bir dizi Avrupa ülkesinin en temel sorunu olarak orta yerde durmaktadır. Yine de emekçilerin arayışına yanıt vermek, işçi sınıfını devrimcileştirmek, asıl olarak devrimci partilerin görevidir. Dolayısıyla başta bu ülkelerin devrimcileri olmak üzere devrim iddiasına sahip tüm sol öznelerin önünde, işçi sınıfının devricileştirilmesi gibi tarihsel bir sorumluluk duruyor. Bu sorumluluğun hakkı verilmediği durumda, işçi ve emekçilerin faşizmin kitle tabanı haline gelmesi işten bile değildir.