Beş yılda bir gerçekleşen Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri 23-26 Mayıs 2019 tarihleri arasında gerçekleşecek. 27 üye ülkeden yaklaşık 400 milyonu bulan Birlik vatandaşı seçime katılmaya çağrılıyor. Parlamento seçimlerinde Avrupa Birliği (AB) vatandaşı 18 yaşını doldurmuş herkes üç ay süreyle ikametgahlarının bulunduğu yerlerde oy kullanabilecek. Son seçimlerde (2014) seçmenlerin yüzde 42,6’sı oylarını kullanmış, seçime katılım düşük olmuştu. Bu yılki seçimlere ise seçmen ilgisinin yüksek olacağı ileri sürülüyor.
AB’nin geleceğinde kritik bir önem taşıdığı iddia edilen Avrupa Parlamentosu seçimlerine, çok yönlü sorunların ve toplumsal eşitsizliğin büyüdüğü ve dolayısıyla sınıf ve kitle dinamiklerinin harekete geçtiği koşullarda gidiliyor. Nitekim, AB içerisinde sıkça konuşulan, tartışılan ve gündemde önemli yer tutan konular arasında; yükselen sağ, ekonomik sorunlar, işsizlik, göç ve mültecilik, AB ortak savunma ve ortak ordu fikri, birlik içerisindeki ülkeler arasında var olan eşitsizlik, büyüyen sosyal sorunlar ve sosyal çatışmalar, AB’nin dağılma tehlikesi, internet kontrolü ve sansür gibi birçok sorun yer alıyor.
Avrupa Parlamentosu seçimleri vesilesiyle AB üzerine yürütülen tartışmalarda Avrupa’nın geleceğine ilişkin karamsar tablo öne çıkmaktadır. Tartışmaların ve karamsarlığın gerisinde, iktisadi-mali krizin yaratmış bulunduğu sosyal ve siyasal sonuçların yanı sıra aşırı sağcı-faşist partilerin Avrupa çapındaki yükselişi ve bir blok oluşturma çabası ile bunun Avrupa Birliği süreci üzerinde yaratabileceği etkiler var.
Karamsarlık tablosunu, Avrupa Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker, “Artık birbirimizi sevmiyoruz. Ortak libidomuzu kaybettik” biçiminde özetliyor. El Mundo gazetesi Avrupa’yı kastederek, “Bir uygarlık batıyor” diyor ve “Sarı Yelekliler, Avrupa karşıtları, asiler, neo-faşistler ve milliyetçi-popülistler; tüm bunlar sağduyunun kıtasını yıkmak isteyen birer veba salgını. … Tümleşik bir Avrupa kurmayı başaramazsak, ABD ve Çin karşısında bir uygarlık olarak yok olacak.” cümleleriyle korkusunu dile getiriyor.
Die Presse ise, “Avrupa Birliği, bir partner olarak ABD’yi kaybederken, içinde bulunduğu refah düzeyi ve nispeten korunaksızlığı Çin ve Rusya’nın iştahını kabartıyor. Avrupalıların buna karşı yapacak bir şeyleri var mı?” diye kaygılı sorular soruyor. İtalya Merkez Bankası eski başkanı Salvatore Rossi de Corriere della Sera’daki yazısında, “Avrupalılarda görülen giderek artan memnuniyetsizliğin, kuşkuların ve isyanların sebebi ne?” sorusunu gündeme getiriyor ve kendi sorusunu “Ekonomi, finans ve Avro, yani Avrupalıların cüzdanı artık yeterli gelmiyor. … Bu insanlara, hayatın mali yönünün ötesinde çözüm ihtimalleri de sunulmalı.” biçiminde yanıtlıyor
Bu kısa özeti, parlamento seçimleri vesilesiyle AB’nin akıbetine ilişkin ortak kaygı ve karamsarlığı dile getiren ortak fikirlere işaret etmek için yapmış olduk.
AB, ideallerin kıtası mı?
Avrupa Birliği, emperyalist merkezler tarafından dünya işçi sınıfı ve emekçi kitlelerine “refahın ve demokrasinin, barışın ve özgürlüğün, çağdaşlığın ve uygarlığın” temsilcisi olarak sunulmuş ve ulus-devletlerin aşılmakta olduğunun kanıtı olarak gösterilmişti. Gelinen aşamada bu temelsiz iddiaların çöküşüne tanıklık edilmektedir.
Aşırı sağ ve faşist partiler Avrupa genelinde sürekli bir yükseliş içindedirler. Bunların bir kısmı birçok Avrupa ülkesinde hükümetlerde yer almaktadırlar. Bazı ülkelerde de ikinci parti konumundalar. Hitler faşizmi altında dünya tarihinin en büyük insanlık suçunu işlemiş olan AB’nin omurgası Almanya’da ise, bir kez daha tehdit haline gelmiş bulunuyorlar.
Öte yandan İtalya’da hükümet ortağı olan ırkçı-faşist Liga partisinin lideri Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı Matteo Salvini, Macaristan’da Fidetz, Almanya’da AfD ve Fransa’da LePen’in partisi, Avrupa çapında bir tür “enternasyonal” kurma çabalarını hızlandırmış durumdalar. Bunların öncülüğündeki 11 ülkeden bir dizi ırkçı partinin 8 Nisan’da Milano’da bir araya gelmesi bu çabanın bir sonucudur.
Avrupa’daki aşırı sağ, ırkçı-faşist partiler gerçekleşecek AP seçimlerinde daha fazla koltuk almayı hedeflediklerini ortak bir toplantının ardından yinelemiş oldular. Toplantının öncülüğünü yapan Matteo Salvini seçimlerle birlikte aşırı sağın güçleneceğini ve Avrupa’nın yeniden şekilleneceğini belirtti ve gerçekleşecek seçimlerde ittifaklarının rekor düzeyde koltuk kazanacağından emin olduğunu söyledi. Le Pen ise, “Bu tarihi bir an. Bizler 5 yıl önce yalnızdık ancak şimdi müttefiklerimizle nihayet Avrupa’yı değiştireceğimiz bir pozisyondayız” özgüveniyle konuştu.
Bu partiler, ulusal egemenliği ve ulusal kimliği şiar edinmekte ve ekonomide korumacılığı öne çıkaran politikalar ileri sürmekteler. Söz konusu partilerin başarılı olmaları durumunda, AB politikalarının oluşmasında önemli bir rol oynayacakları iddia ediliyor. Dolayısıyla bu gelişmeler üzerinden AP seçimlerine gidilirken, “Avrupa Birliği’nin bütünlüğü tehlikede mi?” sorusu temel kaygılardan biri durumuna gelmiş görünüyor.
Bu arada AB ülkeleri arasındaki sorunlar da büyüyor. AB ile İtalya, Polonya ve Macaristan’daki milliyetçi hükümetler arasındaki çatışmalar artıyor. İtalya ve Fransa arasındaki gerilim tırmanıyor. Fransa ve Almanya arasındaki sorunlar, Brexit’in geleceğinin tartışıldığı 10 Nisan’daki AB zirvesine taşındı. Merkel, İngiltere’ye uzun bir ek süre verilmesini isterken, Macron bu sürenin kısa tutulmasını savundu. Ardından Merkel’in yerine Hristiyan Demokrat Parti’nin başına geçen Annegret Kramp-Karrenbauer, Macron’un “Avrupa asgari ücreti” önerisine karşı çıktı, Strasbourg’daki Avrupa Parlamentosu’nun da kapatılmasını istedi.
Diğer yandan ise iktisadi mali krizin sonucu olarak gelir dağılımındaki eşitsizlikler, servet sefalet uçurumunun büyümesi, gelecek korkusu vb. sorunlar da gündemdeki tartışmaların temel belirleyicileri arasında. Bunları “kurulu düzene”, liberal demokrasiye, siyasetçilere, parlamentoya vb.ne güvensizlik ve tepki tamamlamaktadır.
Krizin öteki sarsıcı etkileri ise AB ülkeleri arasındaki ayrımları derinleştirmek oldu. Gerek Akdeniz ülkeleri gerekse de Doğu Avrupa ülkeleri ciddi sorunlarla yüz yüze kaldı ve toplumsal sorunlarla sarsıldılar. Bir başka sorun ise “göçmen krizi” üzerinden yaşanıyor. Kapitalist sömürünün ve emperyalist yıkım ve barbarlığın özellikle de son yıllarda Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da tetiklediği büyük göç dalgasının etkileri AB’deki anlaşmazlıkları körüklemeye devam ediyor.
Bu ve benzeri bütün gelişmeler, kapitalizmin demokrasi, refah, özgürlük ve barış ile bağdaşmadığı gerçeğini bir kez daha kanıtlamış bulunuyor.
AB üzerinden pompalanan dayanaktan yoksun, temelsiz ve gerici propaganda bizzat AB ülkelerinde yaşanan gelişmelerle yerle bir olmuş, emekçi kitleler, kapitalist yıkımın çok yönlü acı gerçekleriyle yüz yüze kalmış bulunuyorlar. Bunun böyle olduğunu görüp anlamak için tüm Avrupa ülkelerindeki sosyal yıkım ve kemer sıkma saldırılarına, büyüyen işsizliğe, yoksulluğa, eşitsizliğe, sosyal ve sınıfsal uçuruma, yabancı düşmanlığı üzerinden tırmanan ırkçı-faşist akımların güçlenmesine, birliğin bel kemiğini oluşturan Almanya ve Fransa’nın Ortadoğu, Kafkasya ve Kuzey Afrika gibi bölgelerde yürüttüğü barbarca müdahale ve savaşlara ve elbette ki tüm bunların yol açtığı geniş çaplı sınıf ve kitle hareketlerine bakmak yeterlidir. Eğer AB, iddia edildiği meziyetlere sahip olsaydı, tüm AB ülkelerinin meydan ve sokakları, okulları, fabrika ve işletmeleri neden protestolara, grev, direniş ve isyanlara sahne olsun ki?
Tüm bu olgular bir kez daha göstermektedir ki AB, iddia edilenin aksine kapitalist sömürünün ve emperyalist yayılmacı planların, saldırganlık ve savaşların Avrupa’sından başka bir şey değildir.