Asya-Pasifik’te emperyalist provokasyon

Başını ABD’nin çektiği emperyalist blok, uluslararası kapitalist tekellerin çıkarları uğruna insanlığı ve yeryüzünü büyük bir yıkıma götürecek olan emperyalist bir savaşa doğru hızla sürüklemektedir. Başta nükleer olmak üzere silahlanmaya ayrılan devasa bütçeler savaş tehlikesinin her geçen gün daha da yaklaştığını göstermektedir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 23 Ağustos 2022
  • 19:15

Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasalarına bağlı olarak dünyadaki güç dengeleri sürekli olarak değişim halindedir. Güç ilişkilerindeki bu değişimlere bağlı olarak emperyalist ülkeler arasında, dünyanın yeniden paylaşılması, egemenlik alanlarının genişletilmesi amacıyla çatışmalar derinleşirken, kapitalist sistemin kaçınılmaz ürünlerinden birisi olan emperyalist talan savaşları gündeme gelir. Kapitalizmin tekelci aşaması olan emperyalizm dönemi ile birlikte, artık dünyaya hükmeden kapitalist tekeller arasında rekabet, buna bağlı olarak süreklilik kazanan ve aşılamayan bunalımlar, çatışmaların daha da şiddetlenmesine sebep olmaktadır. Tam da bu gelişmelerin bir sonucu olarak yakın tarihimizde, insanlığı büyük bir yıkım ile karşı karşıya getiren emperyalist dünya savaşlarına tanık olduk. 

Bütün bu gelişmeleri bilimsel sosyalizm teorisinin ışığında yorumlayan işçi sınıfının partisi programında, konuya ilişkin yaptığı değerlendirmeleri ile günümüzdeki gelişmelere ışık tutmaktadır:

“Emperyalist tekeller arasında dünya ölçüsünde süren kıyasıya rekabet, büyük emperyalist devletler arasında pazarlar, hammadde kaynakları, kârlı yatırım alanları ve genel olarak nüfuz alanları uğruna şiddetli mücadele biçimini aldı. Eşitsiz gelişmenin şiddetlendirdiği bu mücadele, görülmemiş boyutlara varan militarizmin ve dünya egemenliği uğruna verilen emperyalist savaşların kaynağı haline geldi.” (TKİP Programı, s. 21)

Emperyalist Avrupa ülkeleri arasında süren kıyasıya rekabet ve sosyalist Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden silinmesi amacıyla başlatılan II. emperyalist dünya savaşı, Sovyet halklarının faşizmi ezmesiyle sonuçlandı. Bu aynı zamanda tek kutuplu emperyalist dünya sisteminin sonunu getirdi. Savaş sonrası kurulan Varşova Paktı ‘90’lı yıllara kadar dünya çapında emperyalist saldırganlığı ve savaşları azami oranda dizginlemeyi başardı. 1949 yılında, tümüyle Sovyetler Birliği, Varşova Paktı ve dünya çapında ivme kazanan sosyal devrimlere karşı, ABD emperyalizminin önderliğinde kurulan savaş örgütü NATO, kurulduğu andan itibaren emperyalist saldırganlık ve savaşların mimarı olarak görev yapmaya başladı. 

1990 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Varşova Paktı’na bağlı ülkelerin emperyalist ülkeler tarafından örgütlenen darbeler yoluyla kapitalist sisteme entegrasyonları tamamlandı. Bu süreç, “savaşların sonu, kapitalizmin ebediliği ve barış” yalanları ile ifade edilen bir kampanyaya dönüştürüldü. Tümüyle bir ütopyadan ibaret olan yalanlar furyası daha mürekkepleri kurumadan sosyal gerçekler tarafından boşa düşürüldü. Artık başını ABD’nin çektiği tek kutuplu emperyalist blok tarihin gördüğü en kapsamlı silahlanma ve bunu takip eden emperyalist talan savaşları yaşamımızın yakıcı bir gerçeğine dönüştüler.

Tek kutuplu dünyanın ilanıyla yaratılmak istenen bu ütopya, Balkanların, Afganistan’ın Irak’ın Libya’nın ve Suriye’nin emperyalistler tarafından işgal edilerek yakılıp-yıkılmasıyla son buldu. Yaşanan bütün bir gelişmeler militarizmin, silahlanmanın ve emperyalist savaşların kapitalizme olan kopmaz bağları gerçeğini açığa çıkarttı. Keza kapitalist sistemi bütünüyle saran krizlerin bu kadar derinleştiği, emperyalistler arasındaki çatışmaların had safhaya çıktığı bir tarihsel dönemde, dünyanın emperyalistler arasında yeniden paylaşılması için çatışan tarafların ancak kendi savaş güçleri ölçüsünde söz ve pay sahibi olacaklarını çok iyi bilinmektedirler. 

Bugün gözümüzün önünde cereyan eden bu gerçekler, yıllar öncesinden işçi sınıfının partisi tarafından çok açık bir yalınlıkla dile getirilmişti:

“Kapitalizmin sürmekte olan uluslararasılaşma süreci, derin çelişkiler, çarpıklıklar ve çözümsüzlüklerle birarada gitmektedir. Emperyalist küreselleşme, sınıflar, ülkeler ve bölgeler arası derin eşitsizlikleri keskinleştirmekte, yıkıcı ve felaketli sonuçlara yolaçmaktadır. Emperyalizmin yeryüzü üzerindeki köleci egemenliğini yeni ilişki biçimleri ve kurumlarla pekiştirme sürecine, emperyalistler arası bloklaşmalar, keskinleşen çelişkiler ve kıyasıya rekabet eşlik etmektedir.” (TKİP Programı, s. 24-25)

1990 yılında ABD emperyalizminin hegemonyası altında ilan edilen tek kutuplu dünya, Rusya ve Çin tarafından hiçbir zaman kabul edilmedi. Çünkü, tek kutuplu dünyanın egemenleri olan emperyalist blok başından itibaren Rusya’yı, “demokratik dünya sistemine” karşı “stratejik düşman” ilan ettiler. Bu amaçla NATO denilen savaş aygıtı kullanılarak yıllardır Rusya ağır bir kuşatmaya tabi tutuldu. Öte yandan, 1978 yılından beri “sosyalist piyasa ekonomisi” açılımları adı altında dünya kapitalist sistemine entegre olmaya başlayan ve bugün dünyanın en büyük ekonomik güçlerinden birisine dönüşen kapitalist Çin, “stratejik rakip” ilan edildi. Tek kutuplu dünya sistemine karşı direnen ve bu nedenle “stratejik düşman-rakip” ilan edilen Rusya ve Çin’e karşı emperyalist blok tarafından sürdürülen saldırganlık tam da bu gerçekliğe dayanmaktadır. Rusya yıllardır ABD’li uzmanlar tarafından hazırlığı yapılan Ukrayna savaş bataklığına çekildi. Emperyalist blok tarafından her anlamda desteklenen bu savaş yoluyla Rusya askeri olarak yıpratılırken akıl almaz boyutlardaki ekonomik yaptırımlar ile Rus ekonomisi çökertilmek istendi. 

Emperyalist blok tarafından yıllardır hazırlıkları yapılan bu saldırgan politikaların ilk adımı Ukrayna üzerinden Rusya’ya karşı uygulamaya konulurken, şimdi de Tayvan ve adalar zinciri kullanılarak Çin’e karşı uygulanmak istenmektedir. 

ABD emperyalizminin Asya-Pasifik stratejisi ve Çin’in kuşatılması

ABD emperyalizminin Çin’e karşı saldırgan politikaları çok eskilere dayanmaktadır. Bu amaçları doğrultusunda, ABD yıllardır Asya-Pasifik bölgesindeki ittifak ülkelerini kullanarak Çin’i askeri olarak kuşatmaktadır. 1949 yılında Çin Komünist Partisi’nin önderliğinde başarıya ulaşan devrim ile kurulan Çin Halk Cumhuriyeti, ABD tarafından Sovyetler Birliği’nin ardından iki numaralı düşman ilan edildi. 1970 yılında Çin ile Sovyetler Birliği arasında yaşanan sorunların bir sonucu olarak, ABD, Sovyetler Birliği’ne karşı ittifak oluşturmak için Çin ile ilişkilerini düzeltme çabalarını yoğunlaştırdı. 1990’lı yıllara kadar istikrarlı olarak devam eden bu süreç, Çin’in 1978 tarihinden başlayan ve durdurulamayan ekonomik büyümesi onu tekrar ABD’nin hedefi haline getirdi.

1992 yılında ortaya çıkan ve o zamanki ABD Savunma Bakanı Dick Cheney tarafından kaleme alınan “Savunma Planlama Kılavuzu” başlığı taşıyan belgede, Asya’da hızla etki alanlarını geliştiren Çin’e dikkat çekilerek alınması gereken tedbirler sıralanmaktadır. Alınacak tedbirlerin başında ise ABD’nin bölgedeki askeri üstlerinin genişletilmesi ve bu yolla Çin’in kuşatılması gelmektedir. O andan itibaren, bu strateji hem Clinton yönetimi (1993-2001) hem de George W. Bush (2001-2009) yönetimi tarafından, üstü kapalı da olsa uygulanageldi. Yıllardır sürdürülen bu uygulamalar 2002 tarihli “Ulusal Güvenlik Stratejisi” belgesi ile yazılı hale getirildi. Belgeye göre, büyük güçler arasındaki gelişen rekabetinin olası yenilenmiş kalıplarına karşı tetikteyiz denilerek “Çin, Asya-Pasifik bölgesindeki komşularını tehdit edebilecek gelişmiş askeri yetenekler arayışındadır, özenle ve dikkatle takip edilmelidir” denilerek, ABD’nin Asya-Pasifik stratejisinin temelleri atıldı.

Barack Obama döneminde ise Çin’e karşı ABD’nin saldırgan politikaları daha da yoğunlaştı.

Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Kasım 2011 tarihli “Dış Politika” başlıklı makalesi ile “Amerika’nın Pasifik Yüzyılını” ilan etti. Böylece, Obama'nın bir yıl sonra başlatacağı PİVOT projesi ile askeri odağın Çin'e yönelmesi adımları atıldı. Bugüne kadarki stratejik adımların tamamı 2012 yılında “Küresel Liderlik ve 21. Yüzyıl Savunması” başlığı altındaki bir resmi belge haline getirildi. Belgede ilk olarak, Irak ve Afganistan'daki savaşlardaki büyük ölçekli işgal operasyonlarına yerine özel kuvvetlerin güçlendirilmesine odaklanıldı. İkinci olarak, özellikle gelecekteki en önemli rakip olarak Çin'in yükselişini hesaba katarak Irak ve Afganistan’dan çekilecek olan bu güçlerin Doğu Asya'ya kaydırılması kararı alındı. 

Trump döneminde ise Çin’e yönelik saldırganlık daha üst boyutlara taşındı. Aralık 2017'deki yayınlanan “Ulusal Güvenlik Stratejisi” belgesinde “Çin ve Rusya Amerika'nın gücüne, etkisine ve çıkarlarına meydan okuyor, Amerika'nın güvenliğini ve refahını baltalamaya çalışıyor. Görevimiz ABD'nin askeri üstünlüğünün devam etmesini sağlamaktır.” 17 Ocak 2018'deki “Ulusal Savunma Stratejisi” belgesinde ise şunlar söylenmektedir:

“Çin kısa vadeli bölgesel hakimiyet elde etmeyi ve uzun vadeli küresel hakimiyet elde etmek için ABD’nin Hint-Pasifik'te yerinden edilmesini amaçlayan askeri modernizasyon programına devam ediyor. Buna karşı alınan tedbirler daha da genişletilmelidir.”

Jeo Biden'ın seçilmesinin ardından Çin ile olan gerilimin azalacağını bekleyenler tam bir hayal kırıklığına uğradılar. Şubat 2021’de Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşmasında Biden, “Çin ile uzun vadeli bir stratejik çatışmaya hazırlanmalıyız” diyerek, ABD’nin saldırgan Asya-Pasifik politikalarına kesintisiz olarak devam edileceğini ilan etti. Keza, Biden’ın Savunma Bakanı Lloyd Austin, Mart 2021'de silahlı kuvvetlere verdiği ilk talimatta şunları söylemiştir: “Savunma Bakanlığı birincil itici güç olarak Çin'e odaklanacak, yaratıcı yaklaşımlar, yetenekler geliştirecek, caydırıcılığı güçlendirerek dengeleri lehimize çevirmeyi asıl hedef haline getirecektir. 

Çin’in dünya ticareti asıl olarak yüzde 80 oranında denizler üzerinden yapılmaktadır. Bu gerçeği bilen ABD, Batı Pasifik ve Güney Çin Denizleri’nde deniz üstünlüğüne odaklanarak donanma güçlerinin yüzde 60’nı bölgeye kaydırmış bulunmaktadır. Son olarak 14 Ocak 2021’de yayınlanan “Asya-Pasifik Strateji Belgeleri”nde ise, Çin’in bölgede nasıl kuşatılacağı ve ticari yolların nasıl kesileceği konusunda detaylandırılmış açıklamalar yapılmıştır. Belgeye göre, şunlar ifade edilmiştir:

“Stratejik güçler olan ABD ve Çin arasında Hint-Pasifikteki yaşanılan gelişmelere bağlı olarak, ABD’nin bölgedeki hakimiyetinin kalıcılaştırması dünya çapındaki dengeleri belirleyecektir. Bunun için Çin’in birinci adalar zinciri üzerindeki hakimiyetinin sınırlandırılması gerekmektedir. Tayvan burada belirleyici bir rol oynamaktadır. Zaten ABD’nin birinci adalar zinciri dışındaki bölgeler üzerinde hakimiyeti tümüyle sağlamıştır.” 

Bölgede büyük bir askeri yığınak yapan ABD emperyalizminin silahlı güçlerinin sayısının 300 binin üzerinde olduğu bildirilmektedir. ABD’nin Hint-Pasifik Komutanlığı’nın verilerine göre, hava kuvvetleri 46 bin personel 420 savaş uçağı, deniz kuvvetleri, 130 bin personel 200 savaş gemisi, kara kuvvetleri 100 binin üzerinde asker bölgede konumlanmış bulunmaktadır. ABD’nin Japonya’daki üstlerinde 54 bin askeri bulunmaktadır ve yıllık gideri 8,5 milyar doların üzerindedir. Yine, Güney Kore’deki üstlerinde 26 bin asker bulunmaktadır. Bütün bu operasyonların yürütüldüğü Hint-Pasifik Komutanlığı (INDOPACOM) merkezi ise Guam Adası’ndadır ve burada 6 bin asker bulunmaktadır. 

CIA ile iyi bağlantılı çalışan özel istihbarat servisi Strategic Forecast'in uzun süredir başkanı olan George Friedman’ın 2021 yılında yaptığı açıklamalar, ABD’nin bölgedeki planlarını ortaya koyması bakımından önemlidir:

“Askerî açıdan Çin zor durumdadır. Ticaret yapan bir ülkedir ve bu ticari faaliyetleri için dünya okyanuslarına erişimi gereklidir. Önemli limanları doğu kıyısındadır. Çin’in başlıca korkusu, ABD'nin bu limanları tıkayarak ithalat ve ihracatı imkânsız hale getirmesi ve ekonomiye ciddi zarar vermesidir. Amerika Birleşik Devletleri bu limanları kesecek hava ve deniz gücüne sahip ve büyük bir koalisyon tarafından destekleniyor. Çin kaybedebileceği büyük bir savaşa girmek niyetinde değil. Ama ABD, Çin'in en azından kısmen katıldığı bir silahlanma yarışını tetikledi ve bu da bölgesel çatışma dinamiklerini besliyor. Böylece zaten yüksek olan tırmanma potansiyelini daha da artırıyor.”

Bu açıklamalar bölgedeki gelişmelerin arka planını yeterince ortaya koymaktadır. 

Yıllardır, ABD ve Çin’in silahlanmaya ayırdıkları bütçe inanılmaz boyutlarda artmış bulunmaktadır.  Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) verilerine göre, ABD 2000 yılında 331 milyar dolar olan askeri harcamaları 2021 yılında 801 milyara yükselterek yüzde 200’den daha fazla artmıştır. Çin ise 2000 yılında 22 milyar dolar olan askeri harcamaları 2021 yılında on kattan fazla artarak 252 milyar dolara yükselmiştir. Nükleer silahlara sahip olan bu iki gücün arasındaki olası bir çatışma riski ABD emperyalizminin Asya-Pasifik’teki provokatif girişimleri ile hızla büyümektedir. ABD bölgedeki diğer emperyalist güçler ile birlikte Asya NATO’su olarak da nitelendirilen (ABD, Avustralya, Hindistan ve Japonya) dörtlüsü tarafından kurulan QUAD ve son olarak (ABD, Avusturalya ve İngiltere) üçlüsünün kurduğu AUKUS gibi askeri işbirliği örgütleri aracılığı ile Çin’i kuşatmaya devam etmektedir. 

Ayrıca, ABD Senato üyelerinin son bir ay içinde ardı ardına yaptıkları Tayvan ziyaretleri ve buna karşı Çin’nin verdiği sert tepkiler bölgede sorunların daha da derinleşeceğini göstermektedir. ABD’nin Çin’e yönelik yıllardır süren kuşatma politikaları emperyalist blok tarafından tam olarak desteklenmektedir. Başta Asya’nın eski sömürgecilerinden olan Fransa’nın 2019 yılında yayınlanan “Hint-Pasifik'te Fransa ve Güvenlik”, İngiltere’nin 2021 yılında yayınladığı “Rekabet Çağında Küresel Britanya”, Almanya’nın 2020 yılında yayınladığı “Hint-Pasifik Üzerine Yönergeler” ve son olarak 2021 yılında Avrupa Birliği (AB) tarafından yayınlanan “Hint-Pasifik bölgesinde işbirliği için AB stratejisi” belgelerinde emperyalistlerin Hint-Pasifik bölgesine yönelik saldırgan, işgalci politikalarını görmek mümkündür.

Başını ABD’nin çektiği emperyalist blok, uluslararası kapitalist tekellerin çıkarları uğruna insanlığı ve yeryüzünü büyük bir yıkıma götürecek olan emperyalist bir savaşa doğru hızla sürüklemektedir. Başta nükleer olmak üzere silahlanmaya ayrılan devasa bütçeler savaş tehlikesinin her geçen gün daha da yaklaştığını göstermektedir. Kapitalist barbarlık ancak sosyal devrimler ile durdurulabilir. Bugün “Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş ya sosyalizm!” ikilemi bütün güncelliği ile önümüzde durmaktadır.