Asya-Pasifik Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCEP) ticaret anlaşması 1 Ocak 2022’de yürürlüğe girdi. Anlaşmaya Çin, Japonya, Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda ve Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN) üyesi on ülke (Brunei, Kamboçya, Endonezya, Laos, Malezya, Myanmar, Filipinler, Singapur, Tayland, Vietnam) dahil oldu. RCEP’yi oluşturan 15 devlet, dünyadaki üretimin yaklaşık üçte birini gerçekleştiriyor. 2,2 milyar nüfusu olan bu ülkelerin küresel ticaretteki payları da üçte bir oranına yakındır. 450 milyonluk nüfuslu AB’nin, küresel ekonomik çıktının yalnızca yüzde 18’ine sahip olduğu dikkate alınırsa RCEP’in dünya kapitalist sistemindeki ağırlığı daha iyi anlaşılır.
2012 yılında Çin, Japonya, Güney Kore, Avustralya, Yeni Zelanda, Hindistan ve ASEAN üyeleri arasında müzakereleri başlatılan RCEP anlaşmasına göre, önümüzdeki 20 yıl içinde üye ülkeler arasındaki gümrük tarifeleri, yüzde 90 azaltılarak Asya içi ticaret teşvik edilecek.
Dış ticarette daha önce -özellikle Güneydoğu Asya’da- Avrupa ve ABD emperyalizminin ağırlığı bulunuyordu. Bazı gözlemciler RCEP’i, “Asya yüzyılı”nın çekirdeği olarak değerlendiriyor. Bölge halkları ve işçi sınıfının tarihi mücadele deneyimlerini ve birikimini dikkate almayan gözlemcilerin bu öngörüsü gerçekleşir mi bilinmez. Ancak bu bölgede olayların seyrini sınıflar mücadelesinin dinamikleri ile emperyalist güçler ve bölge devletleri arasındaki gerilimler/çatışmalar belirleyecektir.
2012 yılında başlayan müzakereler, bölge devletlerinin farklı ticari öncelikleri nedeniyle sürekli ertelendi. Geçen yıl yapılan “ASEAN+3” zirvesinde ise, Çin’in ucuz fiyatlarla pazarına girmesi nedeniyle rekabet gücünü yitirme endişesine kapılan Hindistan, RCEP anlaşmasından çekilmişti. Bu gelişme bölge devletleri arasındaki çıkar çatışmalarının tezahürlerinden biriydi.
RCEP anlaşmasının AB ile ABD ekonomileri için somut sonuçlar yaratması bekleniyor. BM ticaret örgütü UNCTAD, ABD ile AB’ için sırasıyla 5,1 milyar ve 8,3 milyar ABD Doları tutarında ihracat kaybı yaşanacağını öngörüyor.
Alman Ticaret ve Sanayi Odası (DIHK), RCEP anlaşmasından doğabilecek kayıplar konusunda Alman kapitalist tekellerini uyarırken, Birliğin dış ticaret başkanı Volker Treier ise, 28 Aralık’ta Rheinische Post’a verdiği demeçte, Berlin ve AB’nin Asya’da “bağlantıyı kaybetmemek” için önlemler alması gerektiğini söyledi. RCEP’e karşı AB’nin güçlerini birleştirmesinin önemine vurgu yapan Volker Treier, bunun başarılması durumunda AB’nin bölge ülkeleriyle daha fazla ticaret anlaşması imzalayabileceğini, aksi takdirde geride kalabileceklerini ifade etti.
Benzer kaygıları dile getiren Köln merkezli Alman Ekonomisi Enstitüsü’nden Jürgen Matthes, 21 Aralık günü yaptığı açıklamada “RCEP’ten yararlanmak için Alman şirketlerinin bölgedeki konumlarını ve tedarik zincirlerini genişletmelerinin” önemine dikkat çekerek, bunun yapılamaması durumunda Alman şirketlerinin konumlarının zayıflayacağı konusunda uyardı.
Almanya’nın en büyük tekellerinden Siemens’in patronu ve Alman İş Dünyası Asya-Pasifik Komitesi başkanı olan Roland Busch ise 31 Aralık’ta Süddeutsche Zeitung’a yaptığı açıklamada, Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un “Çin karşıtlığında ölçüyü kaçırmasından duydukları rahatsızlığı” dile getirmişti. “Çin ile açık bir çatışmaya girilmemesi” konusunda uyarıda bulunan Siemens patronu, “saygılı ilişkiler” vurgusu yaparak, “Çin haklı olarak kendine çok güvenen bir ülke. 20 yılda bir milyar insanı yoksulluktan kurtardı ve gerçek bir orta sınıf kurdu” ifadeleriyle Çin’le ilişkilerin önemine vurgu yaptı. Çin’le çatışmanın doğuracağı sonuçların Alman ekonomisi için ağır olacağını belirten Busch, “İhracat yasakları çıkarsa, bunlar artık Çin’den güneş pili alamayacağımız anlamına gelebilir. O zaman enerji geçişi bu noktada sona erecektir” diyerek Çin ve bölge pazarlarının Alman tekelleri için yaşamsal bir önem taşıdığının altını çizmişti.
RCEP anlaşması kapitalist tekellerin iştahını kabartıyor ve şimdiden büyük rekabet savaşlarının odağına yerleşmeye aday görünüyor. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu ise, RCEP anlaşmasının işçi hakları ile çevre standartlarını hesaba katmadığını öne sürerek bunun yaratacağı olası sonuçlar nedeniyle anlaşmayı eleştiriyor. Filipinler’in küçük çiftçileri, küçük ve orta boy işletmeleri de gümrük tarifelerinin kaldırılması durumunda büyük finans kapitale ve büyük tarım şirketlerinin yanında ayakta kalamayacaklarına dair korkularını dile getirmeye başladılar.
Uluslararasılaşan kapitalist üretim, önünde engele dönüşen geçmişin “ulusal çitleri” ve gümrükleriyle açık bir çatışmaya girdi. Büyük tekellerin yoğunlaşan sermayelerinin ve devasa boyutta ürettikleri metalarının serbestçe dolaşımı önündeki engeller tasfiye edilmeliydi. RCEP, AB ve benzeri birlikler, büyük tekellerin bu ihtiyaçlarının araçları olarak kuruldu. Uluslararasılaşan kapitalizmin ortaya çıkardığı bu birlikler, kapitalist tekellerin ihtiyaç duyduğu ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarına ulaşmalarının önündeki engelleri bertaraf ederek sermaye ve metaların daha özgürce dolaşımını güvence altına alıyor. Kapitalist tekeller, kârlarını daha da arttırmak uğruna bu ortaklıklara imza atarken, attıkları adımların faturasını bu ülkelerdeki işçi sınıfına ve ezilen-sömürülen diğer emekçi kesimlere çıkartıyor. Servet-sefalet kutuplaşması, eşitsizlikler derinleşiyor, sömürü ağırlaşıyor, sefalet yaygınlaşıyor. Kendi aralarındaki kapitalist rekabetle bizzat kendilerinin büyüttüğü bu sorunlar üzerinden kardeş emekçi halkları hedef gösteren kapitalist tekeller, işçi-emekçileri de birbirine düşman ediyor.
Kapitalist tekeller nasıl ki RCEP anlaşmasıyla daha fazla işçi-emekçiyi sömürerek çıkarlarını korumak, kârlarını katlamak, sermayelerini büyütmek için harekete geçiyorlarsa, işçi-emekçiler de sermayeden bağımsız siyasal örgütleriyle kendi sınıfsal talepleri uğruna uluslararası birliklerini güçlendirmek için hazırlık yapmalıdır.
Küresel boyutta gerçekleşen üretimi kapitalist özel mülkiyet ve sömürü zincirlerinden azadedip üretim araçlarını insanlığın hizmetinde insan yaşamını kolaylaştırmanın araçları haline getirmek ancak sınıf mücadelesini büyütmekle olabilir. Bu küresel sömürüye son vermenin yolu, sermayenin siyasal iktidarını ve tüm aygıtlarını tarihin çöplüğüne göndermekten geçiyor. Bunun için de devrimci partiler önderliğinde mücadeleyi yükseltmekten başka bir seçenek bulunmuyor.