Kapitalist sistemin ürettiği kriz, pandemi ve emperyalist savaşlar nedeniyle servet-sefalet kutuplaşması hızla derinleşiyor. Son yıllarda sermaye devletleri eliyle akıl almaz boyutlara varan bütçelerle desteklenen kapitalist tekeller, zenginliklerine zenginlik katarken emek cephesi ise korkunç boyutlara varan sefalete mahkum ediliyor. Kapitalist tekellere peşkeş çekilen trilyonlar emekçilerden kesilen vergilerle finanse edilen sosyal kasaların boşaltılması ve sermaye devletleri tarafından akıl almaz boyutlardaki borçlanmalar yoluyla karşılanıyor.
Yıllardır yapılan sıfır sözleşmeler yoluyla işçi ve emekçilerin yüzde 30’lara varan ücret kayıpları, işsizlik, ayrıca Ukrayna’daki emperyalist savaşa bağlı olarak son elli yılın en yüksek enflasyonu ve fahiş boyutlara ulaşan hayat pahalılığı, emekçiler cephesinde öfke biriktiriyor. DPWV (Deutsche Paritätischer Wohfahrtverbands) isimli sosyal kurumunun 2022 yılında yayınladığı Almanya’da yoksulluk raporu, emek cephesindeki yoksullaşmayı bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır. Bu raporuna göre, Almanya’da son iki yıl içinde yoksulluk oranı yüzde16,6’ya yükselerek (13,8 milyon) insanın sefalet içerisinde yaşadığını belgelemektedir. Bazı eyaletlerdeki yoksulluk oranları Almanya ortalaması göre yüzdelik olarak çok daha yüksektir. Bremen 28, Berlin 19,6, Sachsen-Anhalt 19,5, Thüringen 18,9, (NRW 18,7), Hessen 18,3…
Özellikle bu rapordaki verilere göre, çocuk ve gençlerde yüzde 20,8, emeklilerde yüzde 17,9, göçmen kökenlilerde yüzde 35,3 oranlarına ulaşan yoksullaşma dikkat çekicidir. Raporda önemli bir diğer tespit ise tam gün çalışıyor olmasına rağmen aldığı ücret ile yoksulluk içinde yaşayanların oranının yüzde 8,8’e yükselmesidir. Çalışarak yoksulluk içinde yaşamanın en önemli nedenleri arasında, son iki yıldır ortalama 6 milyon emekçinin kısa süreli çalışma uygulamaları nedeniyle ücretlerindeki büyük kayıplar gelmektedir. Bir başka neden ise, pandemi gerekçe gösterilerek özellikle havaalanlarında, turizm ve gastronomi sektöründe yüz binlerce emekçinin işten çıkartılması sonucu oluşan işsizliktir. Ayrıca, yıllardır TİS dönemlerinde sermayenin dayattığı ve sendika bürokratlarının da “kriz dönemlerinde toplumsal sorumluluk” adına imzaladığı sıfır sözleşmeler sonucu oluşan ücret kayıplarıdır. Emekçiler hızla yoksullaşırken aynı dönemde kapitalist tekeller daha da zenginleşmektedir. Alman Sendikalar Birliği (DGB) şefi Yasmin Fahimi tarafından Alman Bild gazetesine yapılan açıklamada, “Alman tekellerinin sadece bu yıl içerisinde gelirlerini 70 milyar arttırdığı” gerçeğini dile getirmesi bunu teyit etmektedir.
İşçi sınıfı sermayenin saldırılarına karşı direniyor
Bütün bu gelişmelerin ortaya koyduğu toplumsal yoksullaşma ve her geçen gün daha da ağırlaşan çalışma koşulları emek cephesindeki öfkeyi büyütmektedir. Kapitalist düzenin çok yönlü krizlerinin neden olduğu işsizliğe, sefalete ve sosyal yıkım saldırılarına karşı, işçi ve emekçiler dünyanın her tarafında grevlerle, direnişlerle cevap vermektedir. Özellikle işçi sınıfı cephesinde ortaya çıkan toplumsal öfke sermaye sınıfının korkulu rüyası haline gelmiş bulunmaktadır. Öyle ki artık grev ve direnişler dünün “sosyal refah ülkeleri” sayılan Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya gibi kapitalist ülkeleri sarmış ve direnişlere katılan emekçiler yüz binlerle ifade edilmektedir. Sadece Almanya’da son üç aydır grevlere 1 milyona yakın işçi ve emekçinin katıldığı bildirilmektedir.
Almanya’da özellikle hizmet ve metal sektörlerini saran bu direnişler kitleselliği ve militan karakterleriyle dikkat çekmektedir. NRW eyaletinin altı büyük kentindeki üniversite hastanelerinde ver.di Sendikası’nda örgütlü 20 bine yakın çalışanın grevleri mahkeme kararlarıyla yasaklanmak istenmiştir. Tüm bu yasakları püskürten emekçilerin direnişleri kitleselliği ve militan karakterine rağmen 11. haftasında sendika bürokratları tarafından TİS masalarında satılmıştır. Yine aynı sendika çatısı altında örgütlü olan liman işçilerinin iki günlük uyarı grevi tekellerin talimatları ile burjuva mahkemeleri tarafından yasaklanmış ve bu kararı tanımayan Hamburglu liman işçilerine polis alçakça saldırmıştır.
Her iki direnişe yönelik sermaye sınıfının saldırıları temel ve çok önemli bir gerçeği açığa çıkartmaktadır. Bu saldırlar, kapitalist tekellerin hizmetindeki sermaye devletinin ve sendika bürokratlarının sınıf hareketinden duyduğu korkuyu ortaya koymaktadır. Sermayenin mahkemeleri ve polisi devreye sokarak başlattığı bu saldırıları tekil olaylar olarak görmek sınıflar mücadelesinin diyalektiğini anlamamak demektir. Ne yazık ki, bugün Almanya’da sol adına hareket eden partilerin bu gelişmeler karşısında verdiği tepkiler tam da bunu göstermektedir. Sermaye sınıfı ve devleti ilk elden satın aldıkları sendika bürokratları eliyle sınıf hareketini işlevsiz hale getirmeye çalışmaktadır. Bunun yetmediği koşullarda burjuva demokrasisini kırıntılarını bile ortadan kaldırarak, kendi burjuva yasalarını açıkça çiğneyerek grev ve direnişleri yasaklama yoluna başvurmaktadır.
Kapitalist tekellerin bugün sendikaların kontrolünde ve yasal sınırlar içinde kalan direnişlere karşı bu tahammülsüzlüğü, aynı zamanda geleceğin militan, düzen sınırlarını aşan devrimci bir sınıf hareketine karşı ne kadar vahşice saldırabileceğini ortaya koymaktadır. Norveç’te enerji işçilerinin grevlerinin anında yasaklanması, İtalya’da SI Sendikası’nın yöneticilerinin gözaltına alınarak ev hapsine kapatılmaları, Alman sermaye örgütü BDİ’nin şefinin olağanüstü hal ilan edilerek grevlerin yasaklanması çağrısı, bütün bunlar sermaye sınıfının neler yapabileceğini göstermektedir. Sorunu bu bakış açısıyla kavramayanların, hazırlıklarını bugünden buna göre yapmayanların geleceğin sert sınıf çatışmalarında belirleyici bir rolü olamaz. Keza Almanya’daki sınıflar mücadelesi tarihi bunun örnekleri ile doludur.
Kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak ve üretimden gelen gücüyle işçi sınıfı özel mülkiyet sistemini ortadan kaldırabilecek biricik devrimci sınıftır. Bugün işçi sınıfı kendisini kuşatan bütün engellere rağmen dünyanın her tarafında, toplumsal mücadelenin önderliğini yapan en temel, en belirleyici güçtür. Bu durum ne dönemsel bir olgu ne de geçicidir. Çünkü işçi sınıfı devrimin öznesi ve önderidir. Kapitalist toplumda başka hiçbir sınıf bu yeteneğe sahip değildir.
Orta yerde duran bütün bu gerçekler işçi sınıfına yönelik devrimci bir çalışmanın ne kadar güncel ve önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Keza, sınıf devrimcilerine yön veren devrimci program ancak işçi sınıfı içinde maddi güçlerini bulabilir. Tam da bu nedenlerden dolayı sınıf devrimcilerinin asli ve vazgeçilmez görevi sınıf içinde inat ve ısrarla çalışma yürütmek olmalıdır. Yurtdışında yaşayan sınıf devrimcileri olarak devrimci bir bakış açısının yanı sıra anlamlı deneyimlere de sahibiz. Bu konuda en yakın örnek Frankfurt havaalanında sınıf devrimcilerinin önderliğinde gerçekleştirilen eylemdir.
İşçi sınıfı kendisini kuşatan bütün engellere rağmen dünyanın her yanında sermayenin saldırılarına karşı toplumsal hareketlerin merkezinde bulunmakta ve ona yön vermektedir. Bugün baskı, sömürü, işsizlik, açlık, sefalet sosyal yıkım saldırıları ve emperyalist savaşlarla dünyayı cehenneme çeviren kapitalist özel mülkiyet düzenine son vermek istiyorsak, yüzümüzü mutlak bir biçimde işçi sınıfına dönmek zorundayız. Bu, her tarafta olduğu gibi biz yurtdışında yaşayan sınıf devrimcilerinin de asli görevidir.