Rejim krizinde yeni evre… 24 Haziran seçimleri ve sonrası

Bir rejime karşı tutarlı mücadele, bu rejimin dayanağı olan sınıfın egemenliğine karşı mücadeleyi de kapsamak zorundadır. Böyle bir mücadele ise, doğası gereği “sınıfa karşı sınıf” eksenli olacaktır.

  • Haber
  • |
  • Güncel
  • |
  • 01 Haziran 2018
  • 11:46

Türkiye burjuvazisinin siyasal temsilcileri arasında cereyan eden rejim krizi, 1990’lı yılların ikinci yarısında belirginleşmişti. “Postmodern darbe” diye tabir edilen 28 Şubat sürecinde aleni bir hale gelen bu krizden, emperyalist ve siyonist güçlerin desteğini alan dinci gericilik galip çıktı.

Odağı AKP olan sermayenin bu en gerici, en bağnaz temsilcisi, 2000’li yıllarda burjuvazinin “modern” kanadı TÜSİAD tarafından da desteklendi. İdeolojik planda liberaller ile “akıl tutulması” illetine kapılan bazı sol çevreleri de kuyruğuna takan dinci akım, peyderpey iktidarı ve devlet kurumlarını ele geçirdi.

AKP-Fethullah Gülen Cemaati koalisyonunun iktidarı ele geçirmesi rejim krizini çözemedi. Tersine, her ikisi de dinci gerici olan tarafların paylaşım kavgasına tutuşmaları, rejim krizini daha da derinleştirdi. 11 yıl süren “balayı”nın ardından şiddetli bir çatışmaya giren dinci gericiliğin iki kanadı arasındaki hesaplaşma, 15 Temmuz askeri darbe girişimiyle doruğa çıktı.

Darbe girişiminden “Allah’ın lütfu”na

Paylaşımdan istediği payı alamayan Fethullahçı çete, askeri darbe girişimiyle iktidarı ele geçirmeye teşebbüs etti. Bu çetenin başarısızlığı, AKP çetesinin kendi darbesini gerçekleştirmesine zemin hazırladı. Nitekim T. Erdoğan, başarısız darbe girişimini “Allah’ın lütfu” diye niteledi. Bu “lütfu” pervasızca istismar eden AKP, devlet kurumlarına yerleştirdiği Fethullahçı çete mensuplarını tasfiye edip kendi yandaşlarını yerleştirdi. Bu arada bazı bakanlıklar AKP destekçisi tarikatlar arasında parsellendi…

Devlet kurumlarını ele geçirmekle yetinmeyen din bezirganları peşi sıra ilerici, devrimci, muhalif eğitimci, akademisyen, gazeteci, yazar, sanatçı avına çıktı. Kürt hareketine de azgınca saldıran saray çetesi, faşist tek adam rejimi için son adımları atmak için harekete geçti. Bu sırada faşist parti ile koalisyon kuran AKP’nin dalkavukları arasına Doğu Perinçek’in Vatan Partisi de katıldı. 

İcraatlarında hiçbir yasa, kural ya da kaide tanımayan T. Erdoğan AKP’si, tek adam rejimine “hukuksal kılıf” uydurabilmek için 16 Nisan referandumunu gündeme getirdi. Devlet kurumlarının, tetikçi beslemelerden oluşan medya ordusunun, “yandaş sermaye”nin, faşist partinin desteğine yaslanan AKP, referandumu kazanarak, büyük burjuvazi ile emperyalistlere “bizden daha iyi uşak bulamazsınız” mesajını vermeyi, buna dayanarak da iktidarını kalıcılaştırmayı hesaplıyordu. Ancak referandum hezimeti bu hesapları yerle-yeksan etti…

Arsız oy hırsızları ve “uslu muhalefet”

Saray çetesi, 7 Haziran 2015 seçimlerinde ciddi bir hezimete uğramış, ancak geçerli burjuva yasalarını ayaklar altına alarak hükümet kurulmasını engellemişti. Kürt halkına karşı kirli savaşı tırmandırarak 1 Kasım seçimlerini kazansa da, toplumsal meşruiyetinin daha da zedelenmesini önleyemediği görüldü. Çünkü o “kanlı seçim zaferi”, AKP’nin faşist zorbalığını tüm iğrençliği ile gözler önüne sermişti. 1 Kasım’ın ardından gelen 16 Nisan referandum hezimeti, toplumun yarısından fazlasının AKP-MHP ittifakına karşı olduğunu ispatladı. 

Toplumun yarıdan fazlası tek adam rejimine onay vermeyince, saray çetesi geçersiz oyları hanesine yazarak halkın iradesini ayaklar altına aldı. “Atı alan Üsküdar’ı geçti” diye açıklama yapan T. Erdoğan, dünyaya “oyları çaldık ve kazandık” mesajını verdi. Bu küstahlık, toplumun muhalif kesimlerinde büyük bir öfke yarattı. Kitleler eyleme geçmeye hazırdı. Nitekim birçok yerde fiili eylemler de yapıldı. Ancak CHP liderliğinin pasif tutumu, saray çetesi için bulunmaz bir nimet oldu.

Halen Fethullahçı çete denetiminde olduğu söylenen Yüksek Seçim Kurulu (YSK) eliyle yapılan usulsüzlükle referandumun sonucu tersine çevrildi. Hem de aleni bir şekilde... Saray çetesinin bu pervasızlığı ancak kitlelerin militan mücadelesiyle engellenebilirdi. Oysa CHP liderliği eylem yapmak bir yana, öfkeli kitleleri “provokasyon tehdidi” olduğu gerekçesiyle evlerine gönderdi. Böylece şaibeli referandumu dinci-faşist koalisyon “kazanmış” oldu. Yine de referandumun hileyle kazanılması, AKP-MHP ittifakının utanç verici bir hezimete uğradığı gerçeğini ortadan kaldırmadı.

AKP tetikçilerinin iğrenç tehdit ve şantajlarına rağmen geniş kitlelerin referandumu reddetmesi, yelkenleri suya indiren burjuva muhalefete soluk kattı, güçlendirdi. Muhalefet, kendi gücü veya iradesiyle bir şey yapamazken, geniş kitlelerin AKP karşıtlığından güç aldı ama aynı zamanda iktidar karşıtı öfkenin sokaklara taşmasının önüne bir set de çekti. Bu utanç verici tutum, burjuva muhalefetin içine yuvarlandığı aczin dışa vurumu oldu.

Minderde iki ittifak ve kapitalistler

Perinçekçi yardakçıları da peşine takan dinci-faşist ittifak kapıya dayanan ekonomik krizin basıncıyla sıkıştı. Bu arada oy desteğinde “düzenli erime” olduğunu fark eden iktidar, baskın erken seçim kararını dayattı. Kısa süre öncesine kadar “Erken seçim vatana ihanettir” diye vaaz veren saray çetesinin başı, baskın seçimle, iktidarın içine yuvarlandığı krizi de itiraf etmiş oldu.

Dinci-faşist koalisyonun baskın seçim dayatması, burjuva muhalefet tarafından da hemen kabul gördü. AKP-MHP-BBP tarafından kurulan “cumhur ittifakı”na karşı, CHP-İYİ Parti-SP-DP dörtlüsü ise “millet ittifakı” oluşturdu. Sermaye partileri 24 Haziran’da gerçekleştirilecek baskın seçimlere iki ittifakla katılacaklar. Burjuva parlamentosu büyük oranda devre dışı bırakıldığı için dikkatler esas olarak başkanlık seçimlerine odaklanmış durumda.

Dinci-faşist ittifakla Perinçekçi yardakçılar başında T. Erdoğan’ın bulunduğu tek adam rejimini kalıcı hale getirmek için her tür kirli ve kanlı yol ve yönteme başvurmaya hazırlar. Seçim hileleri ve oy çalmak için “yasal” düzenleme bile yapan AKP iktidarı, özellikle Kürt hareketinin geniş kitle desteği bulabildiği bölgeleri hedef almaya hazırlanıyor.

16 yıllık icraatlarıyla sermayeye ve emperyalistlere hizmette sınır tanımadığını döne döne kanıtlayan “cumhur ittifakı”, toplumsal meşruiyetini yitirmiş olmasına rağmen, iktidara histerik bir şekilde sarılıyor.

“Millet ittifakı”nı oluşturan sermayenin diğer partileri ise, tek adam rejimine karşı mücadele kararlılığından çok, kitlelerdeki öfkeye yaslanarak güç toplamaya, bu güç oranında da iktidarda söz sahibi olmaya çalışıyor. Bu da taraflar arasındaki gerilimin sertleşeceğine işaret ediyor. Zira kabarmış suç dosyaları üzerine oturan “cumhur ittifakı”, iktidarı ve rant kaynaklarını elden kaçırmamak için tüm araçlarını seferber edecektir. Şimdiden bazı bölgelerde işi kan dökme noktasına vardıran “cumhur ittifakı”nın daha da azgınlaşması ihtimali yüksektir.

“Millet ittifakı”nda yer alan CHP dışındaki partilerin ideolojik çizgileri “cumhur ittifakı”ndan çok da farklı değil. Yine de burjuva muhalefetin, T. Erdoğan AKP’sine karşı durması kaçınılmaz görünüyor. Zira tek adam rejimi tahkim edilebilirse, burjuva muhalefetin siyasal yaşamdaki alanı çok daralacaktır. Artık ne “iktidarın nimetleri”nden faydalanabilecek ne ranttan pay alma imkanı bulabilecekler. Taraflar açısından bir çeşit varlık yokluk sorununa dönüşen seçim süreci ve sonrasında, rejim krizinin farklı rauntlarla devam etmesi kaçınılmaz görünüyor.

Toplumsal meşruiyeti ortadan kalkmış olmasına rağmen tek adam rejimi devlet kurumlarına, tetikçi medya ordusuna, rant ve talan ekonomisinin kaynaklarına sahip olmanın avantajlarını kullanacaktır. Muhalefet ise, önceki seçimlere göre nispi bir başarı sağlayabilme olanaklarına sahiptir. Değerlendirebildiklerinde bu onları “cumhur ittifakı” karşısında daha kararlı bir tutum almaya zorlayacaktır.

Ringde karşı karşıya gelen sermayenin iki ittifakı ne kadar kavga ederlerse etsinler, bir konuda hemfikir olacaklardır: kapıya dayanan krizin atlatılmasında kapitalist sınıfların çıkarlarını korumak! Çıkarları çatışıyor, kavgaları yapay değil. Ancak krizin faturasını işçi sınıfıyla emekçilere kesme konusunda benzer “çözüm” yollarına başvuracaklarından da kuşku duymamak gerek. Çünkü aralarındaki farklara rağmen onlar burjuva dünyasının partileridir. Aralarındaki kavganın şiddeti duruma göre değişebilir. Baki olan ise, işçi sınıfıyla emekçilere karşı aynı cephede, sömürücü kapitalistler cephesinde birlikte olmalarıdır. 

Tek seçenek “sınıfa karşı sınıf” eksenli mücadeledir!

Birbiriyle çatışan iki burjuva ittifakın yanı sıra HDP ile onun etrafında toplanan sol parti ve çevrelerin oluşturduğu reformist koalisyon var. Reformist koalisyonun dinci-faşist tek adam rejiminin yıkılmasına yaptığı vurgu anlamlıdır elbet. Sorun şu ki, bu hedefe ulaşmak seçimlere, yani bizzat düzen kurumlarına havale edilmektedir. Kitlelerin mücadele ederek değil de oy vererek dinci-faşist rejimi yıkabileceği iddia ediliyor.

Reformist koalisyonun kulağa hoş gelen vaatleri, düzen partilerininkileri fersah fersah geride bırakıyor. Vaatlere bakılınca, 7 Haziran seçimleri sonrasında yaşananlardan hiçbir ders çıkarılmadığı izlenimi oluşuyor.

Söylemi daha “sol” olan, düzeni değiştirip, sosyalizmi kurmaktan söz eden reformist bağımsız adaylar da var. Bu adayların sloganı ise, “Oy ver düzeni değiştirelim!” şeklinde formüle edilmiş. Düzeni ‘yıkmayı’ değil ‘değiştirmeyi’ esas alan bu anlayış, burjuvazinin parlamentosuna dayanarak kapitalist düzeni ‘değiştirme’ vaadinde bulunuyor.

Tek adam rejimini yıkma mücadelesinin elbette büyük bir önemi var. Zira burjuvazi ile emperyalistlere hizmet eden bu rejim işçi sınıfına, emekçilere, Kürtlere, Alevilere, kadınlara, gençlere düşmanca saldırıyor. Sömürü çarkının istikrarı için Ortaçağ karanlığını dayatıyor, bu hedefe ulaşmak için tüm ilerici, devrimci, muhalif sesleri boğmak istiyor. Sömürü, baskı ve kölelikten arınmış bir geleceği kurmak mücadelesinin ilk hedefi, doğal ki bu dikta rejim olacaktır.

Bu rejime karşı kararlı bir mücadele, dayandığı sınıfsal temelden kopuk ele alınamaz. Eğer burjuvazi ile emperyalistlerin desteği ve yönlendirmesi olmasaydı böyle bir rejim kurulamazdı. Diğer bir ifadeyle bu rejim, sömürücü kapitalist sınıfların talebi, desteği ve onayı ile kurulmuştur. Onların rahatsız olduğu tek adam rejimi değildir. Rejimin başındaki kişinin “dengesiz”, kimi zaman kişisel ve ideolojik çıkarlarını esas alan bir tutum içinde olmasıdır. Yani burjuvazinin de emperyalistlerin de tek adam rejimiyle sorunları yoktur. İhtiyaç duydukları şey, “dengeli” bir diktatördür!

Bir rejime karşı tutarlı mücadele, bu rejimin dayanağı olan sınıfın egemenliğine karşı mücadeleyi de kapsamak zorundadır. Böyle bir mücadele ise, doğası gereği “sınıfa karşı sınıf” eksenli olacaktır. İşçi sınıfıyla emekçilerin yanılsamalardan kurtulmaları, düzenin kurumlarından boş beklentilere kapılmamaları, değiştirmek için kendi güçlerine güvenmeleri ancak “sınıfa karşı sınıf” eksenli mücadele geliştirildiğinde mümkün olacaktır.