Hanau katliamından sonra Almanya’da yeniden örgütlü faşist terör tartışması açıldı. İlerici örgütlerin ve insanların senelerdir işaret ettiği sağcı faşist terör, bugüne kadar ne devlet ne de medya tarafından önemsendi. Daha doğrusu, bilinçli olarak görmezlikten gelindi. Berlin duvarının yıkılışının ardından sayısız faşist saldırı, katliam ve cinayet ülkeyi sarsmasına rağmen, siyasette ve toplumun çoğunda hakim olan algı hala bireysel terördür.
Bilhassa medya ve hükümetlerde olan burjuva partileri, NSU cinayetlerinde de olduğu gibi, geçen senelerde artan olayların birbirinden bağımsız olduğunu iddia ediyorlar. Zira polisten istihbarat servisine ve orduya kadar uzanan faşist terör ağı devlet tarafından gizlenmeye çalışılıyor. 2000 ve 2006 arası yıllarda, NSU’nun devletin dolaylı yardımıyla gerçekleştirdiği saldırıların da üstü aynı şekilde örtülmüştü. Faşist terör ağının yok edilmesi yerine denetim altına alınması ve zamanı geldiğinde de kullanılması planlanıyor. Faşist akımların yarattığı tahribatlar büyük çabalara rağmen kontrol altından çıktığında da devlet, kamuoyuna birkaç suçluyu sunarak, sorumluluğu üstünden atmaya çalışıyor. Devlet makamlarını ve istihbarat servisini koruyan hükümet de Almanya’da örgütlü bir sağcı-faşist terör sorununun olduğunu itiraf edemediği için, en fazla bireysel teröre karşı belli girişimlerde bulunacaktır.
AfD: “Sağcının değil, bir delinin katliamı”
İçişleri Bakanı Horst Seehofer’in sunduğu “çözüm”, silah yasası reformu oldu. Buna göre silah ruhsatı olanların ek olarak psikoloji testleri yapıp, hasta olmadıklarına dair doktor raporu almaları gerekiyor. Böylece hükümet faşist AfD’nin olaya ilişkin tasvirini desteklemiş bulunuyor. Zira AfD Hanau katliamının tamamen suikastçının psikolojik durumundan kaynaklı olduğunu iddia ediyor. Parti başkanları Tino Chrupalla ve Jörg Meuthen başlangıçta katliamın ırkçılık ve aşırı sağla ilgili değil de hastalıkla ilgili olduğunu savunurlarken, halk tarafından artan baskılardan dolayı yeniden açıklama yapmak zorunda kaldılar. Bu sefer, kamuoyuna yazdıkları açık mektupta ırkçılığa ve aşırılığa karşı beklenmedik bir duruş sergilediler. Baştan sona riyakârlık dolu mektupta terörün dehşet verici olduğunu, demokrasiyi ve barışı tehlikeye soktuğunu yazıyorlar. Birçok AfD seçmeni başkanların taktik açıklamasını oldukça olumlu karşılarken, partinin savunmaya geçmesini reddeden sağ kanat açıklamayı sert bir dille eleştirdi. Brandenburg Eyalet Meclisi Başkan Yardımcısı AfD’li Andreas Galau ise aşırı sağ tartışmasının mecliste açılmasını engelledi.
Ne var ki bir ankete göre Alman halkının yüzde 60’ı katliamın başlıca sorumlularının AfD gibi ırkçı faşist örgütler olduğundan emin. Bu düşünce, kriminoloji uzmanları tarafından da teyit ediliyor ve örgütlerin yaydığı nefret ile kışkırtmalara bağlanıyor. AfD’nin propagandasına bakıldığında bunun doğru olduğu anlaşılır, zira “yabancılara” binaen “Alman halkının ölümü”nden veya “kendi vatanında yabancı olmak”tan bahsediliyor. Yabancılar, mülteciler vb. kesimlere mensup olanlar “alt insan” olarak nitelendiriliyor. Kısacası, AfD Hitler’in 1930’lardaki propagandasını popüler bir dille ifade ediyor.
Almanya “ırkçılık hakkı”nı tanıyor
Peki devletin buna cevabı nedir? Anayasayı çiğnemediği sürece her örgütün varlığı demokratik bir haktır diyor. O örgütün hedefi, burjuva demokrasisini yok etmek olsa bile... Hitler’in de baştan beri “legal araçları kullanıp diktatörlüğü kuracağız” demesine rağmen NSDAP aynı demokratik “hak”la iktidar yoluna çıkabilmişti. Bugün de Hanau’da olanlar mitinglerde sistem partileri tarafından lanetlenirken, tarihten hiçbir şey öğrenmemiş gibi “sağcı örgütler yasaklanamaz, demokrasiye aykırıdır” denilebiliyor. Oysa KPD 17 Ağustos 1956’da, Hitler faşizminin yıkılışından yaklaşık on yıl sonra yasaklanmıştı. Eski NSDAP’liler tek tek devlet aygıtına, CDU, FDP ve SPD gibi büyük burjuva partilerine entegre edilirken, KPD üyesi olan komünistler kamu hizmetlerinden uzaklaştırılıyor ve hatta tutuklanabiliyorlardı.
“Nal teorisi”
Günümüzde Alman devleti halen solculara karşı daha tutarlı bir savaş yürütüyor. En etkili aracı ise, “büyük koalisyon” hükümetinin (CDU ile SPD) ve sayesinde medyanın 2013’ten beri iyice yaydığı “nal teorisi”dir. “Nal teorisi”, “aşırılık” sınıflandırmasını kullanarak, “aşırı sağ” ve “aşırı sol”un aynılaştırılmasını hedefliyor. Buna göre, CDU ve SPD gibi partiler güvenli ve demokrat “orta” olarak, komünizmi savunan bir parti ise faşist bir parti gibi “aşırı” diye nitelendirilir. Demek ki sağ ve sol arası devasa tezat kaldırılıyor ve düzenin değişmesini hedefleyen her akım, demokrasiyi tehdit eden bir akım olarak aynı ölçüde halk karşısında karalanıyor.
Birkaç aydan beri, tam da faşist terörün bir kalesi olan Hessen eyaletinde, okullarda “nal teorisi”ni öğrencilere ezberleten bir kampanya yürütülüyor. 9’uncu ve 10’uncu sınıf öğrencilerini hedef alan yeni okul programı, okullarda aşırı solla ilgili ders materyallerinin bulunmamasıyla gerekçelendirilmişti. Bunun için kampanyada “aşırı sağ, aşırı sol ve İslamcı terör”ü aynılaştıran posterler ve çalışma sayfaları tasarlanmıştı. “Aşırı sol”u tanımlamak için, örneğin posterlerde bir solcunun üzerindeki balona “Stalin ve Mao’yu savunuyorum”, “Demokrasiyi yok etmek istiyorum” veya “Hedefim için şiddet de kullanırım” gibi sözler ekleniyor. Fakat bu kampanya üniversite profesörleri, öğretmenler ve pedagogların, “yüzeysel olduğu ve aşırı solu aşırı sağdan daha tehlikeli gösterdiği” şeklindeki protestosuyla karşılandı ve sonuçta iptal edilip ders planından çıkarıldı. Fakat NSU cinayetlerinin işlendiği, kısa bir süre önce polisin NSU 2.0’la ilişkisinin ortaya çıktığı ve Hanau katliamının gerçekleştiği Hessen eyaletinde okullarda böyle bir eğitim programının başlatılması bile yeterince ürkütücüdür. Bu politikanın somut sonuçları da kendisini göstermiştir.
Hanau katliamından sonra güvenlik makamlarının ilk tahmini “aşırı solun tepkisi” ve bu nedenle işleyebileceği suçlar oldu. “AfD üyeleri tehlike altında olduğu için de daha fazla dikkat edilmesi gerektiği”ni vurguladılar. Ayrıca İslamcı terörü sonuç olarak belirttiler. Güvenliği arttırmak için polis aygıtının daha da etkili hale getirilmesi gündemleştirildi. Devlet her zamanki gibi sola odaklanırken, sadece birkaç gün sonra Stuttgart, Döbeln ve Heilbronn şehirlerinde yine nargile kafe ve camii gibi yerlere saldırılar gerçekleşti.
Tutarlı anti-faşizm devrimci anti-kapitalist mücadelenin parçasıdır
Zamanında Hitler’i ve Nazileri bilinçli bir şekilde iktidara getiren Alman kapitalist düzeninden işçi ve emekçileri faşizm belasından kurtarması beklenemez. Tam tersi, faşizm kapitalist sistemin egemenleri için her zaman özel mülkiyet düzenini korumanın son çözüm yolu olmuştur. Sol partinin etkisi ve hatta solculuğu bile tartışmalı olsa da geçen günlerde Thüringen’de burjuva partilerin AfD’yle sol partiye karşı birleşmesi, bulunduğumuz gericilik döneminin bir belirtisidir. Kapitalistler özellikle kriz dönemlerinde çaresiz kaldıklarında, tekrar faşist diktatörlüğe başvuracaklar. Faşizmi yenmenin yolu anti-faşist mücadelenin devrimci anti-kapitalist mücadeleyle birleştirilmesinden geçer. Bunun için de faşizmin panzehiri ve kapitalizmin doğal düşmanı olan, sınıf bilincine varmış örgütlü işçi hareketini geliştirmek en acil ihtiyaçtır.