Yunanistan, son yıllarda yaşanan mülteci dramları ve kaplardaki kötü yaşam koşullarıyla sıkça gündeme gelen bir ülkedir. Bunun son örneği, Midilli adasında bulunan Moria mülteci kampında çıkan yangın oldu. Kampta çıkan yangın, mülteci sorununu bir kez daha Avrupa’nın gündemine taşıdı ve “çözüm” tartışmalarını alevlendirdi. Zira yaşanan bu trajediye “Medeni ve özgür Avrupa” ilgisiz kalamazdı.
Yunanistan’daki Sınır Tanımayan Doktorlar’ın (MSF) temsilcisi Christina Psarra, Kamptaki yangını tam bir felaket olarak nitelendiriyor. Şu durumda 12 binden fazla insanın sokaklarda olduğunu ve gidecek hiç bir yerleri bulunmadığını ifade eden Psarra, olup bitenlerle nasıl başa çıkılacağı konusunda ise resmi bir planın olmadığını ifade ediyor.
Moria kampının 3 bin kişi için inşa edildiğini söyleyen Christina Psarra, kampta halen 12 binden fazla kişinin kaldığını bildiriyor. “Şu anda bu insanların nerede olduklarını bile bilmiyoruz. Pek çok insan da yangın nedeniyle travma yaşıyor” diye de ekliyor. Kamplardaki yaşam koşullarının kabul edilemeyeceğini ve bu durumun hepimiz için utanç verici olduğununun da altını çiziyor. “Kabul edilemez utanç verici koşullar”ın öteki mülteci kampları için de geçerli olduğu ise bir sır değil.
Yunanistan; Avrupa’ya açılan ‘umut kapısı’
Mültecilik ve göçmenlik 21. Yüzyılda da en büyük insan trajedilerinden biri olmaya devam ediyor. Nice sosyal-toplumsal yıkımların, felaketlerin, savaşların ve boğazlaşmaların sonucu olarak 60 milyon insanın evini, ailesini ve ülkesini terk etmek zorunda kaldığı kayıtlara geçmiş bulunuyor. Her şeyi göze alarak kendilerini Avrupa ülkelerine atmaya çalışan yüz binlerce göçmenden on binlercesi Akdeniz’in derinliklerine gömüldü. Yanı sıra Ege denizinde, Meriç’te ve başka yerlerde hayatını kaybeden binlerce göçmen de var.
1990’ların başında Yunanistan’a yaklaşık bir milyon Arnavut, Bulgar, Rumen ve Polonyalı göç etmişti. Bu küçük ülke, dünyanın daha zengin Avrupa bölgesine açılan bir kapı olarak son derece çekiciydi. Almanya için çok önemli olan 2015’ten çok önce de, Yunanistan önemli sayıda göçmen kabul etti. O zamanlar sınırda Frontex botları veya göçmenlerin geldikleri ülkelere geri gönderilmeleri durumu yoktu.
Atina ve Selanik’te Bangladeş, Pakistan, Arnavutluk, Gürcistan ve Polonya’dan gelen insanlar ülkenin “doğal bir parçası” oldular. Altmışlı ve yetmişli yıllarda, Atina hızla büyüyen bir metropoldü. Yunan olmayan yüzbinlerce “yeni vatandaş” başkente gelerek Yunan toplumunda yerlerini buldu. Bu entegrasyon süreci, Türkiye’den savaş mültecilerini taşıyan ilk teknelerin Yunan adalarına yönelmesiyle büyük bir doyum noktasına ulaştı.
Göç krizi mali krizin yerini aldı
Ülke, birdenbire savaştan kaçan yüzbinlerce mültecinin akınına uğradı. Yunan adalarındaki vahşi çadır kentlerin Pire limanına hapsolmuş binlerce erkek, kadın ve çocuğun görüntüleri tüm dünyayı dolaştı ve ilk olarak 2015 yılında Yunan hükümetini baskı altına alıp bunalttı. O zamana kadar, mali kriz baskın konuydu.
Aynı yıl Başbakan seçilen sol ittifak (SYRIZA) adayı Alexis Tsipras”ın “sol görüşlü koalisyon hükümeti” bile vaat ettiği ‘daha adil bir mülteci politikas’ sözünü tutamadı. Söz ve vaat düzeyinde hükümeti her zaman mültecilerin “yanında” yer aldı. Ama aşırı kalabalık kamplardaki insanlara her hangi bir yardımda bulunmayı başaramadı. Gelinen yerde Yunanistan mülteci sorunu baskısı altında tam olarak bunalmış durumda. Mülteciler aile ve çocuklarıyla birlikte barınma, yiyecek ve tıbbi bakımdan yoksun durumdalar. AB ülkeleri ise sınırları daha sıkı kontrol ederek aşılmaz duvarlar örmek için uğraşıyorlar.
"Bekleme salonları" ve çözümsüzlük içinde tükeniş
Yunanistan, Avrupa”nın kendisini yalnız bıraktığını düşünüyor. Göçmenler Balkan yolu üzerinden Yunanistan”ı zar zor terk edebiliyor. Terk edemeyen on binlercesi ise eski fabrika binalarına, eski salonlara ya da büyük şehirlerden uzakta barakalara hapsediliyor. Yıllardan beri Yunanistan’da mahsur kalan insanlar için her hangi bir umut ışığı bulunmuyor.
Avrupa Birliği, özellikle de 2015 yılından itibaren “hızlı çözümler” bulmak için mücadele ediyor. Midilli, Sisam, Sakız, İstanköy ve Leros adalarına mültecilerin iltica prosedürleri için yıllarca beklemek zorunda kaldıkları kayıt merkezleri kuruldu. Fakat bu merkezlerin “acil çözüm” bakımında yürüttükleri işlemlerde ilerlemeler olmuyor. Zira Avrupa mülteci sorununda bölünmüş durumda. Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya mültecileri kabul etmeyi reddediyor. Bazı AB ülkeleri ise gülünç derecede düşük sayıda mülteci kabul ediyor.
Mültecilerin Yunan adalarından diğer AB ülkelerine hızla dağıtılabilmesini sağlayan mekanizmalar sözümona kurulmuş bulunuyor. Ama buna rağmen Yunanistan, Avrupa”da özgürlük, umut ve refah bulma umuduyla Suriye, Irak, İran ve diğer Ortadoğu ülkelerinden kaçan insanlar için son yıllarda Avrupa’nın ‘bekleme salonu’na dönüşmüş durumda. Brüksel’deki AB politikacıları mültecileri destekleyeceklerini duyurdular ve bazı durumlarda sığınma başvurularını daha hızlı işleme koymak için Yunan adalarına personel gönderdiler. Ancak şimdiye kadar hiçbir AB ekibi kamplardaki koşulları sürdürülebilir şekilde iyileştirmeyi başaramadı. Bu ekipler vaat edileni yerine getimreden görevlerini bıraktılar.
İkiyüzlü açıklamalar ve vaatler bir yana, doğrudan sebep oldukları ve sorumluluğunu taşıdıkları bu soruna çözüm bulmak iddiasındaki batılı emperyalistler, zirvelerde ve kapıların ardında on milyonların yaşamı üzerine tiksindirici pazarlıklar yapıyorlar. Çözüm adına göçmenler için aşılmaz bir Avrupa kalesi yaratmak için kafa patlatıyorlar.
Mültecilerin karşısına AB’ye üye ve üye olmayan bir dizi ülkede sınır boylarına kilometrelerce uzunlukta ve metrelerce yükseklikte dikenli teller ören, savaş gemileri ve hücum botlarını harekete geçiren, sınırlara mayınlar döşeyen batılı emperyalistler, bu icraatlarıyla sorunu nasıl çözmek istediklerini de ortaya koymuş oluyorlar.
Geçerken belirtelim ki, dinci-faşist iktidarın başı Recep Tayyip Erdoğan’da iğrenç çıkarları uğruna mülteciler sorununa ‘büyük ilgi’ gösterenler arasındadır. Mültecileri rezil ve insanlık dışı pazarlıkların konusu ederek AB’den para koparmak için kendini paralamaktadır.
Bu sorun, emperyalist güçlerin izlediği yayılmacı / saldırgan politikanın dolaysız ürünü olarak büyümektedir. ABD-İsrail saldırganlığının kuyruğuna takılarak ya da kendi sömürgeci heveslerine göre politika geliştiren Avrupa burjuvazisi sorunu büyüten güçlerden biridir. Bu uğursuz rolüyle çözümün değil, sorunun parçasıdır. Bu trajik soruna ciddi çözümlerin üretilebilmesinde Avrupa’nın ilerici-devrimci güçleri ile emekçilerin oynayacağı rol belirleyici olacaktır. Bu rollerini hem emperyalist saldırganlığa karşı hem mültecilerin önüne dikilen setlerin yıkılması için mücadele ederek oynayabilirler.