Sermaye devletleri her yerde pandeminin yol açtığı krizin faturasını emekçilere çıkarmaya devam ediyorlar. Bunun son örneklerinden biri de Körfez ülkelerinden Kuveyt oldu.
Kuveyt Ekonomi Bakanı Meryem el Akil, geçenlerde basına yaptığı açıklamada, kısa vadede 360 bin, orta vadede ise 160 bin “yabancı” işçiyi sınır dışı etmeyi planladıklarını duyurdu.
Sınır dışı edilmek istenenlerden 120 bin kişinin çalışma izni olmayanlardan, 150 bin kişinin 60 yaş ve üstü ya da kronik hasta, 90 bin kişinin ise eğitimsiz ve vasıfsız işçilerden oluştuğu ifade edildi.
Yapılan açıklamalara göre fatura, sadece sınır dışı etmelerden ibaret kalmayacak. Saldırı göçmenlerin yanı sıra, yerli halk ile kalıcı oturumları olanları da kapsıyor. Özel sektörde sekreterlik, muhasebe, idari, hukuk, bilgisayar, inşaat ve makine mühendisliği mesleklerinde 160 bin kişilik istihdamın kademeli olarak ortadan kaldırılacağı bildiriliyor.
Kuveytli sermaye temsilcileri açıklamalarında “dijital dönüşüm” ile “demografik yapının düzenlenmesi” gibi ırkçı uygulamaların hayata geçirilmesinden de bahsediyorlar. Pandeminin ardından çeşitli ülkelerdeki burjuva politikacıların dillerine doladıkları “dijital dönüşüm” kavramı, sermayenin onu, krizi fırsata çevirmenin önemli bir aracı olarak gördüğünü ortaya koyuyor. Topluma yeni bir “hizmet” ve “gelişme” olarak sunulan bu yöntemle işyerleri yok edilirken, çok sayıda insan da işini kaybetmekle yüz yüze kalacaktır.
Göçmen işçiler tüm Körfez ülkelerinde hedefte
Kuveyt’in yarım milyon göçmen işçiyi sınır dışı edeceğini açıklaması, bu ülkenin yanı sıra, Körfez’in diğer ülkelerindeki durumun da mercek altına alınmasına vesile oldu. Sorunun Kuveyt’le sınırlı olmayıp, tüm Körfez ülkelerinin sorunu olduğunu ortaya serdi.
Arap Yarımadası olarak tanımlanan bölgede yer alan Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn ve Umman gibi, petro-dolar zengini ülkeler, pandemiden dolayı dünyada azalan petrol talebi sebebiyle, derin bir krize sürüklendiler.
Başlıca geçim kaynağı petrol olan bu ülkelerin tümü birkaç ortak özelliğe sahiptir. Hepsi de krallık, sultanlık, emirlik vs. Ortaçağ artığı anti-demokratik rejimlerdir. Hemen tümünde çok yoğun bir göçmen işçi nüfusu yaşamaktadır. Ağırlıklı olarak Hindistan, Pakistan, Mısır, Etiyopya, Vietnam, Filipinler, Bangladeş, Nepal vb. gibi Asya ve Afrika’nın değişik ülkelerinden gelen milyonlarca göçmen işçi bazı ülkelerin yerli nüfusunu katlayan rakamlara ulaşıyor. Mesela BAE ve Katar’da her beş kişiden dördü (nüfusun %80’i) göçmenlerden oluşuyor. Kuveyt’te çalışan insanların %83’ü, BAE’de ise %96’sı göçmen. Yine Bahreyn ve Kuveyt’te yaşayan nüfusun yarısı göçmen kökenli.
Söz konusu ülkelerdeki göçmen işçilerin maruz kaldıkları ağır sömürü ve insanlık dışı muameleler çeşitli vesilelerle daha önce dünya kamuoyunun gündemine girmişti. Örneğin Katar’da 2022’de yapılması planlanan Dünya Kupası maçları için inşa edilen stadyumların inşaatında çalışan işçilerin çalışma koşulları ve yaşanan yoğun iş kazaları uluslararası emek örgütleri tarafından yoğun bir şekilde eleştirilmişti. Şimdi de pandemiden dolayı ayrımsız her ülkede göçmen işçilere yönelik ağır sömürü, insanlık dışı barınma koşulları, ayrımcı ve ırkçı politikalar daha görünür hale gelmiş bulunuyor.
Kimisi İsrail de dahil olmak üzere, hepsi de ABD işbirlikçisi olan Ortaçağ artığı bu gerici rejimler, göçmen işçileri iliklerine kadar sömürüyorlar. Buralarda çalışan milyonlarca insanın kalıcı bir oturum izni bile yok. İş güvencesinden ve iş güvenliğinden, sağlık hizmetlerinden yoksun ve kaçak olarak çalışan insanların sayısı milyonlarla hesaplanıyor. İş kazaları ve intihar vakaları oldukça yüksek. Mesela Almanya’da yayınlanan sosyalist gazete Yeni Almanya’daki bir veriye göre, 2012-2018 arası, Körfez ülkelerinde 24.570 Hindistanlı göçmen işçi yaşamını yitirdi. Bunların önemli bir kısmının iş kazaları ve intiharlardan kaynaklandığı ifade ediliyor. 2018’de vizyona giren, Alman ve Hintli yönetmenler Franziska Schönenberger ve Jayakrishnan Subramanian’ın ortaklaşa yaptığı, “Çölün Gölgesi” adlı 86 dakikalık belgeselde göçmen işçilerin dramatik öyküleri çarpıcı bir şekilde işleniyor.
Yani Körfez şeyhlerini zenginlik içinde yüzdüren sadece petrol değil, aynı zamanda acımasızca sömürülen bu göçmen işçi emeğidir. Şimdi bu zenginliğin esas kaynağı olan, fakat sefalet içinde yaşayan milyonlarca göçmen işçi hedef haline getiriliyor. Salgın en çok bu işçiler arasında yayıldığı için, onlara günah keçisi muamelesi yapılıyor. Yaşadıkları yerler karantinaya alınıyor. Başta kaçak olanlar, hastalar ve yaşlılar olmak üzere kitleler halinde sınır dışı ediliyorlar. Geri gönderme kamplarında toplanan binlerce insan insanlık dışı koşullarda tutuluyor. Kadınların tecavüze uğraması da dahil, polisin ve hatta paramiliter güçlerin şiddetine maruz kalıyorlar. Körfez ülkelerinde hızla yükselen ırkçı, ayrımcı ve yabancı düşmanı politikaların hedefi oluyorlar. Kuveyt’in Mısır vatandaşlarını sınır dışı etmek istemesi iki ülke arasında krize neden oldu. Hatta Mısırlıların “ülkeye giriş yasağı” bile çıkarıldı. Bazı ülkelerde koronavirüs tedavisi için denemelerin yabancı kökenli mahkumlar üzerinde yapılması tartışılıyor.
Tarihsel miadını çoktan doldurmuş, toplumun ürettiği her türlü zenginliğe el koymakla kalmayıp onu emperyalistlere peşkeş çeken bu barbar rejimler, aynı zamanda her türlü çağ dışı gerici ideolojinin, geleneğin koruyucusu ve emperyalist gericiliğin bölgesel dayanağı durumundadırlar. Başta kadın hakları olmak üzere, insan hakları sicili son derece kabarık olan bu rejimler, yine başta İslam ülkeleri olmak üzere, dünyanın dört bir yanında lobi faaliyeti yürüterek ve her türlü dinci-gerici tarikatları finanse ederek bu uğursuz rollerini pekiştiriyorlar.
Her türlü anti-demokratik koyu bir baskı ve sefalet içinde yaşayan bölge halkaları, devrimci-demokratik ve laik bir program temelinde birleşip bunları tarihin çöplüğüne göndermedikçe daha ağır bedeller ödemeleri kaçınılmaz olacaktır.