İnternet arama motorlarında “Hindistan” kelimesini sorguladığımızda karşımıza binlerce veri gelmektedir. Detaylı olarak baktığımızda bu devasa ve köklü uygarlığın “demokrasi” ve “uzlaşı toplumu” olarak lanse edilmesinin verili gerçekliği yansıtmadığını görüyoruz. Yakaladığı gelişmişlik düzeyine ve onlarca kültür ve inancın bileşkesi olmasına rağmen bu böyle.
Hindistan Cumhuriyeti Güney Asya’da yer alan, dünyanın yedinci büyük coğrafi alanına ve en kalabalık ikinci nüfusuna sahip ülkesidir. Aynı zamanda en çok Müslüman nüfusa sahip ülkeler arasında, Endonezya’dan sonra ikinci sırada gelmektedir. 28 eyaletten oluşan Hindistan’ın siyasal yapısı, burjuva parlamenter demokrasiye dayalı cumhuriyettir. Borsada dünyanın en büyük 12. ekonomisine ve en büyük dördüncü satın alma gücüne sahip devasa ülkenin nüfusu 1 milyar 300 milyondur.
İndus Vadisi Uygarlığı ve tarihi ticaret yollarıyla ünlü, nice imparatorluğun gelip geçtiği bu tarihi Hint yarımadası kültürel zenginliğiyle bilinir. Bu tarihi yarımada aynı zamanda, Hinduizm, Budizm, Jainizm ve Sihizm’in doğum yeridir. Tarihi kayıtlar Zerdüştlük, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinlerin milattan sonra birinci yüzyıldan itibaren Hint yarımadasına geldikleri yönündedir. Milattan Sonra 7. yüzyıldan itibaren İslam’ın geldiği Hindistan’da, bugün İslam Hinduizm’den sonra ikinci büyük din konumundadır. Hintçe ve İngilizce’nin resmi dil kabul edildiği ülkede ayrıca 21 yerel dil konuşulmaktadır. 1858’den bağımsızlığını ilan ettiği 1947 yılına kadar Britanya sömürgesi olan Hindistan’da, ülkenin günümüzdeki gelişmişlik düzeyine rağmen yoksulluk ve kötü beslenme oranları çok yüksek, okuryazarlık oranları ise düşük düzeylerdedir.
Kast sisteminin halen geçerliliğini koruduğu Hindistan’da geleneksel ataerkil yapı erkeği korurken kadına yönelik şiddetini hiç eksik etmiyor. Kadını aşağılayan bu eril yapıda kadına reva görülen, cinsel tecavüz, drahoma cinayetleri, namus cinayetleri, aile içi şiddet, kız olduğu tespit edilen hamileliklerde kürtaj ve çocukların öldürülmesi gibi insanlık dışı uygulamalardır.
Hindistan’da kadın nüfusunun erkek nüfusundan görece fazla olmasından (günümüzde tersi bir oran söz konusudur) yola çıkılarak, “belirlenen cinsiyet oranlarında” kız çocuklarının öldürülmesi geleneği teknik imkanlar kullanılarak devam ediyor. “Kızlar doğumdan önce cenin halindeyken ve hatta doğum sırasında, kanlı canlı birer çocuğa dönüşmüşken öldürülüyor. Bu vahşi ama sinsi cinsiyet temizleme süreci, aile gizliliği içerisinde ve genellikle kadınların suç ortaklığıyla yürüyor.” (Bkz. dipnotta adı geçen yayın, s.141)
İstatistiki verilere bakıldığında Hindistan’da 20. yüzyıl boyunca cinsiyet oranında bir düşüsün olduğu görülmektedir. 1991 yılında dünyadaki genel cinsiyet oranı 990 iken, Hindistan’da her bin erkeğe yalnızca 929 kadın düşüyordu (1901 yılında 972). Bu oran 2001’de hafif ivmeyle 933’e çıksa da, “göreli kadın nüfusun artışında, yetişkin erkeklerin tütünden, alkolden ve tüberküloz gibi, cinsel ilişkiden etkilenen hastalıklardan kaynaklanan ölümlerinde gözlenen yükselişin katkısı hesaba katılmalıdır.” (a.g.y., s.142)
Kız çocuklarının öldürülmesinde üç mekanizmanın kullanıldığı görülmektedir: “Çocuklukta dışlayarak ihmale maruz bırakma, doğum esnasında öldürme ve cinsiyet tercihli kürtaj.” (a.g.y., s.144) Doğum sırasında öldürme yönteminin yaygın olarak Hindistan’ın yoksul alt kastlarının yaşadığı bölgelerde görülmektedir. Özellikle, “Tamil Nadu eyaletinin hızlı tarımsal değişimin ve yukarıya doğru tırmanan alt kastların hakim olduğu kesimlerinde, yaygın bir bebek öldürme ‘iradesi’ kendini gösteriyor.” Kız çocuklarının doğumunun önünü kesmek için “dişi ceninlerin imha edildiği gerçeği uzun süredir biliniyor”du. Ancak bu uygulamanın pahalı oluşundan kaynaklı kırsal kesimlerde yoksul nüfusun ekonomik gücünün buna elvermeyeceği düşünülüyorken, 2007 yılında yayınlanan Lancet dergisince, “Hindistan’da her yıl yarım milyon dişi ceninin imha edildiği ileri sürülüyordu.” (a.g.y., s.145)
Kadına yönelik bu cinsiyetçi cinayetlerin, “ölümlerin birer şiddet, cinayet veya suç örneği olduğu düşüncesi, gündelik baskı ve sömürünün açıklanmasında ‘sessiz şiddet’, ‘yapısal şiddet’ gibi terimlere aşina bir toplumda bile büyük ölçüde kabul görmüyor.”
“Oysa bebekleri öldürmek için yastık altında boğmak, aç bırakmak, suda boğmak veya zehirli bitkiler vermek gibi eylemlere başvurmak şart değil: doğum esnasında bebeğin içinde bulunduğu kırılganlığı kullanan edilgin bir tutum da yeterli olabiliyor. Kürtaj ise, kadının karar verme özgürlüğünün veya seçme hakkının bir ifadesi ve göstergesi sıfatıyla mantık kılıfına sokuluyor.” (a.g.y., s.145)
Kadın cinayetlerinin dayanağı: DRAHOMA
Kız çocuklarına yönelik cinayetlerin esas temeli ataerkil kültürün ürünü olan “Drahoma”dır. Hindistan’da evliliklerde erkek değil, kız tarafı erkeğin ailesine para ödüyor. Hindistan’da kadınlar 12 ila 16 saat çalışmaktadır. Kız çocukları küçük yaşlardan itibaren drahoma toplamak için çalışır. Drahoma’nın kültür içerisindeki etkisi ve ağırlığı altında ezilen yoksul aile kızları, yeterli drahoma getirmediği için “kocaları veya kocanın anne ve babası tarafından öldürülmekte ya da intihar etmektedir. Bu sayı senede 25.000’i buluyor.” (www.sos-kinderdoerfer.de)
Özellikle varlıklı aileler arasında yapılan evliliklerde, “tarihte hep gelinin mülkiyetinde sayılan ve taşınır mallardan (başta mücevherat) oluşan, böylece kişiye özel bir güvence fonu gibi işleyen drahoma, şimdilerde genellikle damadın ailesinin mülkiyetine veriliyor.” (a.g.y., s.149)
Adeta güveylerin “açık artırmaya” çıkarıldığı ve gelinlerin birer “meta” haline geldiği gelenekselci Hint toplumunda evlilikler için şatafatlı törenler ve seremonilerin tüketimi artıran eğlenceleri düzenleniyor. Varsıl sınıflarda, “drahoma da para, mülk ve dayanıklı tüketim malları şeklinde ortaya çıkıyor.” (a.g.y., s.149)
Drahoma geleneğinin kız çocuklarını ekonomik yüklere -biriktirmeye- dönüştürmesinden kaynaklı olarak, “dişi mallardan kurtulmak” cinayetlerin vuku bulmasında yeterli bir sebep haline gelmektedir. Modern tekniğin gelişmesinin bu cinayetlerin işlenmesinde büyük rol oynadığını görüyoruz. Yapılan ultrason taramaları sonrasında tespit edilen dişi ceninler kürtajla alınmaktadır.
Hindistan Ulusal Kadın Komisyonu üyesi Malini Bhattacharya, ultrason taramaları hizmetlerinin liberalleşme çağında büründüğü hal ile ilgili olarak, “Hizmet alana tercih özürlüğü ve hizmet sunana da satış yapma özgürlüğü tanımak zorundasınız” diyor. Bu cinayetlerin annelerin hayatını da hiçe saydığını görüyoruz. Örneğin, 2007 yılında Hint güvenlik güçleri kılık değiştirerek ultrason taramaları yapan tıp merkezlerinde yaptıkları araştırmalarda, “Tıp eğitimi almış ultrason tarama merkezi sahiplerinin yüzde 70’inin, gebeliğin yedinci ayında bile cinsiyete bağlı kürtaj yapmaya hazır olduğu anlaşıldı.” (a.g.y., s.151)
Bu cinayetlere karşı belli cezai yaptırımları içeren kanunların yeterli derecede olamadığı görülmektedir. “1994’te çıkarılıp 2003’te daha da sıkı hale getirilen Doğum Öncesi Teşhis Teknikleri Kanunu ile, doğum öncesi tarama işlemlerinin amacı, cenindeki genetik problemlerin saptanmasıyla sınırlandırıldı; ama gerçek dünyada kadın olmak başlı başına bir genetik problem sayılıyor.” (a.g.y., s.151)
1962/5 sayılı Drahomanın Engellenmesi Kanunu ile bu gerici geleneğin yasaklanmış olmasına karşın bu cinayetler hız kesmeden sürdürülmektedir. Nitekim bu cinayetlerin cinsiyet ibresini tersine çevirdiği görülmüştür. Hindistan’da 2011’de yapılan son nüfus sayımında, 943 kadına karşı bin erkeğin bulunduğu tespit edilmişti.
2019 Temmuz ayında Hindistan hükümeti, geçen üç ayda 132 köyde doğan 216 çocuk arasında hiç kız çocuğunun bulunmadığını gösteren veriler yayımladı. Ülkenin kuzeyinde vuku bulan durum üzerine bölgenin sulh hukuk hakimi, cinsiyete göre kürtaj yapıldığı şüphesiyle soruşturma başlattı. Hindistan hükümetinin 2018 yılında hazırladığı raporda, erkek çocukların tercih edilmesi nedeniyle ülke nüfusunda istatistiksel olarak yaklaşık 63 milyon kadının “eksik” olduğu belirtilmişti.
Patriarkal kültürün kadını değersizleştirdiği, kadına yönelik her türlü şiddeti kabul görür hale getirdiği bir “sessizlik kültürü” oluşturmuştur. Erkekler aile içi şiddeti uygular, kadınlar aile birliği için susar. Kızları şiddete uğrayan, cinsel şiddete maruz kalan aileler adı kötüye çıkmasın diye sesini çıkarmaz. Çıkarmamalarının en önemli sebeplerinin başında ekonomik güçlerinin olmayışı gelmektedir. Ne mahkeme ne de avukat paraları vardır. Tüm bunlar, gerici şiddet sarmalının kadın için yaşamı zindana çevirdiği gerici kültürün ancak örgütlü bir mücadelenin örülmesiyle durdurulabileceğini gösteriyor.
* Barbara Harris-White’ın “Hindistan’da Kız Çocukları: Değersiz Varlıklar” başlıklı incelemesi, Türkiye’de Yordam Kitap tarafından baskısı yapılan Socialist Register’ın 2009 sayısında (GÜNÜMÜZDE ŞİDDET Ya Barbarlık Ya Sosyalizm, Hazırlayanlar: Leo Panitch ve Colin Leys) yer alıyor; s.142-155.