Türkiye’de son dönemde insan hakları ihlallerinin en açıktan yaşandığı alanların başında çevre savunması geliyor. Tehdit, fiziksel saldırı, itibarsızlaştırma, yargı süreçleri yoluyla taciz, keyfi idari para cezaları, keyfi gözaltına alma veya tutuklama, kötü muamele bu ihlallerin en belli başlı olanları olarak sayılabilir.
Doğrudan kötü muamele niteliğindeki şiddet içerikli müdahaleler, keyfi gözaltılar ve tutuklamalar bir yana sistematik bir şekilde devam eden itibarsızlaştırma süreçleri de ekoloji aktivistlerine yönelik yaşanan ihlaller arasındadır.
İtibarsızlaştırma özelinden baktığımızda özelikle kriminalize etme, damgalama, marjinalleştirme ve suçlu sayma fiilleri başta geliyor.
Türkiye’de Bergama’dan bu yana Türkiye’nin pek çok noktasında süregelen çevre ve yaşam alanlarını savunan yurttaşlara yönelik fiilleri içeren “Ekolojik Hak Savunucularının Uğradığı İnsan Hakları İhlalleri Üzerine Bilgi Notu” başlıklı raporun detaylarından şu yazıda bahsetmiştik.
İtibarsızlaştırmaya dair skandal gelişmelerden biri geçen yıl şubat ayında yaşanmıştı.
İzmir Emniyeti Müdürlüğü, verdiği bir seminerde dini inançları zayıf, hayvan insan ve çevre konularına duyarlı, sosyal medyada zaman geçiren ve algıları açık kişileri terörist olmaya yatkın kişiler olarak tanımlaması büyük tepki toplamıştı.
Seminerde, “Örgütler nasıl üye topluyor?” başlığı altında terörist olmaya yatkın kişilerin özellikleri, “Politikaya uzak, anarşiye yakın, milliyetçilik yok, globalizm çok, dine inanmayanlar çok ya da zayıf, hayvan, insan, çevre konularına aşırı duyarlı, algıları çok açık, aktivist vs. olmak isterler, sosyal medyada zaman geçiriyorlar” şeklinde sıralanmıştı.
Yine geçen yıl, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, havasını, suyunu, ormanını, toprağını savunanları hedef göstererek, “vandallık ve provokatörlük” ile suçlamıştı. Erdoğan’ın “Enerji projelerimizin çevreci maskesi takmış vandallarca engellenmesine müsaade etmeyeceğiz” sözlerine çevre örgüleri, “Yaşamı savunmak, doğayı savunmak vandallık değildir, kabul etmiyoruz” diyerek tepki göstermişti.
Çevre savunması gerçekleştirenlere yönelik son skandal saldırı ise Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu’ndan geldi. Karaismailoğlu, Rize İkizdere'de iktidara yakınlığıyla ve aldığı rant projeleriyle bilinen sermayedar Mehmet Cengiz'in sahibi olduğu Cengiz İnşaat tarafından yapılmak istenen taş ocağına direnen köylüleri hedef aldı.
Lojistik liman projesi kapsamında bölgeden sadece taş alınacağını, zarar gören ağaçların yerine 10 katının dikileceğini iddia eden Karaismailoğlu, bölgedeki halk direnişine tepki gösterdi.
Karaismailoğlu, "70 yıllık taş ocağı, altın araması gibi iddialar kesinlikle doğru değil. Devletimiz marjinal gruplara kesinlikle izin vermez. Bunu yapanlar devlet düşmanıdır" dedi.
İkizdereli köylüler ise kendilerine marjinal diyen Karaismailoğlu’na yönelik sosyal medyada bir video paylaşarak, “Biz marjinal değiliz. Ağaçlarımızı katletmeyin, nefes almak istiyoruz. Sularımızı kesmeyin. Yaşam alanlarımıza dokunmayın” ifadelerini kullandı.
Karaismailoğlu, açıkça manipülasyon yaparak, “Yöre halkı ikna oldu, marina gruplar eyleme devam ediyor” diyebiliyor. Oysa iddia ettiği gibi yöre halkının ikna olduğu yok, direniş tüm kararlılığıyla devam ediyor.
Tarihçi, belgesel film yapımcısı ve aktivist Jeremy Brecher, yakın zamanda Türkçe’ye kazandırılan “İklim Direnişi - Bir Hayatta Kalma Stratejisi” kitabında direniş hallerini şöyle ifade ediyor:
“Sivil itaatsizliği benimseyen iklim hareketi, hukuku ihlal ederek bir protesto hareketine dönüşen alışılagelmiş siyasi faaliyetlerin ve “baskı gruplarının” lobi faaliyetlerinin ötesindedir. Sivil itaatsizlik genel olarak hukukun meşruluğunu kabul ederken, ona itaat etmeyi reddeden. Sivil itaatsizlik ahlaki protestoyu temsil ederken, karşı oldukları hükümetin ve diğer kurumların meşruluğuna esasen meydan okumaz. Daha ziyade, bu kurumların ahlak dışı eylemlerine (bir gruba karşı ayrımcılık, ahlaka aykırı bir savaşa katılmak ya da iklime zarar vermek gibi) karşı olma zorunlululuğunun, bir birey için hukuka itaat etme görevinden daha bağlayıcı olduğunu düşünür.
Yasal direniş, bunun bir adım ötesindedir. Söz konusu kanunların ve politikaların illegal olduğunu ilan eder ve şiddetsiz dayanışma yoluyla kanunun oluşturulması için adım atar. Bu direniş türü yapısal olarak devrimci bir direniş değildir., çünkü temel yasanın meşruluğunu sorgulamaz. Bunun yerine resmi birimlerin otoritelerinin dayanak noktası olduğunu iddia ettikleri yasaları ihlal ettiklerini ileri sürer.
Resmi otoritelere başkaldıran toplumsal hareketler, güçlerini genellikle eylemlerinin sadece ahlaki olmakla kalmadığı, aynı zamanda bu otoritelerin ihlal ettikleri temel hukuki ve anayasal prensiplerin uygulamaya konulması için çaba gösterdikleri iddiasından almaktadır. Bu tür hukuki dayanaklar direnişe katılanları, kişisel politik tercihlerini kriminal yollarla yürütmeyip, aksine hukuki bir sorumluluğu yerine getirdikleri için daha da güçlendirmektedir. Bunun yanı sıra kontrolsüz eylemlerle hukuku ihlal etmeyip, aksine hukuku ihlal etmekte olan hükümetleri ve şirketleri yola getirme çabalarıyla birlikte hareketin halka olan etkisini güçlendirmektedirler.”
İtibarsızlaştırma işlerinde dilleri bu kadar fütursuz, gözleri bu kadar kara...
İkizdere örneğinden Brecher’ın anlatısını okursak, İkizdere’deki taş olcaklarının işletme süreleriyle ilgili Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Karaismailoğlu, yanıltıcı bilgiler veriyor, İyidere Lojistik Limanı planlarının ÇED raporunda açıkça, yeni bir taş ocağı işletmesi kurulmayacağı belirtilirken, en iyi taşın İkizdere’den alacaklarını söylemek suç işliyorlar. Diğer yandan Bakanlık, Cengiz İnşaat adına başvuru yapılması iddialarına sessiz kalarak, durumu unutturmaya çalışıyor.
Dolayısıyla illa bir marjinal aranacaksa, iktidarın yaklaşık son 20 yılda ağırlıklı olarak beşli çete ve türevleriyle gerçekleştirdiği enerji, altyapı, Hazine garantili mega projelerin ekonomik, ekolojik, toplumsal ve sosyal anlamda yarattığı tahribata bakması yeterli.
Baskıcı ve çatışma üretmekten başka hiçbir ihtiyaca cevap veremeyen otoriter rejimin en marjinalleştiği alan yandaş sermaye ile inşa ettiği beton ekonomisi çöktükçe doğaya yönelik saldırılar da o oranda artış gösteriyor.
O sebeple, ekoloji mücadelesi, emek, kadın ve demokrasi mücadelesi ile birlikte geleceğe sahip çıkma mücadelesidir. Esas kurtuluş bu mücadelelerin dayanışmasından ve geçişkenliğinden geçiyor.
Büyüknohutçu cinayeti: Dört yıl geçti, adalet hala sağlanamadı
Türkiye’de ekoloji aktivistlerine yönelik bilinen en büyük insan hakkı ihlali 9 Mayıs 2017 tarihinde Antalya’nın Finike İlçesi’nde yaşam alanlarını mermer ocaklarına karşı savunan Büyüknohutçu çiftinin öldürülmesi olarak kayıtlara geçti.
Toroslar ve Akdeniz Kıyıları Çevre Derneği Taş Ocaklarıyla Mücadele Platformu Sözcüsü Ali Ulvi Büyüknohutçu ve Ayşin Büyüknohutçu, Finike Kızılcadağ'da yaşadıkları dağ evinde ölü bulundu. Büyüknohutçu çifti bölgedeki taş ocaklarına karşı mücadele veriyordu. Açtıkları davayla Bartu Mermer Ocağı’nın kapanmasını sağlamışlardı.
9 Mayıs'ta yakınlarının aileye ulaşamadığı bilgisiyle çiftin evine giden komşuları jandarmaya haber verdi. Jandarma istihbarat ekipleri tarafından yapılan ilk incelemede cinayet olduğu tespit edilen olayla ilgili aynı bölgede oturan Ali Yumaç isimli kişi gözaltına alındı. Ali Yumaç’ın ardından gözaltına alınan eşi Fatma Yumaç 19 Mayıs’ta “yardım ve yataklık” suçlamasıyla tutuklandı.
Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu davasında savcılık “azmettiriciler kim” başvurusuna takipsizlik kararı verdi. Bunun üzerine çiftin kızı Emine Büyüknohutçu, soruşturmanın etkin yürütülmediğini belirterek dün itibariyle bir adalet kampanyası başlattı.
Soruşturma etkin yürütülmediği gibi davanın üstü kapatılmaya çalışılıyor, bu cinayetle ilgili karanlık noktalar halen aydınlatılabilmiş değil.
Artı Gerçek / 10.05.21