Türkiye'nin çoktandır 'iç siyasette' kullanışlı Suriye dosyası yeniden gündem. Ankara'nın Rusya ve İran ile mecbur kaldığı Astana süreci ve Soçi protokollerinde uzun süren tıkanıklığın ardından dikkat çekici gelişmeler oluyor. Birkaç yıldır Ankara ve Şam arasında 'istihbarat' düzeyinde temaslar biliniyordu. Hakikatte Fırat kalkanı, Zeytindalı ve Barış Pınarı harekatları temelinde 'bir gece ansızın gelebiliriz...' retoriğinin sahada tosladığı duvar ortadayken, ilk kez yeni bir yönelimin işaretleri belirdi.
Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, temmuz sonunda ABD ve Rusya'nın Türkiye ile anlaşmalarına bağlı kalmadıkları iddiaları eşliğinde, “Rejimin yapacağı operasyona da destek veririz. Ama rejimin ılımlı muhalefeti de terörist olarak görmemesi gerekir" dedi. 19 Temmuz'da Astana zirvesi sırasında Suriye Dışişleri Bakanı Faysal Miktad'ın da Tahran'a gittiği bilindiğinden 'kaşlar kalktı'. Ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, 5 Ağustos'ta Soçi'den dönüşte adeta 'yakınma' da içerecek şekilde Rusya Devlet Başkanı Putin'in sözlerini aktadı: "'Mümkün olduğunca bunları, rejimle birlikte çözme yolunu tercih ederseniz çok daha isabetli olur’ gibi bir yaklaşımı var." Ve akabinde Türkiye gazetesinde Putin'in de 'yönlendirmesiyle', Erdoğan ile Esad'ın telefon görüşmesi yapabileceği iddia edildi. Ayrıca iki tarafın bir 'sivil konsey' kurarak siyasi diyalog sürecini başlatacağı öne sürüldü. Son olarak Çavuşoğlu, 11 Ağustos'ta Büyükelçiler Konferansı'nda -aslında 11-12 Ekim'de gerçekleşmiş- Belgrad'daki Bağlantısızlar zirvesinde Suriye Dışişleri Bakanı ile 'ayaküstü' konuştuğunu söyleyiverdi. Ve perdeyi açtığı söylemini tekrarladı: "(Suriye'de) tek çıkar yolu siyasi uzlaşı. Teröristlerin temizlenmesi lazım. Kim olursa olsun, adı ne olursa olsun ama diğer taraftan muhalif olan Suriyelilerle rejim arasında bir barışın olması gerektiğini, Türkiye olarak da böyle bir durumda buna destek olabileceğimizi de söyledik."
Kızılca kıyamet koptu
Her birinin çıkış adresi Ankara olan siyasi diyaloğa dair bu iddialar Suriye devleti tarafından yalanlansa da kızılca kıyametin kopmasına yetti. Türkiye'nin konrolündeki Suriye topraklarında, Türkiye'nin destekledikleri gösteriler düzenleyip Türk bayraklarını yaktı. 'Neyin devrimi' olduğunu artık bildiğimiz 'devrimin' devam edeceği duyuruldu. Ankara'nın 'ihaneti' söylemleri bile devreye sokuldu. El-Kaide’nin Suriye kolu Nusra (HTŞ), Çavuşoğlu'nun açıklamaları için “Şiddetle kınıyoruz, Türkiye’nin siyasi ilkelerine yakışmıyor” buyurdu.
Bunun üzerine Türk Dışişleri Bakanlığı, 'Suriye halkına desteğin devam edeceği', Ankara'nın 'Cenevre'deki de dahil siyasi sürece bağlı olduğunu' açıkladı. Şimdi Ankara'nın tümden söz geçiremediklerinin yanında paraları bizzat ödenen İslamcı oluşumlar ortalığı teskine çalışıyor.
'Keşke'lik Suriye dosyası'
Öncelikle 'keşke...' diye başlamalı. 'Suriye' dosyası, Türkiye'nin 'İhvan çıkmazının' cisimleşmiş hali. Örneğin, 'Türkiye'nin laikliğini yitirmesi' temalı bir tez yazılırsa, rahatlıkla alt başlıklardan birisi olur. Bugün 'balık hafızalar' 10-12 sene geriye götürülebilir bir süreci bile güçlükle anımsıyor. Aslında izini 1980'lere dek sürebiliriz. Yani Suriye'nin bal gibi modernist ve ilerlemeci Baas idaresine yönelik İslamcı/monarşik saldırganlığına... Ne ki 2011'de Amerikan tipi 'demokratikleşme' sosuyla gelen 'çok renkli İhvan kuşağı' hayalleri suya düştüğünden beri, mevzu 'liberallerin hüsranı' ve 'Türkiye'nin İhvan çıkmazına' dönüştü. Esasında Türkiye siyasetinin en az 20 senelik görünümü bu 'adaptasyon sürecinin' ızdıraplarını ve çelişkilerini barındırıyor.
Vaktiyle Amerikan DIA belgelerine geçen 'Hama-1982' temasının arkasında yatan saldırganlığın detaylarını Cumhuriyet gazetesinde aktarmıştım. Aslen gerici Körfez'in planladığı, Türkiye'nin daha bir 'kenarından' katıldığı 1980'lerdeki bu saldırganlıktaki motivasyon, Şam ile kuruluştan bu yana gelen toprak anlaşmazlıkları (Hatay meselesi) ve karşılıklı güvenlik tehditleri belirlemişti. Ankara'nın derdi PKK iken, Şam'ın derdi hep İhvan'dı. Ankara'da ABD/AB destekli 'ılımlı İslam' projesi, eski devleti büyük ölçüde tasfiye edip Türkiye'yi neoliberal küresel modele tam manasıyla eklemlemeye soyunduğunda, motivasyon dönüşümündeki yoğunluk en çok da Suriye dosyasına yansıdı. Önce dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu öncülüğünde Şam'daki yönetim neoliberal modele İhvancılaşarak 'güzellikle' katılması için iknaya çalışıldı. İşe yaramayınca 'kaba kuvvet' devreye sokuldu. Suriye iç savaşı 1982'nin ortakları eşliğinde tetiklenmeye çalışıldı. Ancak 2012 yazında Şam'da darbe girişimi sonuçsuz kaldı. Bunun üzerine 911 kilometrelik ortak sınır ABD projesi için seferber edildi, sığınmacılar neoliberal müdahalenin aygıtı kılındı. Ne ki ABD destekli 2011'deki toplumsal alt-üst etme süreçlerinin Mısır ayağının jet hızıyla çökmesi işi değiştirdi. El Kaide ve IŞİD musibetlerinin saçıldığı bu süreçte 2011 'renkli devrimlerinden' Anglo-Amerikan dünyanın en sevdiği türden etnik ve mezhepsel dramlar yükseldi... O gün bugündür Türkiye için iç/dış politikanın da 'kilidi' haline geldi.
Baş döndüren geri adımlara karşılık Suriye takıntısı
Bugün dış politikada son 10 yılda atılan adımlar geri alınır, söylemler baş döndürücü biçimde değiştirilirken, Suriye 'ılımlı İslam' projesinin 'çaresiz' takıntısına dönüşmüş durumda.
Amerikan projesinin uygulamacısı olarak 'başarısız' olan Türkiye idaresi, komşusunun topraklarının bir kısmını yönetiyor, briket evler inşa ediyor. Sığınmacılarla Suriye artık Türkiye'nin iç sorunu, fakat bu ülke topraklarına yönelik 'güvenlik' iddialı her harekat daha fazla sığınmacı taşımaktan başka işe yaramadı. Bu iş bumeranga dönüşüp Türkiye sosyolojisini vuruyor. 'Pakistanlaşma' süreci devam ediyor. İnatla Suriye topraklarında bir 'milli ordu' kuruldu ama hükmü ancak İhvan ideolojisi ve el Kaide/IŞİD türevi ideolojiyi benimseyenlerle sınırlı. Yeni Osmanlıcılıktan devşirilen 'hakkın' bu unsurlarda bile karşılığı meçhul. (Bir kez daha anımsatalım, Davutoğlu'nun Hillary Clinton'la 'el şaklatma' dönemlerinde, Clinton'ın o dönemdeki elemanı, bugün ile Biden yönetiminin Ulusal Güvenlik Danışmanı olan Jake Sullivan'ın 'Suriye'de el Kaide bizim tarafımızda' diye yazdığı Wikileaks yazışmalarıyla ortaya serilmişti.)
Bir türlü çökertilemeyen Suriye devlet yapısı ve kırılamayan BM sistemi çerçevesindeki meşruiyeti var. Sonbaharda 'beceriksiz' Arap idareleri Arap Birliği'ni toplayıp Suriye'ye üyeliğini iade ederlerse, ortam daha da 'şenlenecek'.
Çoktan raydan çıkmış proje
Ankara, artık ABD'nin 'icracısı' değil. Zira ABD ile birlikte Suriye ulus devletini yıkarken, Türkiye'yi 'İhvancılık' paranteziyle federal yapıda genişletecek şekilde Kürt meselesini çözme yolunda 'zorlayıcı' hayaller çoktan suya düştü. Hatta döndü Türkiye'yi vurdu. ABD'nin 2003 işgalini müteakiben Irak'ın parçalanması sürecinde Kuzey Irak'ın inşasında kurulan ortaklık burada yeterince efektif yürümüyor. Zira proje çoktan raydan çıktı. Ve asıl belirleyici olan: ABD'nin eski mutlak hakimiyeti yok ve Rusya Federasyonu ve İran da denklemi belirliyor. İki ülkenin Suriye politikalarında her seferinde fos çıkan iddiaların aksine hiçbir temelden bir değişiklik yok. Astana sürecinin başından bu yana uluslararası konjonktürü de gözeterek sabırla Türkiye'nin hamlelerinin çerçevesini belirliyorlar. Suriye devletinin TSK'nın topraklarından çekilmesi ve silahlı gruplara desteği sona erdirmesi taleplerinde de milim oynama yok. ABD'nin vahşi Sezar yasasının hedefiyken yitirecek bir şeyleri de yok.
Artık mesele kimin daha önce 'pes edeceği' yarışına döndü. Son gelişmeler süreçten en büyük zararı gören ve kontrol edemez hale gelen Ankara'yı işaret etmekte. Her türlü hesabı-kitabı şimdilik bir kenara koyarak ve 'zararın neresinden dönülse...' şiarıyla, 'keşke...' denilmeli.
BirGün / 15.08.22