İngiltere’den seçtiğimiz makale Rusya ile Ukrayna’nın tahıl anlaşmasının iptal olmasının potansiyel sonuçlarını ele alıyor. The Guardian’a yazan Simon Jenkins, “Hayat kurtarmak için” Putin’le bir anlaşmaya varılması gerektiğini söylüyor.
Almanya’da çocuk yoksulluğu ile ilgili istatistikler açıklandı. Her dört çocuktan biri yoksul. Sosyal Demokrat-Yeşiller-Hür Demokratlar koalisyonu ordunun yeniden silahlanmasına öncelik veriyor ve temel çocuk yardımını fiilen iptal ediyor.
Fransa gündemi bir haftadır polislerin isyanı ile çalkalanıyor. Fransız Emniyet Genel Müdürünün suç işleyen polislerin, davaları bitene kadar cezaevine girmemesi gerektiğini söylemesi ve bu açıklamaların hükümet tarafından da ciddi tepkilerle karşılanmaması, demokratik kamuoyu tarafından kaygıyla karşılandı.
Putin ile yeni bir tahıl anlaşması yapılmalı
Simon JENKINS
The Guardian
Rusya-Ukrayna tahıl anlaşmasının kısa süre önce çökmesi milyonlarca kişi için felaket anlamına geliyor. Bir yıldır yürürlükte olan anlaşma, dünya gıda programına giden tahılın yüzde 80’i de dahil olmak üzere 1000 geminin Ukrayna’dan deniz yoluyla gıda ürünleri ihraç etmesine izin veriyordu. Ukrayna tahılının en büyük alıcıları Çin, İspanya, Türkiye ve İtalya olurken, tahılın yüzde 57’si Afganistan, Sudan, Yemen ve savaşın vurduğu Afrika Boynuzu da dahil olmak üzere açlık tehdidi altındaki 14 ülkeye gitti.
Rusya, Batı’nın kendi ticaretine uyguladığı çok sayıda yaptırımı gerekçe göstererek Ukrayna’nın Karadeniz üzerinden gıda ihracatını durdurdu. Bu yaptırımlar tarım ürünlerini kapsamasa da Vladimir Putin, 2022 anlaşmasından bu yana uygulanan yaptırımların iptal edilmesi halinde anlaşmaya devam edeceğini söylüyor. Bu arada, bu hafta St. Petersburg’daki zirvede Afrikalı liderlere Ukrayna’nın tahılını kendi tahılıyla değiştireceğini söylüyor. Bunun gerçekleşmesi pek olası değil; AB’nin de deniz taşımacılığını gerçekçi bir şekilde kara taşımacılığıyla değiştirmesi mümkün değil. Polonya kendi tahıl pazarına zarar vereceği korkusuyla şimdiden geçişe izin vermekten kaçınıyor.
Putin’in söylediği her şey yalan olabilir. Kremlin bir yalancılık abidesi ve Odesa’daki tahıl depolarını bombalaması da tam bir rezalet. Gıdayı yok etmenin Ukrayna’daki kara savaşıyla hiçbir ilgisi olmadığı gibi, Türkiye’ye doğru yol almaya çalışan tahıl tankerlerini batırmanın da yok. Ancak gerçek şu ki tahıl, ona en çok ihtiyacı olanlara ulaşmıyor. Bu insanlar bu savaşla hiçbir ilgisi olmayan ve Batı’nın büyük ve karmaşık modern bir ekonomiye uyguladığı en sert ticari yaptırımlarla savaşı tırmandırmasının uzak kurbanları olan insanlar.
Ortak hayırseverlik Putin’in teklifinin test edilmesini gerektiriyor. Bazen şeytanla anlaşma yapmak gerekir. Batı’nın uyguladığı yaptırımlar Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin gidişatını ya da olası sonuçlarını etkileme konusunda tamamen etkisiz kaldı. Rusya’nın sivil halkına ne kadar zarar verdiklerini anlamak bile zorken, Rusya’nın tamamen öngörülebilir misilleme yaptırımlarıyla Avrupalı enerji kullanıcılarına yüksek bir bedel ödettiler. Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası bile Rus ekonomisinin önümüzdeki yıl küçülmeden genişlemeye döneceğini tahmin ediyor. IMF tarafından şimdiden İngiltere’nin üzerinde bir büyüme oranına sahip olduğu hesaplanıyor. Dolayısıyla Batı, başarısız bir politikayı sürdürme tuzağına düşmüş durumda. Bu arada, en çok etkilenenler -Ukrayna’nın gıda ihracatının küresel tüketicileri- acı çekmelidir. Bu doğru olamaz.
Birleşik Krallık hükümetinin -ya da sanırım herhangi bir Batılı hükümetin- yaptırımları uygulamadan önce yaptırımların sonuçlarına ilişkin herhangi bir öngörüde bulunduğuna dair kanıt istedim ama bulamadım. Temel ekonomi bilimi, Rusya’nın 650 milyar dolar civarında olduğu söylenen devasa dolar rezervlerinin ekonomisini ciddi zararlardan koruyacağını öngörmeliydi. Misilleme yaptırımlarının Avrupa enerji ve gıda fiyatları üzerindeki etkisi de tahmin edilebilirdi.
Bu konu hiç tartışılmadı mı? Tüm kaynakları Ukrayna’ya savaş alanında yardım etmeye yoğunlaştırmak çok daha iyi olurdu. Modern ekonomik yaptırım Oppenheimer filmindeki Amerikan atom bombasına benzemeyen bir silahtır: Retoriği, gücü ve zarar verme kapasitesi yaratıcılarını o kadar heyecanlandırır ki pratik sonuçları ya da ahlaki etkileri üzerinde çok az düşünülür. Bir savaş silahı olduğu kadar bir inanç maddesi haline gelir ve bu nedenle tartışılamaz.
Henry Kissinger ve ondan önceki pek çok diplomat, sağlıklı bir dış politikanın çoğu zaman birbiriyle rekabet halindeki kötülükler arasında acı verici seçimler yapılmasını gerektirdiğini savunmuştur. Bu, Soğuk Savaş döneminde olduğu kadar bugün de geçerlidir. Arka planda anlaşmalara varılmalı ve kanallar açık tutulmalıdır. Şu anda dünya iklim kriziyle boğuşuyor. Ama ne kadar ciddi? Bu kesinlikle Çin’i yüksek miktardaki karbon emisyonlarını azaltmaya ve yeşil ekonomi için hayati önem taşıyan metalleri ihraç etmeye devam etmeye ikna etmek anlamına gelmelidir. Batı’nın Pekin’e karşı düşük yoğunluklu bir ticaret savaşı yürütmesinin ve buna bir de karalamayı eklemesinin anlamı nedir? İngiliz güvenliğine yönelik marjinal bir risk, küresel ısınmadan gerçekten daha mı önemli? Aynı şekilde, Ukrayna’da Putin’den nefret etmek, bedeli ne olursa olsun Rusya ile tüm ilişkileri durdurmamalıdır.
Filozoflar bir ülkenin dış dünya ile ilişkilerinde iyi ve kötü sonuçları dengeleyen bir algoritma icat edebilirler. İngiltere Afganistan ve Irak savaşlarına katıldığında, böyle bir algoritma o zamanki politikayı yönlendiren kendini beğenmişlik, yeni sömürgecilik ve askeri cazibe karışımından kaçınabilirdi. Sonuç olarak yüz binlerce insan öldü. Bu savaşların diplomasisi, Birinci Dünya Savaşı öncesine kıyasla neredeyse hiç ilerleme kaydetmedi.
Şu anda Ukrayna’da yaşanan ölümler doğrudan Putin’in sorumluluğundadır. Başka yerlerde yüz binlerce kişi daha ölürse, suçu da paylaşmalıdır, ancak pek çok sefaletin temel nedeni, pek çok kötü eylemi için gerekçe olarak gördüğü Batı yaptırımları olacaktır. Batı’nın en sevdiği saldırganlık silahı olan ekonomik yaptırımlara olan inancını zedelese bile, onu yumuşatmak için mümkün olan her kolu çekmeye değer.
Çeviren: Sarya Tunç
Geleceği karartılan gençlik
Gudrun GIESE
Junge Welt
Almanya’da kitlesel yoksullaşma ilerliyor. Bunun son kanıtı Federal İstatistik Dairesi tarafından çarşamba günü açıklandı. Kurumun rakamlarına göre, Almanya’daki yoksul çocukların sayısı geçen yıl arttı: Artık ülkedeki her dört çocuktan biri yoksul. Bu durumdan özellikle “Eğitim düzeyi düşük” ailelerden gelen çocuklar ve gençler etkileniyor. Bilindiği üzere, bu toplumun sosyal başarısızlığının yenilenen kanıtı resmi bir sınıflandırma gerektiriyor: Yoksulluk “çok boyutlu bir olgu” ve “Sadece finansal değil, aynı zamanda sosyal faktörlere de yansıyabilir.”
(…) Almanya’da durum Avrupa’yla kıyaslandığında özellikle vahim: Tüm AB ülkelerinin üçte ikisinde çocuk yoksulluğu daha düşük. İstatistikçilere göre çocuklar arasında “yoksulluk riski” en düşük yüzde 10.3 ile Slovenya’da, yüzde 13.4 ile Çek Cumhuriyeti’nde ve yüzde 13.8 ile Danimarka’da. En yüksek rakamlar ise Romanya’da yüzde 41.5, Bulgaristan’da yüzde 33.9 ve İspanya’da yüzde 32.2. Mutlak rakamlarla, 2022 yılında AB genelinde yaklaşık 20 milyon çocuk ve genç yoksuldu.
Almanya’da önümüzdeki yıldan itibaren adına yakışır bir temel çocuk parası uygulamaya konulursa, küçükler arasındaki yoksulluk azaltılabilir. Ancak Federal Maliye Bakanı Christian Lindner (FDP- Hür Demokrat Parti) bunun için sadece iki milyar avro ayırmak istiyor ki bu da sosyal örgütler ve sendikaların haftalardır hep bir ağızdan eleştirdiği gibi bu durumdan etkilenenlere ciddi anlamda yardım etmek için çok az. Bu arada Aile Bakanı Elisabeth Paus, zaten çok düşük olan on iki milyar avroluk ilk talebinden vazgeçerken, Yoksulluk Araştırmacısı Christoph Butterwegge nisan ayında Junge Welt gazetesine verdiği bir röportajda çocuk yoksulluğuyla etkin bir şekilde mücadele etmek için 20 milyar avrodan daha fazlasına ihtiyaç duyulacağını açıklamıştı.
20 milyar avro. Pazartesi günü Der Spiegel’e verdiği demeçte Savunma Bakanı Boris Pistorius’un açıkladığı üzere sadece Rheinmetall silah şirketinin yeni topçu ve tank mühimmatı için harcamak istediği miktar tam olarak bu. Savaş sevdalısı bakanın açıklaması koalisyon hükümetinin önceliklerinin altını bir kez daha etkileyici bir şekilde çiziyor: Silahlanma ve savaş, yoksullukla mücadele, eğitim ve barış çabalarından açıkça daha öncelikli.
Çeviren: Semra Çelik
Polis ve iktidar: tehlikeli bağlantılar
M.TABURET/A. CHAIGNIN/C. BAUER
Humanité
Fransız Emniyet Genel Müdürü (DGPN) Başkanı Frédéric Veaux’a göre, “Ağır bir suç işlemiş olsa bile” bir polis duruşmasını beklerken hapishanede uyumamalı. Bu ifadeler, bir röportajdan ziyade, Marsilya’da meydana gelen polis şiddeti olaylarının ardından gözaltına alınan ve daha sonra da tutuklanan Antisuç Birimi (BAC) üyesi bir polisin serbest bırakılmasını talep etmek için yapılmış açık bir çağrı olarak hafızalara kazındı. Bu sözler, hukukun üstünlüğüne bağlı olan ve bir polisin diğer vatandaşlar gibi yargılanması gerektiğini düşünen herkesin öfkesine ve tepkisine neden oldu. Sol partilerin temsilcileri, Yargıçlar Sendikası ve Eski Cumhuriyet Savcısı François Molins, polisin yargı kurumlarına baskı yaptığını açıklayarak bu duruma tepki gösterdiler. Polis sendikaları ise kendi şeflerinin bu pozisyonunu alkışlarla karşıladılar.
Hatırlatalım ki, bir vatandaşı plastik mermi ile vurup öldüresiye dövdükten sonra ölüme terk eden polisler gözaltı çıkışında meslektaşları tarafından alkışlarla karşılanmış, hatta ilerleyen günlerde tutuklama kararını protesto etmek için yüzlerce polis “hastalık izni” almıştı. Bu gelişmeler ise, Emniyet Genel Müdürü Frédéric Veaux’nun polislerin “Duygularını, hatta öfkelerini anladığını” belirtmesine neden olmuştu.
Pazar gününden itibaren Macroncu cephede rahatsızlık açıkça hissediliyor. Rönesans Milletvekili Mathieu Lefèvre’nin “Başkanın olağanüstü bir meslek yapan polislerin yanında olduğunu” söylemesine veya Çalışma Bakanı Olivier Dussopt’un “Polise karşı dava açmama” çağrısında bulunmasına bakarak, hükümetin güvenlik güçlerini karşısına almak konusunda gerçekten çekingen olduğunu anlamak mümkün. Öyle ki, Emmanuel Macron, “Ülkemizde polislerin yasaların doğru uygulanmasına hizmet ettiğini” açıkladıktan sonra, utangaç bir şekilde “Hiç kimsenin yasanın üstünde olmadığını” söyledi. Ertesi gün de aynı ifadeler, Başbakan tarafından neredeyse kelimesi kelimesine tekrarlandı.
Hükümet, polisten korkuyor mu?
Sosyolog Paul Rocher’a göre, hükümetin üniformalı görevlilere karşı fazla eleştirel görünmek istememe eğilimi kolayca açıklanabilir: “Devlet ya halkın gönüllü onayıyla ya da güç kullanarak işler. Ancak neoliberalizm, tüm halkın onayını elde edemez çünkü bu sistem, zenginliğin çoğunluktan azınlığa (ultra zenginlere) doğru yeniden dağıtılmasıdır. Bu da ancak sadece güç kullanarak yani polis marifeti ile yöneterek gerçekleştirilebilir.”
Aslında bu durum, François Mitterrand’ın 1983 yılında, polis saflarında bir isyanın ortaya çıkmaya başladığı dönemiyle paralellik içeriyor. Sosyalist Partili Mitterrand, o dönemde katı tutum benimsemiş ve olay emniyet genel müdürünün görevden alınmasıyla sonuçlanmıştı. Bugün ise ülkede desteği olmayan, mecliste çoğunluğu bulunmayan ve güçlü bir toplumsal muhalefetle karşı karşıya olan bir hükümet, polis gücünü bu şekilde arkadan vurmayı göze alamaz.
Hatta polislerin meslektaşları savunması ve adalet sistemine yönelik saldırıları yeni bir durum değil. Değişen şey, iktidarın verdiği yanıt. Siyaset Bilimci Sebastian Roché bu konuda “Bugün, hükümetin korktuğunu düşünüyorum. Görüyoruz ki güç dengesi çok kırılgan. Polis sendikalarının gücü, hükümetin dayanıklılığına bağlı olarak etkili olur” diyor. (…)
Çeviren: Eren Can
Evrensel / 30.07.23