Türkiye’de dinsel gericilik

(18 Aralık 2011 tarihli konferansın başlıktaki konuya ilişkin özel bölümüdür. TKİP IV. Kongresi’ne çalışma materyali olarak sunulmuştur…)

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 07 Ağustos 2016
  • 07:05

Bugünün Türkiye’sinde dinci gerici akımların koalisyonuna dayalı bir iktidar gerçeği ile yüz yüzeyiz. Hükümet olmakla işe başladılar ve gelinen yerde devleti de önemli ölçüde ele geçirmiş durumdalar. Orduyu hizaya getirdiler, devletin öteki kurumlarını büyük ölçüde ele geçirdiler ve her yeni gün yeni bir alanı ele geçirmek üzere de hamle üzerine hamle yapıyorlar. Şike yasasından tutunuz da bu Reyting ölçme örgütlerine yapılan operasyona kadar, bunların hepsi yeni yeni mevziler ele geçirmeye yönelik girişimler. Ellerinden gelse ele geçirmedik yer bırakmayacaklar.

Devrime karşı dalgakıran

Dinsel gericiliğin siyasal bir güç olarak toplumda bu kadar öne çıkmasını ve etkin olmasını tarihsel bir bakışla ele almak, bu olgunun tarihi köklerine ve zaman içindeki evrimine bakmak durumundayız. Bugün bir Fethullah Gülen fenomeni, onun adıyla anılan bir gericilik odağı ile karşı karşıyayız örneğin. AKP hükümeti ama yanı sıra “cemaat” diyoruz. Zira söz konusu olan gerçekte bir koalisyon, bir parti ile bir cemaatin koalisyonu. Tayyip Erdoğan partisi ile Fethullah Gülen cemaati arasında bir koalisyon.

Peki kim bu Fethullah Gülen? 1960’larda Erzurum Komünizmle Mücadele Derneği’nin başındaki adam. Nedir Komünizmle Mücadele Derneği? 1960’lar Türkiye’sindeki büyük sosyal uyanışa karşı alınacak önlemler kapsamında Amerikan emperyalizminin tavsiyeleri üzerine yaratılan karşı-devrimci organizasyonlardan biri. ‘60’lı yılların başında CIA uzmanları Türkiye’de incelemeler yapıyorlar ve gelişmekte olan sosyal uyanışa dikkat çekerek, öteki önlemler yanında dinin siyaseten etkin bir biçimde kullanılmasını Türkiye’yi yönetenlere önemle tavsiye ediyorlar. Komünizmle Mücadele Dernekleri de buna yönelik adımlar kapsamında gündeme geliyor. Doğrudan CIA tarafından finanse edilen kontrgerilla hizmetinde bir organizasyon olarak. Fethullah Gülen ve “cemaat” gerçeğini tam olarak anlayabilmek için bu temel gerçeği de önemle göz önünde bulundurmak gerekir.

Evet, ‘60’lar Türkiye’sinde kendini günden güne hissettiren bir sosyal uyanış var. 31 Aralık 1961’de Saraçhane’de büyük bir işçi mitingi var örneğin, grev hakkı için. Bu mitinge katılım konusunda değişik rakamlar var, sık tekrarlananı 250 bindir. Bunu Türkiye işçi sınıfının o günkü sayısal durumu ile birlikte düşüneceksiniz. Bu, Türkiye işçi sınıfının kendi istemleri üzerinden sınıf olarak sahneye çıkışıdır. Salt sendika hakkı değil, fakat grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı için 250 bin işçinin o günün ölçüleriyle dev bir kitle olarak bir araya gelmesi ve böyle bir talepte bulunması, temel önemde bir sosyal uyanış belirtisidir.

1963 yılında Kavel Kablo’da fiili bir grev var, büyük yankılar yaratan. Bu direniş, bu fiili grev, Türkiye’de grev hakkının sökülüp alınmasında bir dönüm noktasıdır. Soluklu bir direniştir, aylarca sürmüştür. Sonuçta bunun ardından grev hakkı yasalaşmıştır. Grev hakkının çalışma bakanı Ecevit sayesinde yasalaştığı boş bir efsanedir. Grev hakkı gerçekte Saraçhane Mitingi’yle başlayan, Kavel grevinden geçen süreçlerle koparılıp kazanılmıştır. Dönemin çalışma bakanı olarak Ecevit’e düşense, bunun biçimsel yasal gereklerini yerine getirmek olmuştur.

1965 yılında Zonguldak’ta büyük bir işçi direnişi var, iki işçinin ölümü ile sonuçlanan... Bu büyük işçi direnişine karşı paraşütçü birlikleri üzerinden hava kuvvetleri bile harekete geçiriliyor. Zonguldak askeri bölge ilan ediliyor, sıkıyönetim uygulamasına geçiliyor. İşçi sınıfının ortaya koyduğu büyük mücadele potansiyeline örnekler olarak veriyorum bunları. Ortada daha henüz ne sol hareket var, ne de bildiğimiz şekliyle Türkiye İşçi Partisi. Türkiye İşçi Partisi’nin sola açılması 1962 yılında Mehmet Ali Aybar ve sol aydınların partiye katılımı ile başlamıştır. Ama gene de Türkiye İşçi Partisi adımının kendisi bile Türkiye’deki sosyal uyanışın temel önemde bir işaretidir. Bir kısmı ilerici ve daha sonra DİSK kurucusu bir grup sendikacının işçi sınıfı adına bir parti kurmaya girişmeleri bile başlı başına önemli bir olaydır. Bu sınıf adına siyasi yaşama bir taraf olarak katılım eğiliminin bir yansımasıdır.

Demek istiyorum ki, Amerikan uzmanları işte böyle verilerden hareketle, ciddi bir dinsel siyasal akımın şekillendirilmesinin Türkiye için bir ihtiyaç olduğunu saptıyorlar ve ülkeyi yönetenlere tavsiye ediyorlar. Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri’nden tutunuz da Menderes döneminde zaten oy depoları olarak siyasi yaşama etkin bir katılım gösteren tarikat ve cemaatlerin önünün hepten açılmasına kadar dinsel gericiliğin bu harekete geçirilişi, kurulu düzenin sosyal uyanışa ve sola karşı karşı-devrimci bir önlemdir. Her biçimiyle örgütlü dinci gericilik devrimci gelişme tehlikesine karşı bir dalga kıran olarak harekete geçirilmiştir, olayın tarihsel ve politik anlamı budur.

Dinsel gericiliğin Türkiye’de politik bir iddia ile sahneye çıkışının kökeninde, Amerikan emperyalizminin hizmetinde devrimci kanı dökmek var. 1969’daki Kanlı Pazar olayı bunun bir örneğidir. Saldırı çağrısını yapanlardan biri Mehmet Şevki Eygi’dir; bu sicilli gerici bugün hala da bir yazar olarak etkindir, İslamcı camiada önemli bir adamdır. Sopalı bıçaklı dinci güruh, Amerikan emperyalizmine karşı yapılan büyük kitlesel gösteriyi kana buladı, iki ilerici insanı bıçaklayarak öldürdü. 1963’te kurulan ve 1965’ten itibaren hızla çoğalan Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri’nin temel misyonu budur, Amerikan emperyalizminin hizmetinde devrimci kanı dökmektir. Fethullah Gülenler o zaman da ABD şahsında emperyalizmin kucağında idiler, şimdi de... Adamın on küsur yıldır ABD’yi mekan seçmesi rastlantı değil elbet. Kendisi tam olarak CIA denetiminde ve emperyalizm ile siyonizmin hizmetindedir.

12 Mart’ta dinci Milli Nizam Partisi de usulen kapatıldı. Necmettin Erbakan yurtdışına kaçtı. Çok geçmeden biri Kemal Sunalp olmak üzere kontrgerilla mensubu iki özel harpçi subay gidip İsviçre’de kendisiyle görüştüler, dönüp yeniden partisini kurmasını istediler. Nedeni yeterince açık olmalı.

Yine de ‘70’li yılların ikinci yarısındaki devrimci yükseliş döneminde dinci gericilik geri planda kaldı. Zira bu dönem öne sürülen, şoven milliyetçiliği bayrak edinmiş faşist MHP, ona bağlı paramiliter güçler idi. Kurulu düzen dinci gericiliğin yanı sıra şoven milliyetçiliği de devrime karşı dalga kıran olarak hazırlamıştı ve ‘70’li yıllarda bu ikincisi ön planda idi. Daha ‘60’lı yıllarda bir taraftan Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri de içinde saldırgan dinci gericilik örgütlenirken, öte taraftan faşist paramiliter bir yapılanma olarak MHP eksenli komando kampları kuruluyor ve bu kamplarda toplumsal mücadelelere karşı kullanılacak faşist çeteler eğitiliyordu. Bu çerçevede ‘70’li yıllarda özel harpçi Türkeş’in misyonu öne çıktı.

Bu vesileyle vurgulamam gereken temel önemde bir gerçek daha var. Türkiye gericiliğinin dincisi milliyetçi, milliyetçisi ise aynı ölçüde dincidir. ‘70’li yıllarda MHP’nin temel sloganlarından biri, “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar müslüman!” idi. Yani faşist 12 Eylül rejiminin Türk-İslam sentezi ideolojisi, daha bu zamandan şiarlaştırılmış biçimi ile vardı. Genel olarak milliyetçilik ümmetçilikle, tersinden de ümmetçilik milliyetçilikle bağdaşmadığı halde, bunların şoven milliyetçisi dinci, dincisi ise şoven milliyetçidir.

MHP faşist-paramiliter bir örgüt olarak ‘70’li yıllarda önplanda olduğu için, o dönem dinsel gericilik biraz geri planda kaldı. Kurulu düzen için o gün asıl ihtiyaç faşist MHP idi. MHP’de yuvalanmış faşist çeteler ile dönemin kitle mücadeleleri provoke edilmeye, silahlı terörle sindirilmeye çalışılıyordu. Bu arada 12 Eylül faşist darbesini meşru kılacak provokasyonlar örgütleniyordu. MHP’li militanlar kullanılarak aydınlar, akademisyenler, gazeteciler, sendikacılar öldürtülüyordu. Sayısız provokasyonlar, bombalamalar, kitlesel katliamlar örgütleniyordu. Çatlılar, Kırcılar vb. bu dönemin, bu kirli ve karanlık misyonun ürünü ve basit piyonları idiler.

12 Eylül rejiminin dolaysız ürünü

12 Eylül faşist askeri darbesiyle birlikte ise “Türk-İslam sentezi” artık açıkça devletin resmi ideolojisi haline getirildi. Daha öncesinde Aydınlar Ocağı türünden gericilik yuvalarında bunun teorisi yapılıyordu. 12 Eylül’le birlikte ise cunta eliyle devletin resmi ideolojisi katına çıkarıldı. Türkeş sıkıyönetim mahkemelerinde, yerinde bir ifadeyle, “biz içerdeyiz ama fikirlerimiz iktidarda” diye yakınıyordu.

Dinci gericiliğin örgütlü bir kuvvet olarak toplum yaşamında etkin biçimde önplana çıkışında 12 Eylül gerçek bir dönüm noktası oldu. 12 Eylül ile birlikte bizzat 12 Eylülcüler (siz Amerika emperyalizmi olarak anlayın, çünkü yularları olduğu gibi ABD’nin elindeydi) İslamı, dinsel gericiliği, genel olarak dini çok özel bir tarzda palazlandırdılar. Kuran kurslarının yaygınlaştırılması, yeni yeni imam hatip okullarının açılması, dinsel düşüncenin devletin eğitim, kültür ve propaganda aygıtlarıyla sistemli bir biçimde topluma pompalanması, din derslerinin zorunlu hale getirilmesi, Alevi köylerine bile camiler yapılması, dinci faaliyetler için Suudi Arabistan’dan gizli fonlar temin edilmesi demek olan Rabıta olayı, tüm bunlar 12 Eylül askeri faşist rejiminin icraatlarıdır. Çok özel bir programla, çok özel bir yönelimle devlet, arkasında Amerikan emperyalizmi ve egemen sınıf, dine ve dinsel gericiliğe geniş bir alan açtı. Bu aynı sürecin öteki yanı ise sosyal mücadelenin dizginlenmesi, devrimci akımların ezilmesi ve böylece burjuva gericiliğinin her türü için, özellikle de dinsel gericilik için meydanın düzlenmesidir.

Biz marksistler din sorununu materyalist bir bakış açısıyla ele alırız. Emekçi sınıflar içerisinde dinsel düşüncelerin neden ve nasıl güçlendiğinin materyalist bir açıklamasını yaparız. Dolayısıyla dinsel gericiliğe karşı mücadeleyi de bu zemine oturturuz. Emekçinin, sermayenin baskısı ve sömürüsü karşısındaki çaresizliği, onda “öteki dünya” umudunun ve genel olarak dinsel düşüncenin de zeminidir. Emekçi yoksul, örgütsüz ve çaresizse, sığınacak alan arar. Acılarını dindirecek zemini dinde, öbür dünya umudunda ve avuntusunda bulur.

12 Eylül’ün bir yanında askeri faşist darbenin siyasi programı, öteki yanında 24 Ocak Kararları’nda somutlanan ekonomik program var. Bu ikincisi, büyük bir sosyal yıkım, emekçi için yokluğun ve yoksulluğun katmerleşmesi demektir. Tam da faşist askeri darbenin yarattığı siyasal koşullar nedeniyle, emekçinin tüm bunlar karşısında eli kolu bağlı kalması, bu geniş çaplı sosyal yıkım karşısındaki çaresizliği ise, sorunun öteki yönüdür. Bir tarafta yokluğun, yoksulluğun dipsiz kuyusu, öte yanda buna karşı bir çaresizlik durumu. Bu emekçinin özgüvenini yıkar, onu gerçeklerden ve ilerici değerlerden koparır, kaderciliğe, her türden mistik inanca, özellikle de dine yöneltir. Bu, dinsel etkinin serpilip gelişebileceği en verimli sosyal-kültürel atmosferdir.

İzlediği politikalarla bu atmosferi 12 Eylül askeri rejimi bizzat yarattı. Ekonomik ve sosyal yıkım politikalarıyla emekçiyi yoksulluğun dipsiz çukuruna itti ve topluma soluk aldırmayan baskı ve terör rejimiyle de buna karşı bir şey yapamaz duruma düşürdü. Yoksul ve çaresiz emekçi böylece kaderciliğin, dinin, giderek dinsel gericiliğin pençesine düştü. Emekçi bilinçli ve örgütlüyse, düzenin kendisi için yarattıklarına karşı fiili eylemin içindeyse, samimi duygularla dinsel inancı olsa bile, din onun için geri planda bir olaydır. Onunla tanrı arasında bir mesele sınırlarında kalır. Dinin emekçi için sosyal ve siyasal yaşam alanı haline gelmesi, tam da 12 Eylül politikalarının yarattığı toplumsal-siyasal iklimde gerçekleşti. Dinin ve dinsel gericiliğin devlet eliyle güçlendirilmesi Kürt uyanışının ardından yeni boyutlara taşındı. Kürdistan’da tarikatlar ve cemaatler desteklendi, Hizbullah denilen cinayet şebekesi devlet eliyle beslenip palazlandırıldı. Bütün bunların üstüne daha bir de dünyadaki olaylar, ‘89’daki o büyük çöküş bindi. Dünyayı saran genel gericilik atmosferi her türden bilim dışı düşünceye ve inanca, özellikle de dine geniş bir alan açtı. Bütün bunlar Türkiye’de sosyal demagojiyi de çok iyi kullanan dinci gericilik akımının sürekli biçimde güç kazanmasını beraberinde getirdi.

Tabloyu ne kadar tam vermeye çalışsam da, bazı şeyler gene de eksik kalıyor. Örneğin ABD’nin “yeşil kuşak projesi”nin etki ve sonuçlarından ya da İslami bir rejimle sonuçlanan İran Devrimi’nin getirdiği ideolojik ve moral etkiden söz etmiş değilim henüz. Buna 1980’li yıllarda Afganistan ve ‘90’lı yılların başında Bosna ve Çeçenistan olaylarının geniş çaplı gerici etkisini ekleyiniz. Dinsel gericiliğin beslenme ve güçlenme kaynakları gerçekte dile getirdiklerimden çok daha geniş demek istiyorum.

Sonuçta ‘90’lı yılların ortasına ulaştığımızda, İstanbul’da belediye başkanlığına, ülke genelinde en büyük parti olabilecek bir gelişme aşamasına ulaştı dinci gerici akım. Solu ve sosyal mücadeleyi ezip, yoksulluğu emekçiye sistemli bir şekilde dayattıkları o aynı süreç, beraberinde dinsel gericiliğin gelişmesi, güçlenmesi, palazlanması ve artık iktidarda pay talep edebilmesi düzeyine ulaşmasını sağladı. Dinin ve dinsel gericiliğin önünü her yolla açanların varmak istedikleri nokta belki bu değildi. Onlar dini emekçileri ve yoksulları tutacak bir barikat olarak düşünüyorlardı. Ama parlamenter rejimin işleyişi içinde dinin o pasif etkisi siyaset alanına etkin bir biçimde taşındı. Bütün bir ‘80’li yıllar boyunca en iyi biçimde hazırlanan ve kadrolaşan dinci akım oluşan zeminden en iyi biçimde yararlanmasını bildi.

ABD’nin de burada çok hazırlıklı olduğu, kendi dolaysız çabalarıyla oluşan bu yeni toplumsal durumu çok iyi değerlendirdiği görülüyor. Daha ‘90’lı yılların başında, Ortadoğu için sürekli politikalar üretiyor. Büyük Ortadoğu projesi geliştiriyor ve bunun içinde Türkiye’ye, “ılımlı İslamcı” bir kimlik üzerinden Ortadoğu’da oynayabileceği bir misyon tanımlıyor. Tayyip Erdoğan daha İstanbul belediye başkanı iken Amerikan büyükelçileri, bazı Amerikan kuruluşları kendisiyle yakinen ilgileniyorlar. Sonradan açığa çıkan veriler Tayyip Erdoğan’ın bugünkü misyona adım adım hazırlandığını tüm açıklığı ile gösteriyor. Erbakan’ın gerici burjuva sınırlarda da olsa kendine göre belli milli duyarlılıkları vardı. Bunun bir yanı, kaba batı düşmanlığına dayalı popülist boş laftı. Ama öteki yanında, Anadolu’nun geleneksel orta katmanlarının, emperyalizmle olan nispeten sınırlı bağlarından dolayı, ona karşı mesafeli tutumu vardı. Dinsel gericilik düne kadar büyük ölçüde Anadolu’nun bu geleneksel orta sınıf katmanlarının temsilcisi oldu. Ama AKP ile birlikte büyük sıçramasını yaptı, tekelci büyük burjuvazinin partilerinden biri haline geldi. Onun bir kesiminin, bugünkü biçimiyle MÜSİAD’larda, TUSKON’larda temsil edilen kesiminin, politik eğilimini temsil eder oldu. Artık dinsel gericilik Türkiye’de büyük burjuvazinin bir kanadının dolaysız siyasal temsilcisidir. Bugünkü siyasi tablo içerisinde ise toplamının genel çıkarlarının temsilcisi...

ABD’nin “ılımlı İslam” projesiyle neyi hedeflediğine bugünün siyasal olguları üzerinden bakalım. Tayyip Erdoğan Tunus ve Mısır olaylarının ardından bir Ortadoğu turu gerçekleştirdi. Mısır parlamentosundaki konuşmasında “Kişiler müslüman ama devletler laik olur” dedi. Bunu şeriatçı ideoloji ve kültürle eğitilmiş biri söylüyor. Sayın ki onun ağzından ABD söylüyor. ABD’nin koltuklamasıyla Türkiye’de başbakan olmanın karşılığıdır bu. Tayyip Erdoğan Mısır’a gidiyor, burada iktidar olmak şansı kazanmış İslamcı akıma Amerikan akılları veriyor. Aynısını Tunus’ta yapıyor. Ve bakıyorsunuz, Fas’tan Tunus’a kadar etkin konum kazanan İslamcı partiler, “Model ülkemiz Türkiye ve model partimiz AKP” diyorlar. Yani Amerikancı “ılımlı İslam”!

Tayyip Erdoğan’ın Mısır ve Tunus’taki söylemi, AKP’nin Ortadoğu’daki Amerikancı misyonunun temel önemde bir boyutudur. Türkiye’nin omzu kalabalık generallerinden bir kısmını içeri tıkma kolaylığının sırrı da buradadır. Türkiye’de ABD çıkarlarına en iyi biçimde hizmet etmekle kalmayıp, bunu aynı şekilde dışarıda, tüm bölgede yaparsanız, ABD size o desteği elbette ki verir. Daha doğrusu ABD size o desteği verdiği içindir ki siz bunu şimdi böyle yapıyorsunuz, böyle yapmak zorunda kalıyorsunuz.

(...)