“Gök kubbenin altında kargaşa var; işler yolunda…” Bu sözlerin Mao’ya ait olduğu söylenir. Belgelenmemiştir, ama, diyalektik ustası bu büyük devrimciye yakışır. Türk halkının da benzer bir özdeyişi var: “Nerede hareket, orada bereket…”
2019’un sonlarında da dünyamız kargaşa içinde. “Kargaşa”, yani hayatın olduğu gibi sürmesini reddeden kalabalıkların kalkışması…
Nerelerde? Son bir-iki ayı sıralayalım: Şili’de, Haiti’de, Ekvador’da, Irak’ta, Katalonya’da, Lübnan’da… On yıl öncesini hatırlarsak liste uzayacaktır.
Peki, Mao’nun umduğu gibi “işler yolunda mı?” Mao, anarşist değil, Marksisttir. Yapıtlarında da, kargaşanın devrime dönüştürülmesini tartışmıştır.
Biz sadece ülke örneklerini incelemekle yetinebiliriz. Bu yakınlarda, izleyebildiğim kadarıyla Ekvador’a, Bolivya’ya değinmiştim. Bugün de Şili’den hareket etmek istiyorum.
Pinochet sonrasında Şili
Şili, Pinochet darbesinin mirası olan sosyo-ekonomik dönüşümün sancılarını hâlâ çekmektedir.
Bir hatırlatma ile başlayalım: Pinochet, 1973 darbesinden iki yıl sonra ekonomiyi Friedman’ın öğrencilerine (“Chicago boys”a) teslim etti. Bu ekip, Şili ekonomisini bir “sosyal mühendislik projesi” içinde yeniden tasarladı; belli ölçülerde biçimlendirdi.
Kapitalizmin Altın Çağı’na özgü refah devleti (sosyal devlet) defterini kapatmayı hedefleyen ilk toplumsal deney bu ülkede gerçekleşti. Şili, bölüşüm ilişkilerinde siyasî iktidarı büyük ölçüde devre dışı bırakan adımları, Thatcher İngiltere’sinden erken attı.
Kısacası Şili, “neoliberalizmin ilk laboratuvarı”dır. Emeklilik, sağlık sistemlerinin özelleştirilmesinde, piyasalaşmasında çok sayıda Batı ve “Güney” ülkesine örnek oldu.
Pinochet rejiminin son bulmasını izleyen yirmi yıl boyunca Şili’yi, Hristiyan Demokrat ve Sosyalist partilere dayanan Concertation (Merkez Sağ / Sol) İttifakı yönetti. Önce öğrencilerin, sonra emeklilerin sert kalkışmaları, eğitim ve sosyal güvenlik sistemlerinin adaletsizliğini hafifletebildi; ama sadece bir nebze... Sonraki yıllarda kapitalist sistemin temel doktrini haline gelen neoliberal ekonomik modelin ana yapısı Şili’de de ayakta durdu. Ülke, Latin Amerika’yı 2000 sonrasında etkileyen “pembe dalga”nın dışında kaldı.
Bugünkü başkan Sebastian Pinera ise, Concertation İttifakı’na sağdan muhalefet ederek ve ödünsüz neoliberalizmin temsilcisi olarak siyasete girdi; 2010-2014 döneminde Şili’yi yönetti. Dört yıl aradan sonra sol siyasetteki bölünme, bu milyarder siyasetçiyi ikinci kez (Mart 2019’da) başkanlığa getirdi.
Ekim 2019: Bir “vaha” kâbusa dönüşürken…
7 Ekim 2019’da lise öğrencileri başkent Santiago’daki metro zammını, turnikeleri aşarak protesto etti. Başkan Pinera öğrencileri çapulculukla suçladı.
Metro zammı ve Pinera’nın umursamazlığı, “bardağı taşıran damla” oldu; bir hafta içinde diğer kentlerde de yüzbinler meydanlara döküldü. İkinci hafta sonunda Pinera OHAL ve geceleri sokağa çıkma yasağı ilan etti. Pinochet döneminin işkenceci bir generalinin oğlu, OHAL’in başına getirildi. Göstericilere silah sıkıldı.
Protestolar isyana dönüştü. Kundaklama, yağmacılık yaygınlaştı. Ekim sonunun bilançosunda 23 ölü, gözaltında 4316 kişi, 166 ağır işkence, cinsel taciz iddiası yer alıyor.
(Victor Jara’nın dul eşi Joan Jara ile Guatemela’lı Nobel barış ödüllü Rigoberta Menchú, Santiago’da protesto yürüyüşünde…)
Pinera, 29 Ekim’de “halkın sesini duyduğunu” itiraf etti; sekiz bakanını görevden aldı; istifa etmeyeceğini açıkladı. Kasım’da Santiago’da yapılacak iki uluslararası toplantıyı (APEC zirvesini ve Birleşmiş Milletler İklim Konferansı’nı) iptal etti.
Sadece yüzde 3’lük metro zammı "sembolik” görülebilir; ama öğrendiğimize göre başkentin metro sistemini genişleten Transantiago projesi baştan beri pahalı bir yatırım olarak eleştirilmişti. Pinera’nın ilk başkanlık döneminde metro fiyatlarına bir dizi (toplamda enflasyonu yüzde 40 oranında aşan) zam uygulanmış. Santiago’da ulaşım giderleri, bugün asgari ücretin yüzde 21’ine ulaşmaktaymış.
Kalkışmaların hızla başkent dışına yayılması da, metro sorununu aşan bir muhalefet dalgasını yansıtmaktadır: Pinochet döneminin mirası olan neoliberal düzenin tümüne Şili halkının birikmiş tepkisi…
“OECD içinde en eşitsiz ülke” Şili’dir; ama Başkan Pinera isyanın arifesinde aynı ülkeyi, “Latin Amerika kargaşası içinde bir vaha” olarak nitelemişti. Bir ay sonra “vaha”da patlak veren isyan finans çevrelerini şaşkınlığa sürükleyecekti.
İşte, bünyesinde “bereket tohumları” taşıyan bir halk kalkışması örneği… İki hafta önce dönek-gerici Başkan Moreno’yu (geçici de olsa) yenilgiye uğratan Ekvador emekçilerinin, özgün halklarının kalkışması gibi…
Ancak hasat, henüz kaldırılmamıştır.
“Bereket” getirmeyen hareketler…
“Dünya kargaşa içinde” tespiti, çeşitli coğrafyalarda iktidarlara dönük sert protesto eylemlerinin yaygınlaşmasına dayanıyor.
Ancak, yakın geçmişte, emperyalizmi ve egemen düzeni pekiştirmek için sokaklara dökülen kalabalıklara da tanık olduk.
Hatırlatalım: 2011 sonrasının “Arap Baharı", emperyalizmin cihatçı akımlarla sürüklediği kanlı “rejim değiştirme operasyonları”na dönüşmedi mi? Brezilya’da toplu taşıma zamlarına karşı başlatılan protestolar, hedef değiştirerek adım adım Rousseff ve Lula’ya karşı bir “sivil darbe” ile sonuçlanmadı mı?
Daha yakına gelelim: Bolivya’ya geçen hafta değindim. İlk turda seçimi kazanan sosyalist Evo Morales’in başkanlığını tanımayan “beyaz” kalabalıklar “ikinci tur” çağrısı ile kent meydanlarına yığılıyor; askerî darbe kışkırtılıyor.
Hong Kong’da “turuncu” renkler…
Devam edelim: Hong Kong’da aylardan beri öğrencilerden, beyaz yakalılardan oluşan kalabalıklar kent yönetimine karşı kalkışma içindedir.
Görünüşte, Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) ile Britanya arasında 1997’de imzalanan “tek ülke, iki sistem” anlaşmasının uygulanması protesto ediliyor. Kalkışmanın temsilcileri ABD Kongresi’ni devreye sokuyor. “Bağımsızlık” çağrıları, sömürge dönemi özlemini yansıtıyor.
Batılı “devlet dışı kurumlar”ın desteği açıktır. Beklenti, kentteki Çin garnizonunun veya doğrudan doğruya ÇHC silahlı güçlerinin Hong Kong’da kan dökmesidir. Çin topraklarına da taşınabilecek bir “turuncu devrim tasarımı…”
Hong Kong sokaklarında devrimci filizlenmeler algılayan solcular yanılıyor. Emperyalizm, SSCB projesini Çin’de hortlatma özleminde ısrarcıdır. Çin Komünist Partisi’nin Çin’i yönetemez duruma sürüklenmesi belirleyicidir. Hong Kong bu doğrultuda bir deney işlevi görmektedir.
Çin kapitalizmi ile mücadele Çin işçi sınıfının ve Çin Marksistlerinin görevidir; Batılı solcu aydınların değil...
Lübnan ve Irak’a dikkat…
2011 sonrasındaki Mısır, Libya, Suriye deneyimleri, Orta Doğu kalkışmalarına da kuşkuyla bakmamızı gerektiriyor.
Lübnanlı Marksist dostum Ali Kadri, Lübnan kalkışmasını inceleyen bir yazısını bana yolladı. Bu ülkedeki gelişmeler üzerinde dört vurgulama yapıyor. Özetleyeyim:
İlk olarak, kanlı, uzun bir iç savaş sonrasında Lübnan devlet yapısı (dinleri de içeren) mezhep ayrışmasına göre düzenlenmiştir. Bu kurumlaşma, siyasete istikrar getirmiştir; ama, sınıf karşıtlıklarının perdelenmesini de kolaylaştırmıştır.
İkincisi, Lübnan halkı uluslararası finans kapitalin ve işbirlikçilerinin ağır sömürüsü altında ezilmektedir. Toplumsal çürümeye karşı halk sınıflarının tepkisi haklıdır.
Üçüncü olarak bu tepki, mezhep ayrımlı devlet kurumlaşmasına son verme çağrısına dönüşmüştür ve tehlikelidir. Bugünkü siyaset yapısı içinde güvenceli konumları olan Şiiler ve onları temsil eden Hizbullah hareketi, bu durumu yitirmek istemez. Sokak muhalefetiyle Hizbullah militanları arasında patlak veren çatışmalar bu gerilimden kaynaklanıyor.
Son olarak, İsrail’i yenilgiye uğratan tek silahlı örgüt olan Hizbullah’ı güçsüzleştiren siyasî reform talepleri, emperyalizmin Orta Doğu projelerine hizmet edecektir. “Devrimci ideolojiden yoksun bir devrim hareketi, Lübnan solu için de felaket olabilecektir.”
Ali Kadri’nin bu tespitleri, Lübnan kalkışmasını alkışlamakta acele eden sol çevreler için uyarıdır.
Benzer tespitler, bugünlerde Irak’ı sarsan kalkışmalar için de geçerli olabilir. Ayaklananlar İran bağlantılı hedeflere, hatta konsolosluklara saldırmaya başladı. Arka planında İsrail, Suudi, ABD parmağı olamaz mı? Soruyu, “paranoyak bir tepki” diye geçiştiremeyiz.
soL / 08.11.19