3 Kasım’da bu köşede yayınlanan “24 Ocak’tan bugüne: Sermaye de sefalet de birikmeye devam ediyor” yazıda, iktidarın “düşük faiz-yüksek kur” politikasının bir “çılgınlık” değil, sınıfsal bir tercih olduğunu söylemiştik. Çünkü Türkiye’nin Çin’in yerine Batının tedarik üssü olması hayalleri, “ihraç edilecek ürünlerin döviz cinsinden fiyatının ucuz olması”nı ve “maliyetlerin düşürülmesi için de ücretlerin aşağıya çekilmesi”ni zorunlu kılıyordu.
İhracatın artırılması adına faizlerin enflasyonun altına indirilmesi suretiyle yerli paranın değerinin düşürülmesi, iktidarın planlı programlı bir devalüasyon politikası izlediğini gösteriyordu ve bu da 24 Ocak Kararları’nın güncellenmiş bir versiyonu anlamına geliyordu. Bunu yazıda şöyle anlatmıştık:
“Netice itibariyle AKP, bu yönelimiyle 24 Ocak Kararları’nın ruhuna uygun bir şekilde yoluna devam etmiş, hatta kurduğu köleci emek rejimiyle onu mantıksal sınırlarına taşımış oldu. Kuşkusuz özellikle büyük sermayenin gidişata dair birtakım kaygıları var ama yine de bu, onlar da dâhil olmak üzere bütün sermaye fraksiyonların kârlarına kâr katmaya devam ettikleri ve daha fazla sermaye biriktirdikleri gerçeğini değiştirmiyor. Güncellenmiş 24 Ocak Kararları’nın ancak ‘sivil’ bir 12 Eylül rejimi altında sürdürülebileceğini de yine en iyi sermaye sınıfı biliyor.”
İktidarın devalüasyon politikalarını belli bir plan program dâhilinde hayata geçirdiğinin teyidi geçtiğimiz hafta ilk ağızdan geldi ve Erdoğan kabine toplantısı sonrası yaptığı açıklamada bunu şöyle anlattı:
Biz geçmişte uzunca bir süre denenmiş ama bir türlü sonuç alınamamış yüksek faiz, düşük kur kısır döngüsü yerine yatırım, üretim, istihdam, ihracat, büyüme odaklı ekonomi politikamızla ülkemiz ve milletimiz için en doğru olanı yapmakta kararlıyız. Politika faizinin düşük tutulmasını bunun için memnuniyetle karşılıyoruz.
Erdoğan aynı konuşmada bir “ekonomik kurtuluş savaşı”ndan da söz etti ama öncekilerden farklı olarak bu savaş “ekonomiyi çökertmek için kuru yükselten dış güçler”e karşı verilmeyecekti, zaten kimse de daha önceki örneklerde olduğu gibi döviz bozdurmaya, fiyatları aşağı çekmeye, fedakârlık yapmaya vs. çağrılmadı. Çünkü bu seferki “kurtuluş savaşı”nda kurların düşük değil, yüksek olması gerekiyordu!
Dövizin Erdoğan’ın davetine icabet etmesi ise gecikmedi, konuşmanın hemen ardından kurlar anında yükselişe geçti. Esas yükseliş için ise ertesi günü beklemek gerekecekti, salı günü Türk Lirası’nın değeri tarihinde görülmemiş rekor bir seviyeye indi.
Aynı günün akşamında kimi yerlerde kendiliğinden kimi yerlerde ise sosyalistlerin çağrısıyla halk sokağa inecek ve Türkiye siyasetinde uzunca bir süredir görülmeyen bir tablo ortaya çıkacaktı. İktidarın Gezi korkusuyla ve 15 Temmuz darbe girişimini gerekçe göstererek kriminalize ettiği ve adım adım toplumsal muhalefete kapattığı sokak, yıllar sonra bu eylemler aracılığıyla açılmış oldu.
Sokaktaki insanlar daha evlerine dönmemişken ve daha iktidardan bile bir açıklama gelmemişken, düzen muhalefetinin arka arkaya yaptığı “sokak değil sandık” çağrıları ise, yaşanması ihtimal bir sosyal patlamadan sadece iktidarın değil muhalefetin de son derece ürktüğünü gösteriyordu. Zaten ertesi gün CHP’nin alelacele mitinglere başlama kararı almasının da nedeni buydu. Halkın kendi göbeğini kendisinin kesmeye kalkabilecek olmasından duyulan korku, kürsüden yaptığı açıklamalar dışında iktidarı erken seçime zorlamak adına tek bir adım atmayan muhalefeti harekete geçirmiş oldu.
Peki ya iktidar? Olan bitene iktidarın nasıl baktığını anlamak için ise ertesi günkü Milli Güvenlik Kurulu’nun toplantısını beklemek gerekecekti. Toplantı sonrası yapılan açıklamada, son derece istisnai bir duruma işaret edecek şekilde, şöyle deniyordu:
“Türkiye’nin inşa ettiği sağlam altyapı üzerinde, hedeflerine uygun şekilde yatırım, üretim, istihdam ve ihracat odaklı ekonomi politikalarını hayata geçirme sürecinde karşılaştığı ve karşılaşabileceği sınamalar ile tehditler değerlendirilmiş, cumhuriyetimizin 100. yılına her alanda olduğu gibi iktisadi olarak da güçlü şekilde ulaşma kararlılığı teyit edilmiştir."
MGK bildirisinde yer alan ve Erdoğan’ın kabine toplantısında söylediklerinin neredeyse bire bir tekrarı olan bu sözlerden sadece birkaç saat sonra, Hazine ve Maliye Bakan Yardımcısı Nureddin Nebati, gece geç bir saatte ve sosyal medya aracılığıyla, adeta “yeni bakan benim” dercesine “düşük faiz-yüksek kur” politikasını savunan bir dizi tivit attı ve izlenen ekonomi politikasından geri dönülmeyeceği de böylece teyit edilmiş oldu.
Sadece dört güne sığan tüm bu gelişmelerin anlamı neydi peki?
Birincisi, iktidar halkı bilinçli bir şekilde yoksullaştırdığını, köleci bir emek rejimi tesis ettiğini ve devalüasyona dayalı bir ekonomi programını hayata geçirdiğini resmi olarak kabul etti. İkincisi, finansal piyasalar bunun faiz ayağına itiraz ettikleri için kur anormal bir derece arttı ve devalüasyon hızlandı. Üçüncüsü devalüasyonun ve buna bağlı olarak yoksullaşmanın hızlanmasına halkın sokakta itiraz edebileceğinin, bir sosyal patlama yaşanabileceğinin işaretleri görüldü. Dördüncüsü, sadece iktidar değil muhalefet de bundan duyduğu ürküntüyü açıklamalarıyla ve CHP’nin miting kararıyla ortaya koydu. Beşincisi, iktidar MGK bildirisi aracılığıyla izlediği yoksullaştırma politikalarının bir devlet politikası olduğunu, buna karşı yürütülecek her türlü muhalefeti ise ulusal güvenliğe yönelik bir tehdit olarak kodlayacağını deklare etmiş oldu. Ve altıncısı “piyasa dostu” Elvan’ın yerine, söz konusu yoksullaştırıcı politikaları kararlı bir şekilde yürütecek bir ismin ekonomi yönetiminin başına geçme ihtimali yükseldi.
Kanımca bu sıraladıklarım önümüzdeki dönemde siyasetin ana eksenini belirleyecektir. Daha düne kadar “sağ-sol bitti, bunlar 19. yüzyıla ait kavramlar” diyen Kılıçdaroğlu’nun sosyal demokrat olduğunu hatırlaması da, başlatılacak mitingler de, Deva Partisi’nden Metin Gürcan’ın casusluk suçlamasıyla tutuklanması da, MHP’li ülkücülerin İYİP’li ülkücülerin Türkeş’i anma toplantısını basması da, Bahçeli’nin “firmalar gıda fiyatlarında yüzde 2- yüzde 5 indirim” yapsın deyip sokağı tehdit etmesi de Türkiye’deki ekonomik krizle birlikte keskinleşen sınıfsal çelişkilerin ve halkta biriken öfkenin siyasal alana dolaylı bir şekilde yansıma biçimleridir.
Bugün halk iktidar açısından bir ulusal güvenlik sorunu haline gelmiş durumdadır ama halkta biriken öfkenin patlama ihtimalinden düzen muhalefetinin de korku duyduğu açıktır. İktidar ve muhalefet, bu korkudan kaynaklı olarak, halkı denklemin dışında bırakan ve nereye kadar geçerli olacağı bilinmeyen bir zımni anlaşma içerisindedir. Sokakla sandığı karşı karşıya koyan açıklamalar ve bu öfkeyi soğurmayı hedefleyen adımlar bu korkunun ürünüdür. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde halkın güçlü bir siyasal aktör olma potansiyeli daha şimdiden düzen güçleri tarafından etkisizleştirilmek istenmekte, sokak öcüleştirilerek toplumsal muhalefet pasifize edilmeye çalışılmaktadır.
İktidarın yeni 24 Ocak Kararlarının uygulanabilmesi için yeni bir 12 Eylül rejimine, yani “sivil bir cunta”ya ihtiyaç duyduğu bir konjonktürde, bunun hayata geçirilip geçirilemeyeceğini belirleyecek olan şey, her gün biraz daha yoksullaşan emekçi halkın ne yapacağıdır. Halk siyaset sahnesine çıkmadığı ve “artık yeter” demediği sürece bu gidişatı durdurmak öyle kolay olmayacaktır.
soL/ 01.12.21