MHP’nin günlük gazetesi Türkgün’ün dünkü birinci sayfa haberlerinden birinin başlığı “FETÖ casusuna 23 yıl 4 ay hapis” şeklindeydi ve haberde Enver Altaylı’nın yargılandığı davanın sonucu anlatılıyordu. Mahkeme Altaylı'ya “siyasi ve askeri casusluk” suçundan 13 yıl 4 ay, “örgüt üyeliği”nden ise 10 yıl hapis cezası vermişti.
Kuşkusuz Altaylı’ya verilen cezanın haber değeri vardı ve bunun birinci sayfadan verilmesi de normaldi. Ancak Türkgün söz konusu olduğunda ortada dikkate alınması gereken başka bir mesele daha bulunmaktaydı: Altaylı bir zamanlar, yani 12 Eylül öncesinde, o dönem MHP’nin günlük gazetesi olan Hergün’ün yayın yönetmenliğini yapmıştı.
Üstelik Altaylı sıradan bir genel yayın yönetmeni değildi, Türkeş’in prenslerinden biri ve belki de bir dönem en önemlisiydi. Onu bu kadar önemli kılan ise Ruzi Nazar tarafından yetiştirilmiş eski bir MİT ajanı olmasıydı. Nazar Kızılordu mensubu bir asker olarak Nazilere karşı savaşırken yaralanmış, daha sonrasında Nazilere katılmış ve Sovyetler’e karşı savaşmış, Naziler yenildikten sonra ise önce bir süre saklanmış, sonra da ABD’ye götürülerek CIA’de görevlendirilmişti.
Görevi Sovyetler’e ve komünizme karşı mücadele etmek olan Nazar, 1950’lerin sonlarından 1970’lere kadar Türkiye’de bulundu, 1960’ların ikinci yarısından itibaren yükselen sola karşı yürütülen faaliyetlerin merkezinde yer aldı. Nazar ve sola karşı paramiliter sokak gücü olarak yapılandırılan ülkücü hareketin başı Türkeş çok yakın iki dosttular ve komünizmle mücadelede ortak çıkarlar adına uzun yıllar birlikte hareket ettiler, hizmet ettikleri yer de aynıydı.
İşte Enver Altaylı, Nazar tarafından yetiştirilerek komünizmle mücadelenin bir başka sembol ismi olan dönemin MİT Başkanı Fuat Doğu’ya takdim edilmiş, Doğu da Altaylı’yı hemen teşkilata almıştı. Yıl 1968’di ve dünyanın birçok ülkesi gibi Türkiye de kendi 68’ini yaşamakta, gençlik, aydınlar, işçiler yüzlerini sola dönmekteydiler. Devletin güvenlik aygıtı ise solla mücadele adına kendisini yeniden yapılandırmakta, kontrgerilla taktiklerini öğrenmekte ve hayata geçirmeye hazırlanmaktaydı.
Altaylı 1973’te MİT’ten ayrıldı ve 12 Eylül’e kadar MHP içerisinde aktif bir pozisyonda yer aldı. Alman gizli servisiyle de arasının iyi olduğu bilinen Altaylı, 1977 yılına kadar MHP’nin Almanya parti müfettişliği görevini yürüttü ve Batılı istihbarat örgütleriyle Türkeş arasındaki bağlantıların kilit ismi oldu. 1977 yılında ise Türkiye’ye geri döndü ve MHP’nin günlük gazetesi olan Hergün’ün başına geçti. Altaylı, 12 Eylül darbesine kadar gazetenin başında kaldı, darbeden hemen önce yurtdışına kaçtığı için ise cezaevine girmekten kurtuldu.
90’larda tekrar adı duyulmaya başladığında Altaylı bu sefer MHP ile değil, Gülen cemaati ile birlikte hareket ediyordu. Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin kurucularından birinin başını çektiği bu dini yapılanmayla Altaylı’nın yollarının kesişmesi şaşırtıcı değildi; çünkü Altaylı ile Gülen’i ve ülkücü hareketle cemaati birleştiren ortak nokta antikomünizm ve ABD’ydi.
Altaylı bu dönemde cemaatin özellikle okullar üzerinden Orta Asya’da yayılması faaliyetlerinin içerisinde yer aldı ki, bu da Soğuk Savaş’ta üstlendiği misyonun bir devamı anlamına gelmekteydi; çünkü burada da esas mesele bu coğrafyalarda Amerikan çıkarlarının korunması ve ABD hegemonyasının tesis edilmesiydi. Altaylı’nın cemaat macerası 15 Temmuz sonrası tutuklanmasıyla sonuçlandı ve Altaylı dünkü duruşmada hem casusluktan hem örgüt üyeliğinden ceza aldı.
***
Altaylı’nın hapis cezası aldığı günlerde, Türkiye başka bir istihbarat elemanını, son yaptığı açıklamalar üzerinden Mehmet Eymür’ü konuşuyordu. Eymür, “ağaçların bile sola doğru eğildiği” 1965 yılında teşkilata alınmıştı ki o yıl yeni MİT yasasının da yürürlüğe girdi tarihti. Neydi görevi peki Eymür’ün, ne yapacaktı? Bu soruya yanıtı Orhan Gökdemir’in 6 Kasım tarihli yazısından verelim. Şöyle diyordu Gökdemir iki Mehmet’in adını birlikte anarak:
“Mehmet Ağar poliste, Mehmet Eymür MİT'te halka karşı örtülü bir iç savaş yürüttüler. Bütün kariyerlerini bu iç savaş sırasında önce sola, ardından da Kürtlere karşı yaptılar. Ziverbey’de, DAL’da onlar vardır. Kızıldere’de solculara kurşun sıkan onlardır, Ulaş Bardakçı’yı vuran mermi onların tabancasından çıkmıştır. Mafyayı, uyuşturucu tacirlerini, silah kaçakçılarını koruyup kollayanlar onlardır.”
Eymür, Gökçer Tahincioğlu’na verdiği röportajda Ulaş’ın da Mahir ve arkadaşlarının da katledilmesindeki payını kabul ediyor ama “yargısız infaz” yapmadıklarını öne sürüyordu. Sadece bu katliamlarda değil, 12 Mart’ın ünlü kontrgerilla üssü Ziverbey Köşkü’nde de bir süre bulunmuş, işkencelere katılmıştı, bununla da övünüyordu. Barış Terkoğlu’nun 8 Kasım tarihli yazısında anlattığına göre 1973 yılında MİT’e bir “muhtıra” verecek ve solculara karşı daha sert olunmasını isteyecekti. Demek ki 12 Mart döneminin infazlarını, idamlarını, işkencelerini, binlerce kişinin cezaevlerine doldurulmasını yetersiz buluyordu.
80’lerde 1. MİT raporuyla, 90’larda “Çiller Özel Örgütü”yle gündeme gelen Eymür’ün yolu da Altaylı gibi bir dönem cemaatle kesişti. “Ergenekon lobi” adlı belgeyi ilk o yayınladı, Ergenekon davasında tanık olarak rol aldı. Davanın ünlü simalarından Tuncay Güney’in Eymür’le bağlantısı biliniyordu. Yargılanan sanıklardan biri Ergenekon’un gerçek kontrgerillanın üzerini örtmek için düzenlenen bir operasyon olduğunu, eğer gerçek bir “derin devlet” aranıyorsa bakılması gereken kişilerden birinin davada tanıklık yapan Eymür olduğunu söylemişti.
Eymür, Tahincioğlu’na komünizmle mücadelede tanıdığı başka isimlerden de söz ediyor ve birtakım “itiraflar”da bulunuyordu. 7 TİP’linin Ankara Bahçelievler’de katledilmesinin baş sorumlularından biri olan Abdullah Çatlı, darbe sonrası geçimini uyuşturucu ticaretinden sağlamaya başlamıştı, Bahçeli’nin isteği üzerine yakın zamanda cezaevinden salınan ülkücü mafya lideri Çakıcı bir zamanlar Fransa’da ASALA’ya karşı kullanılmış ama birkaç başarısız operasyondan öteye gidilememişti, Ağar ve etrafındaki çete ise para için çok sayıda insanı katletmişti ve halen uyuşturucu ticareti yapıyordu.
***
Eymür neden bugün konuşmayı tercih etti, bunu henüz bilmiyoruz. Bildiğimiz şey ise Türkiye’nin bir kırılma noktasına doğru hızla ilerlediği. Yakın zamanda Eymür’ün açıklamalarının bütünün hangi parçasına yerleştirilmesi gerektiğini ve bağlamını daha net bir şekilde görebileceğiz. Bugün ise bilmemiz ve asla unutmamamız gereken asıl şey, Altaylı’dan Eymür’e, Nazar’dan Türkeş’e, ülkücü hareketten tarikat ve cemaatlere, Ulaş’ın, Mahirlerin katledilmesinden Bahçelievler’e, mafyatik ilişkilerden uyuşturucu ticaretine uzanan bütün yolların eninde sonunda sol düşmanlığına, antikomünizme çıktığı.
Türkiye sermaye sınıfının sol düşmanlığından, işçi sınıfından, emekçi halktan duydukları korkudan bugünlere geldik; siyasal İslam’ı bu korku iktidar yaptı, bu çürümeyi, bu yozlaşmayı antikomünizm yarattı, komünizmle mücadele beraberinde kontrgerillayı, mafyayı çeteleri getirdi. Eğer bugün gerçek bir hesaplaşmadan, gerçek bir arınmadan söz edilecekse, böyle bir talep siyasetin merkezinde yer alacaksa, bunların çok net bir şekilde görülmesi, çok net bir şekilde dile getirilmesi gerekiyor.
Bugün Türkiye’nin içine düştüğü durumdan çıkışı, toplumsal, siyasi ve iktisadi bütün boyutlarıyla soldadır, çünkü yaşanan krizin gerisinde hem tarihsel hem de yapısal olarak sola yönelik düşmanlık, sola karşı mücadele vardır. Bu nedenle de Türkiye’yi bu çoklu krizden gerçek anlamda çıkarabilecek tek siyaset sol siyasettir. Krizden çıkışın reçetesi solun ilke ve değerlerinin toplumla buluşması, bizzat halkın kendi talepleriyle birlikte siyaset sahnesine çıkmasıdır. Bu krizin yaratıcıları da ortakları da toplumun önüne hakiki bir kurtuluş reçetesi koyamazlar. O reçeteyi ancak sol ve yüzünü sola dönmüş bir toplum birlikte yazabilir.
soL / 10.11.21