Sivas Katliamı aydın ve Alevi inancını benimsenmiş insanların herkesin gözleri önünde katledildiği bir vahşet olarak hafızalara kazındı. Katliamın üzerinden geçen onca yıla rağmen kamusal anlamda yaşananların bir özrü, tazmini gerçekleşmedi. Sivas’ta yaşananlar hala tazeliğini korurken akademisyen Ozan Çavdar ile katliamın yas ve bellek üzerine etkilerini ve toplumsal karşılığını konuştuk. Çavdar, “Sivas, maalesef ülkemizin bitmeyen linç ve katliam “geleneği” ile özdeşleşmiş durumda. Fakat Sivas’ın bu sembolik anlamına kıyasla toplumsal yüzleşme için sarf ettiğimiz çabanın yine de yetersiz olduğunu düşünüyorum. Gerek ailelerin gerekse de bu meseleyle ilgilenen Alevi örgütlerinin aldıkları desteğin yetersiz olduğunu da ifade etmem gerekiyor. Bu kadar önemli bir meselenin bir toplumsal yüzleşmeye dönüştürülmesi için harcanan emek daha fazla olmalıydı” diyor.
Sivas Katliamı, aydın ve Alevi inancını benimsemiş insanların vahşice yakıldığı bir insanlık suçu olarak tarihe geçti. İnsan hakları savunucuları ve özellikle sosyalist sol hareket yaşanan katliamı sahiplendi. Bu noktadan yola çıkararak, oluşan belleğe değinir misiniz?
Sivas’ı anarken, bir aydın ve Alevi katliamı olması yanında, Sivas’ta çocukların ve gençlerin de katledildiğini de vurgulamak gerektiğini düşünüyorum. Sivas’ın belleğimde arkalara ittiğim ve belki hepimizin unutmaya çalıştığı bu yönü, alan araştırması sırasında Eren Aysan’ın bunun altını çizmesiyle zihnimde belirginleşmişti. Bu noktanın altını çizerek başladıktan sonra Sivas Katliamı’nın, toplumun büyük bir kısmı için önemli bir sembol olduğunu söyleyebilirim. Sivas’tan sonra yaşanan pek çok linç girişiminde “ikinci Sivas” vb. nitelemelerin kullanılması, katliamın bu sembolik niteliğini ve “ilgili” kamudaki kolektif belleği açıkça ortaya koyuyor. Bu anlamda Sivas, maalesef ülkemizin bitmeyen linç ve katliam “geleneği” ile özdeşleşmiş durumda. Fakat Sivas’ın bu sembolik anlamına kıyasla toplumsal yüzleşme için sarf ettiğimiz çabanın yine de yetersiz olduğunu düşünüyorum. Gerek ailelerin gerekse de bu meseleyle ilgilenen Alevi örgütlerinin aldıkları desteğin yetersiz olduğunu da ifade etmem gerekiyor. Bu kadar önemli bir meselenin bir toplumsal yüzleşmeye dönüştürülmesi için harcanan emek daha fazla olmalıydı. Elbette gerek otelin önündeki linç kalabalığının gerekse de Sivas’ta kaybettiklerimizi “yası tutulamaz” olarak gören, otel önündeki linç kalabalığına doğrudan veya dolaylı olarak destek veren kesimin sorumluluğunu her zaman birincil plana alarak ifade ediyorum bunu.
Belleğin birçok biçimlenişi var. Sivas Katliamı da kolektif bir bellek ve hafıza yaratırken bir yandan daha öznel bir yaklaşım da var. Sivas’ı kolektif ve bireysel olarak ayıran özneler neler?
Soruyu teorik bir açıklamaya boğmadan ifade etmem gerekirse, çalışmadaki çıkış noktam Maurice Halbwachs’ın bellek kavrayışına dayanıyor. Halbwachs, en kaba biçimiyle söylersek, bireysel bir belleğin olmadığını, belleğimizin kolektif olarak çerçevelendiğini ifade ediyor. Yani belleğimiz içinde bulunduğumuz gruplarla karşılıklı bir etkileşim halinde inşa ediliyor. Ben de buradan yola çıkarak, Sivas’ta yakınları öldürülen kişilerin, ailelerin belleğini çerçeveleyen ve bu bellekleri birbirinden ayıran bu kolektif noktaları yakalamaya çalıştım. Dışarıdan baktığımızda böyle bir grubun ortak noktalarının daha fazla olacağını fikrine kapılabiliriz. Elbette kayıp, aileler açısından bir ortaklık duygusu yaratıyor. Fakat yas ve travma işin içine girdiğinde nasıl hatırladığımızı ve bu hatırlama sürecinin mekanlarla ve ritüellerle ilişkisini anlamak oldukça karmaşık hale geliyor. Böylesi bir acı yaşayan bir kişinin belki daha politik olmasını, gruba daha çok tutunmasını bekleyebiliyoruz ama yas ve travma kimi zaman suskunluğa, acıyı yalnız yaşamaya itebiliyor.
‘Yas süreci rotasını kolay kolay çizebileceğimiz bir mesele değil’
Bireysel bellek olduğu kadar bireysel yas da konu başlıklarınızdan… Sahada yaptığınız gözlemlerde bireysel yasa dair nelerle karşılaştınız? Toplumsal duyarlılık kazanımlara daha yakınken bu insanları acılarını yalnız yaşamaya iten durum nedir?
Yas süreci, rotasını kolay kolay çizebileceğimiz bir mesele değil. Aileler açısından baktığımızda da bunu görebiliyoruz. Yas sürecinde, bazı aileler politikleşirken bazı aileler içe kapanmışlar. Bazı ailelerde de bir çeşit iş bölümü görüyoruz. Ailelerin bazı üyeleri suskunlaşırken bazı üyeleri de sözcü haline gelmiş. İçe kapanmanın ne ölçüde bireysel bir tercihten ne ölçüde bu yası kamusal olarak yaşama olanağı olmadığından kaynaklandığını net olarak anlamak güç. Ama şöyle somutlaştırabilirim: Bazı aileler, evlerinde, kaybettikleri çocuklarının odalarını olduğu gibi korumaya devam etmişler; eşyalarını dağıtmamışlar. Yani evlerini bir çeşit müzeye çevirmişler. Bunun bir yönü Madımak’ın müze olmamasıyla yakından ilişkili. Aileler, Madımak müze olduğunda bu eşyaları oraya yerleştireceklerini ifade ettiler. Yine yas sürecinin yalnız yaşanmasının bir başka yönünün de global kültüre gittikçe yerleşen „mutsuzluktan kaçınma“ eğilimimizle ilgili olduğunu düşünüyorum. Elbette ülke olarak yas kotamızı fazlasıyla doldurduğumuzu reddedemem. Ama ailelerin ifade ettikleri noktalardan bir tanesi de, özellikle yakınlarındaki bazı insanların bu yas sürecinin tanığı olmaktan kaçındıklarıydı. Başkasının bile olsa yas sürecine tanık olmanın, yasa “yoldaş” olmanın kolay olduğunu iddia edemem. Yaşadığımız benzeri şiddet olaylarının çokluğunu, gündelik hayatımızın bireysel ve kolektif şiddetle ne kadar iç içe geçtiğini düşündüğümüzde Türkiye toplumunun tahmin ettiğimizden çok daha fazla travmatize bir toplum olduğunu düşünüyorum. Böyle bir toplumda Sivas’ın yüküne ortak olabilmenin de kolay olduğunu söyleyemem. Ama eğer Sivas’ın bizim için anlamının büyük olduğunu iddia ediyorsak ailelerin üzerindeki yükü almanın, yaslarına yoldaş olmanın profil fotoğraflarımızı bir günlüğüne değiştirmekten başka yollarını aramamız gerekiyor. Bir araya geldiğimiz her türlü kolektif yapılar bu yoldaşlığın, yükü birlikte taşımanın araçları olacaktır diye düşünüyorum. Zaten aileler de, bu mücadeleyi birlikte yürüttükleri insanların onlar için zaman zaman kan bağına sahip oldukları insanlardan daha yakın olduğunu, bu insanları kendi aileleri gibi gördüklerini de ifade ettiler.
'Aileler Sivas’a destek veren kesimlerin hakkını her zaman teslim ettiler’
Sivas Katliamı’nın politik bir unsura dönüştüğünü düşünüyorum. Burada yanlış anlaşılmamak adına bir propaganda aracı olmadığı şerhini de düşmek gerek. Ziyadesiyle bu katliam, devlet katında özür ve diyet ödenmeden geçmeyecek bir acıya gebe. Bu noktada politik bir unsura dönüşmesi ve kamuoyu tarafından sahiplenilmesi katliamı yaşayan ve sahada alevi inancına sahip insanların gözünde nerede duruyor?
Görüşmeler sırasında aileler, Sivas’a destek veren kesimlerin hakkını her zaman teslim ettiler. Ancak bugün ulaşılan durum aslında ailelerin, görece yalnız bir şekilde başladıkları ve katliamdan beri süregelen ciddi bir sabırla, dirençle ördükleri bir mücadelenin sonucu. Sivas’ta anmaların çok az sayıda insanla başlayarak bugünlere geldiğini aktardılar. Sivas’a herkesin destek vermesi elbette önemli ama çalışma boyunca dönem dönem, özellikle de seçim dönemlerinde, Sivas’a verilen desteğin, adayların ya da partilerin kendilerine politik bir alan açma motivasyonu üzerinden temellenebildiğini de gözlemledim. Burada kastettiklerimin kesinlikle Sivas için başından beri mücadele eden avukatlar, dernek yöneticileri olmadığını ifade etmem gerekiyor. Zaten aileler bunları çok iyi ayırt ediyorlar elbette.
Aynı zamanda entelektüel bir mirastan bahsediyorsunuz. Bu katliamın çok kıymetli insanları aramızdan aldığı aşikar. Bugünün şartlarıyla bakınca, entelektüel miras ne kadar sahiplenildi?
Entelektüel miras konusu çalışmamda, kamuoyunca daha yakından bilinen isimlerle bağlantılı bir biçimde ortaya çıkan bir konuydu. Eren Aysan, Zeynep Altıok, Yeter Gültekin, bir yandan Sivas’ın bir toplumsal yüzleşmeye dönüşmesi için mücadele ederlerken bir yandan da haklı olarak, kaybettikleri yakınlarının kültürel verimlerinin sadece Sivas’la anılmaması için mücadele veriyorlar, bunu belirli biçimde görünür kılmanın yollarını arıyorlar. Dolayısıyla bu entelektüel mirasın genç nesillerle buluşturulması için ciddi bir emek veriyorlar. Şiir, türkü gibi kültürel formlar şu dönemde görece daha az ilgi gördüğü için bu noktadan değerlendirmek belki zor olabilir ama söz konusu entelektüel mirasın ilgili kamu tarafından gittikçe daha fazla kıymet gördüğünü gözlemliyorum.
Ama yine de Yeter Gültekin’in aktardığı iki olumsuz mesele benim için çarpıcıydı. Bir tanesi, sosyal medyada dolaşan Hasret Gültekin fotoğraflarının bir kısmının ailelerin evlerinden izinsiz alınmış olduğuydu. Gültekin, bu fotoğrafların kimi zaman “aile paylaşmıyor, biz paylaşıyoruz gibi” notlarla dolaşıma girdiğinden söz etti. Bir başka mesele de, Hasret Gültekin için oluşturdukları bir kültür merkezindeki arşivin, tabir yerindeyse, yağmalanmasıydı. İlk meselede hayranlık kültürüne dokunan bir nokta olsa da, bu tip bir yaklaşımın söz ettiğim entelektüel mirası anlamaktan uzağa düştüğünü söylemem gerekiyor. Bunun bir başka boyutu da ailelere yönelen bir baskı. Zaman zaman kamuoyunda görünür olan tüm isimlere belirli şekilde davranmaları için bir dayatma yapılabiliyor.
‘Pek çok etkinliğe Pir Sultan Abdal Kültür Derneği öncülük ediyor’
Buradan anma etkinlikleri ve Alevi derneklerinin çalışmalarına geçmek isterim. 90’larda bir yaşam alanı da olan (özellikle çocuklar için) bu dernekler katliam sonrası nasıl bir pozisyon aldı? Bu pozisyonun öne çıkan ve eksik kalan yönleri nelerdir?
Öncelikle Pir Sultan Abdal Kültür Derneği dışındaki derneklerin ve vakıfların katliamla bağlantılı faaliyetleri hakkında çok ayrıntılı bilgim olmadığını ifade etmem gerekiyor. Bu nedenle daha çok PSAKD hakkındaki gözlemlerimi ve düşüncelerimi belirtebilirim. Katliamla ilgili olarak, özellikle Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’ni farklı bir yere koymak gerekiyor; dernek, katliamın yaşandığı şenliği organize etmiş olmasıyla da ilgili olarak, katliamın ve ailelerin kurumsal belleği haline gelmiş durumda. Bugün pek çok etkinliğe yine Dernek öncülük ediyor. Derneklerin katliam sonrasındaki pozisyonuna bakarken katliamın hemen öncesini de düşünmek gerekiyor. Katliamın yaşandığı dönem, Alevilerin politik olarak canlandığı bir dönem. Zaten bu dönem, “Alevi canlanması” gibi isimlerle adlandırılıyor. 1980’lerin başında Aleviliğin unutulmaya yüz tuttuğu gibi tartışmalar yapılırken, 80’lerin sonundan itibaren ciddi bir canlanma görüyoruz ve bu canlanmanın öncülüğünü de Alevi dernek ve vakıfları yapıyor. 70’ler boyunca sol örgütlerin çatısı altında politikaya katılan Aleviler 90’lardan itibaren ilk defa bağımsız bir politik özne olarak ortaya çıkıyorlar. Bir anlamda Sivas, Alevi hareketinin tek başına göğüslemesi gereken ilk sınav oldu. Oldukça da ağır bir sınav. Ayrıntılarına girmeyeceğim, Alevi hareketine baktığımızda belli konularda ayrışmalar görüyoruz. Fakat Madımak’ın müze olmasının büyük ölçüde en net ortak taleplerden bir tanesi olduğunu söyleyebiliriz. Bununla birlikte, dernek çevresindeki aileler Sivas’ta yitirilenleri „şehit“ olarak anıyorlar. Kavramla ilgili tartışmalar bir yana, bu adlandırma talebinin genel bir kabul gördüğünü söyleyemeyiz. Bu da aslında Alevi hareketinin gücü -ya da güçsüzlüğü- ile doğrudan bağlantılı.
‘Türkiye toplumu oldukça travmatize bir toplum’
Sivas Katliamı, ardında ciddi bir travma da bıraktı. Alevi inancına sahip bir aileden gelen gazeteci olarak her 2 Temmuz’da ya da katliamı hatırlatan bir imgeyle karşılaşınca içim sızlıyor. Bir yanımın orada olduğunu hissediyorum ve bir noktada da kendime kızıyorum: Hiçbir zaman anmalara gidecek cesaretim olmadı. Sözü, travmanın mekanla ilişkisine getirmek istiyorum. Sivas, bir noktada ‘yananlar’ın ve ‘yakanlar’ın şehri. Saha gözlemlerinizde mekanın etkileri üzerine nelerle karşılaştınız?
Sivas’la ilgili sunum yaptığım bir konferansta, Alevi bir genç, bu katliamın da yüküyle, ailesinin onu başka bir şehre gönderirken hala çok tedirgin olduğundan söz etmişti. Bunun tekil bir örnek olduğunu düşünemeyiz. Daha önce de bahsettiğim gibi, benzeri şiddet olaylarını doğrudan yaşamış olalım ya da olmayalım, Türkiye toplumu oldukça travmatize bir toplum. Bu açıdan Sivas’a gidememek görünür/görünmez pek çok yük nedeniyle oldukça anlaşılır bir durum. Görüştüğüm aileler arasında da Sivas’a gitmemiş olanlar, gidemeyeceğini ifade edenler var. Görüşmeler sırasında benim içim şu çok çarpıcıydı: Yakınlarını kaybeden bu insanlar için Madımak Oteli hala ulaşabilecekleri bir yerde duruyor gibiydi. Bir şeyleri farklı yapmış olsalardı, o gün otelin yakınında bulunsalardı kayıpları engelleyebilecekleri hissi hala çok baskındı. Bu açıdan bakınca o binayla karşı karşıya gelmek kimi aileler için imkansızdı. Gidebilenlerin anlattıkları da, her bir anmanın çok yıkıcı olduğuydu. Aileler zaten binaya yapılan düzenlemeye tepkili oldukları için binanın içine girmek istemiyorlar. Bir kez girmeyi denediklerinde de girenlerin büyük kısmının bayıldığını anlattılar.
2013’teki Madımak anmasından önceki gece şehirde Madımak’ı bulmak için yürürken bir noktada pes edip haritayı açtığımda binanın önünden daha önce geçmiş olduğumu fark ettim. Ardından bunca acı bırakan, belleklerimize kazınan bu mekânın önünden hiçbir şey fark etmeden geçip gidebiliyorsunuz. Madımak oteli bugün “sessiz” bir mekân. Mekânın bu sessizliğine neden olan şey aslında sahte bir kardeşlik, eşitlik retoriği. Sivas Katliamı’nı bu retorikle silmeye çalışmak aslında tersine işliyor. Eğer gerçekten bir “kardeşlik, eşitlik” inşa etmek istiyorsak önce hepimizin amasız, fakatsız bir biçimde Anadolu’nun bir şehrine bir kültür sanat şenliği için çocukların, gençlerin, aydınların bir otelde öldürüldüğünü (“dumandan zehirlenmek” gibi failleri gizleyen ifadeler kullanmadan) kabul etmemiz, bunun gerçekleştiği mekânı da bunu gösterecek şekilde düzenlememiz ve hesabını da hukuki olarak sormamız gerekiyor. Hiç kimseyi ayırt etmeden söylüyorum, biz Madımak’a engel olamadıysak ve bir toplum olduğumuzu da iddia ediyorsak, hiçbirimiz bunu unutma lüksüne sahip değiliz.
“Artık kaçınılmaz olarak Sivas’ı anlatıyor”
Son olarak Adorno, Yahudi Katliamı’na ilişkin Autswich’ten sonra şiir yazılamayacağını söylüyor fakat süreç gösterdi ki yazmak mümkün… Sivas Katliamı da tam olarak ortak zeminde ilerliyor: Madımak’tan sonra türkü söylemek mümkün mü? Travmayı sağlıklı bir şekilde atlatmanın ve ortak belleği kazanıma dönüştürmenin yolu nedir?
Sanat, her zaman, en bireysel görünen dertlerimizin ve sevinçlerimizin bile aslında bizi ne kadar ortaklaştırdığını gösteregeldi; bundan sonra da göstermeye devam edecek. Sadece Sivas üzerine yazılanlar değil, Hasret Gültekin’in, Nesimi Çimen’in bütün türküleri, Metin Altıok’un, Behçet Aysan’ın bütün şiirleri, Asım Bezirci’nin edebiyat incelemeleri de artık kaçınılmaz olarak Sivas’ı anlatıyorlar bize. Bu anlamda bu yara hiçbir zaman kapanmayacak ama buna rağmen, bununla ilerleyeceğiz. Kültürün ve sanatın insanları ve toplumu dönüştürücü, sağaltıcı yönüne, bu yarayı sonraki nesillere aktarma gücüne inanıyorum ama bir araya gelmeyi, organize olmayı ihmal etmememiz, Sivas’ın hukuki hesabını sormamız, buradan bir toplumsal yüzleşme kültürü inşa etmeye çalışmamız gerekiyor. O zaman türküler de şiirler de yerini tam olarak bulmuş olacak.
Anıl Mert Aksoy / Gazete Duvar – 23.09.30