I. Bölüm
İşçi sınıfımızın en görkemli eylemi!
15-16 Haziran Direnişi işçi sınıfı hareketinin halen aşılamayan bir eşik noktasını işaret etmektedir. 1970 yılı başında işçi sınıfı görkemli bir ayağa kalkışla kendi varlığını ortaya koymuş, gücünü ve kapasitesini dosta düşmana göstermiştir. Sınıf hareketimiz ‘70’li yılların ikinci yarısından itibaren siyasal bilinç ve örgütlülük düzeyi açısından çok daha gelişkin bir dizi eylem, direniş ve greve imza atmıştır. Fakat bunlardan hiçbirisi, anlamı ve yol açtığı sonuçlar bakımından, 15-16 Haziran’ın mücadele tarihimizin en önemli eylemi olduğu gerçeğini değiştirememiştir.
15-16 Haziran 1970’te yaşanan, işçi sınıfının sermaye düzenine, onun yasa ve kurumlarına büyük bir meydan okumasıydı. Bu meydan okumaya yol açan görünürdeki neden sendikalar yasasında yapılan değişiklikler ile DİSK’in etkisizleştirilmesi olsa da, kalkışmayı ortaya çıkaran esas dinamik, son on yılda çok hızlı bir gelişim gösteren işçi hareketinin yarattığı birikimlerdi. Zaten saldırının hedefi de DİSK’i kapatmaktan çok bu birikimi ve işçi sınıfının her geçen gün düzenle daha çatışmalı hale gelen gelişim sürecini kontrol altına almaktı.
İstanbul ve Kocaeli’nde üretimi durduran 100 binden fazla işçi iki gün boyunca, önüne çıkan her türlü engeli ve barikatı aşarak fabrikalardan şehir merkezlerine aktı. Düzen, bu büyük işçi selini durdurmayı ancak sıkıyönetim ilanı ve DİSK yönetimin ihanetiyle başarabildi. Buna rağmen birçok fabrikada işçiler günlerce işbaşı yapmadılar.
Anayasa Mahkemesi eylemin basıncıyla Şubat 1971’de ilgili yasayı iptal etti. Böylece düzenin işçi hareketinin önünü kesmeye dönük bu hamlesi boşa düşürülmüş oldu. Fakat işçi sınıfının bu büyük ayağa kalkışından ürken sermaye saldırılarını yoğunlaştırdı. Altı bin civarında işçi işten atıldı. Onlarca işçi ve sendikacı tutuklandı. Baskı ve terör tırmandırılarak 12 Mart askeri darbesine giden yol düzlendi.
Ne sonrasında yaşanan tensikat saldırısı, ne 15-16 Haziran başkaldırısının DİSK bürokrasisinde yarattığı korku ve paniğin sonrasında sendikal harekette yol açtığı tahripkâr sonuçlar, ne de 12 Mart ‘71’de gerçekleşen askeri darbe işçi hareketinin gelişim sürecini engelleyebildi. ‘74 yılından itibaren yeniden güçlenen sosyal mücadele içinde işçi sınıfı, DGM boykotları, MESS grevleri, faşizme ihtar eylemleri, kitlesel 1 Mayıslar, TARİŞ grevi vb., her biri sınıf mücadelesi açısından büyük anlam ifade eden önemli örnekler yaratmaya devam etti. Bu gözü pek militan kalkışmanın öcünü almak ve denetim altına alamadığı işçi hareketini bastırmak için sermaye düzeni 12 Eylül’ü beklemek zorunda kaldı.
15-16 Haziran Direnişi, cumhuriyetin kuruluşundan beri zapturapt altına alınmaya çalışılan ama her fırsatta kendini şu veya bu biçimde ortaya koyan işçi sınıfının örgütlenme arayışının, ‘60’lardaki sosyal-siyasal uyanış içinde ulaştığı tepe noktası oldu. ‘50’li yıllardan itibaren nicel ve nitel ağırlığı artan, ‘60’lı yılların ekonomik-politik koşulları içinde biçimlenen, özellikle fabrika merkezli sert mücadele deneyimleri içinde kapasite kazanan işçi hareketinin görkemli bir dışa vurumuydu. ‘60’lı yılların işçi hareketi, aynı yıllarda kendine toplumsal meşruiyet sağlayarak kitleselleşmeye başlayan sol-sosyalist düşünceden beslenerek, ona paralel bir biçimde fakat ondan ayrı gelişti. Dünya çapında yaşanan kitle hareketlerinden, ulusal kurtuluş mücadeleleri ile güçlenen anti-emperyalist yükselişten ve gençlik hareketinin militan eylemlerinden dolaylı olarak etkilendi. Mücadele içinde kendi kadrosunu yaratmakla birlikte, direnişe önderlik edenler, 1946 sonrasının netameli yıllarının ilk sendikal girişimlerinden gelen güçler oldular.
Bu sendikal güçler, işçi sınıfının tabandan yükselen mücadele arayışı ile sendikal harekete ilk andan itibaren hâkim kılınan devlet merkezli korporatist sendikacılık anlayışı arasındaki sıkışma içerisinde biçimlenmişler, ‘50’li yılların sonunda başlayıp ‘60’lı yılları boydan boya kesen sosyal-siyasal uyanıştan olumlu etkilenmişlerdi. Ancak siyasal duruşları, pratik tutumları hiçbir zaman düzen siyasetinin sınırlarını aşmadı. İçlerinde TİP ve TKP ile bağları olan kimseler bulunmakla birlikte, siyasetle kurdukları ilişki pragmatistti. İçinden geldikleri devlet/düzenle uzlaşmaya dayalı sendikacılık geleneğinin izlerini güçlü bir biçimde taşıyorlardı. DİSK’in kuruluşunda başı çeken bu güçlerin 15-16 Haziran gibi düzen sınırlarını aşan bir kalkışma karşısında “ihanet yolu”nu seçmeleri hiç de şaşırtıcı değildi. İşi valiliği kuşatmaya vardıran işçileri geri dönmeye davet ettikleri “anayasal düzen”, onların ideolojik-politik konumlanışlarının özünü oluşturuyordu. Oysa işçi hareketinin içine sığamadığı tam da bu anayasal düzendi. Harekete geçen işçilerin yalnız DİSK’i değil aynı zamanda anayasayı da savunduklarını düşünmeleri bu gerçekliği değiştirmiyordu. İşçi sınıfının hak alma ve örgütlenme mücadelesi sadece zorba baskıcı yasalara değil, topluma özgürlük vaadeden ‘61 Anayasası’nın içine de sığmıyordu.
Sonraki yıllar bu bürokratik kastın, gitgide siyasallaşmaya başlayan işçi hareketi içinde oynadıkları rolü, her kritik anda düzene nedamet getirme tutumlarını sürdüreceklerine tanıklık edecekti. DİSK çatısı altında gelişen hareket DİSK’e sığmayacak, ancak onu aşacak devrimci bir kapasiteye de ulaşamayacaktı.
‘50-60’lı yıllarda gerçekleşen hızlı kapitalistleşme süreci sadece işçi hareketini büyütüp geliştirmedi. Aynı zamanda sosyalist örgütler de toplumsal bir taban kazandılar. 1970’lere gelindiğinde, Türkiye İşçi Partisi (TİP), milli demokratik devrim hareketleri, devrimci gençlik grupları süregiden mücadelede önemli özneler olarak yerlerini almışlardı.
‘60’lı yılların başında, sistemin yeniden organize edilmesinin yarattığı özgürlükçü atmosfer içinde sendikacılar tarafından kurulan TİP, adındaki işçi ibaresine ve sözde sosyalist devrimciliğine rağmen, pratikte işçi sınıfına toplumsal ilerlemeyi sağlayacak güçlerden biri olmanın ötesinde bir misyonu hiçbir zaman biçmedi. Seçim başarısının derinleştirdiği parlamenter yönelim ile fabrika işgalleri, grevler, özyönetim deneyimleriyle büyüyen işçi hareketinin ihtiyaçları arasındaki açı her geçen gün adım adım büyüdü. Ne TİP’i kuran sendikacıların işçicilikleri, ne de sonradan yönetimi devrettikleri aydınların “güleryüzlü sosyalizm” anlayışları, militan bir karakter kazanmaya başlayan işçi hareketinin ihtiyaçlarına yanıt verebildi. DİSK’in kurulmasındaki yeri reddilemeyecek olan TİP’in 15-16 Haziran Direnişi ile ilişkisi, parlamentoda yasaya karşı gösterdiği “anayasal direniş” ile sınırlı kaldı.
15-16 Haziran’da üretimi durdurup sokaklara dökülen işçiler yanlarında sadece devrimci gençlik gruplarını buldular. Ne yazık ki kendilerine başka bir yol çizmeye çoktan başlamış olan devrimci gençlik önderlerinin bu direnişten çıkardığı asıl sonuç, “şehirlerde mücadelenin devletin baskı ve denetimi yüzünden zor olduğu”, “hızla kırlara çekilip silahlı mücadeleyi başlatmanın daha da acil hale geldiği” olacaktı. Etkisinde oldukları ideolojik yargılar, bulundukları sınıfsal zemin, karşı-devrimin büyüyen basıncı, sert bir kopuş gerçekleştirmeye çalıştıkları burjuva sosyalizmine duydukları tepki, el yordamlarıyla yürüdükleri bu devrimci yolda doğru bir çizgiye ulaşmalarını engelledi. 15-16 Haziran Direnişi, çatısı altında şekillendikleri TİP merkezli palamentarizmden ve ideolojik etkisi altında bulundukları MDD Hareketi’nin ordunun devrimciliği tezlerinden kopmalarında önemli bir kilometre taşı oldu. Kendi çizgileri ile Marksizmin temel gerçekleri arasındaki boşluğu “işçi sınıfının ideolojik önderliği” tezi ile kapatmaya çalıştılar. Ya da katıksız bir inanç duydukları devrimin gücünü, bütün çarpıcılığıyla kendini ortaya koyan işçi hareketinde değil, kapitalist gelişmenin yıkıma uğrattığı köylülük içerisinde arayabildiler.
‘60 darbesiyle iktidarı ele alan askerlerin “sol kesimleri”ne yol gösterme misyonu üstlenen Yön-Devrim çizgisi, bu çizgiyi marksist bir terminoloji içinde yeniden üreten MDD Hareketi, onun etkisiyle gelişip oportünizmine tepki olarak ondan yolunu ayıran devrimci gençlik hareketi ve görünürde çok farklı bir kulvarda yürüyen TİP, iş işçi sınıfının devrimci rolüne geldiği zaman aslında bir bütünlük oluşturuyorlardı. İşçi sınıfının tarihsel rolüne güvensizlik tümünün de ortak ekseniydi. İşçi sınıfı 15-16 Haziran’a giden yolu, önüne katabildiği sendikacıları iterek, ama aynı zamanda onun pratik-politik önderliği altında yürüdü.
15-16 Haziran Direnişi, devrimci bir önderlikten ve kalkışmanın yükünü taşıyabilecek sendikal bir yönetimden mahrum olarak, taban inisiyatifinin ürünü olarak gelişti. Bu yönü ile kendiliğinden bir hareketti. Devrimci bir siyasal öncülükten yoksunluk eylemin sınırlarını belirledi. Kalkışmanın siyasal mücadele ve işçi sınıfının politikleştirilmesi doğrultusunda sağladığı muazzam imkânlar bu sınırlılık içinde heba edildi. Ellerinde Türk bayraklarıyla, “Ordu-işçi elele!”, “Bağımsız Türkiye!”, “Amerikan üsleri kapatılsın!” vb. anti-emperyalist sloganlarla yürüyen, yasanın geri çekilmesini ve hükümetin istifa etmesini isteyen kitlenin militan eylemi ile bilinci arasında tabii ki büyük bir açı vardı. Ancak dönemin hakim sosyalist hareketlerinin programatik ufku düşünüldüğünde, eyleme rengini veren bilinç bunun çok da gerisinde değildi.
Büyük Haziran Direnişi, kendisinden sonraki mücadeleler için ise paha biçilmez dersler bıraktı. O güne kadar çok tartışılan (hala da bir şekilde tartışılmaya devam edilen) Türkiye işçi sınıfının gücünün, kapasitesinin ve militanlığının parlak bir göstergesi oldu. İşçi sınıfının devrimci bir önderlikten yoksunluk koşullarında dahi ayağa kalkabileceğini, düzeni tehdit eden büyük militan gösterilere kalkışabileceğini gösterdi. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin sarsılmaz olmadığını, o güne kadar bel bağlanan ordu ve parlamento gibi kurumların düzenin sadık hizmetkârları olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koydu.
Büyüyüp gelişen işçi sınıfı gerçekliği, siyasal öncülük, devrimci partinin rolü ve misyonu, sendikalar ve sendikalizm gibi konularda somut açıklıklar sağladı. Düzen tarafından gayet haklı biçimde bir ayaklanma provası olarak algılanan hareket, Türkiye devriminin temel toplumsal dinamiği, sürükleyici gücü ve gelişme çizgisi konusunda önemli açıklıklar yarattı.
15-16 Haziran, genç işçi sınıfımızın kısa süre içinde aldığı yolun ifadesiydi. İşçi sınıfının kendisi için sınıf olma yolunda attığı dev bir adımdı. Yeni gelişmeye başlayan işçi sınıfımızın önünün kesilmeye çalışılmasına, örgütlenme hakkının gasp edilmesine karşı başvurmak zorunda bırakıldığı ama kaçınılmaması gereken erken bir atılımdı. Her erken atılım gibi kendi sınırlarının ve bu sınırları aşmasını sağlayacak devrimci bir önderlikten mahrumiyetin sonuçlarını yaşadı. Arkasında şanlı bir miras ve çok önemli dersler bıraktı.
15-16 Haziran’ın işçi sınıfının belleğinde hala önemli bir yer tuttuğuna şüphe yoktur. 50. Yılında bu mirasın hala sahipleniliyor olması bunun en büyük göstergesidir. Ancak sorun bu mirası sahiplenmek değil onun dersleri ve deneyimleriyle donanmayı başarabilmektir. Bugün dibe vuran, ancak alttan alta yeni biçimler içinde mayalanan işçi sınıfı mücadelesi er ya da geç yeni büyük başkaldırılara imza atacak, 15-16 Haziranlar’ı aşacaktır.
Yalnızca bu tür eylem ve kalkışmaların değil Türkiye devriminin geleceğini de, sınıfa ve devrime öncülük iddiası taşıyanların işçi sınıfıyla ilişkilenme düzeyleri, sınıfın eylemine müdahale etme kapasiteleri belirleyecektir. 50. Yılında 15-16 Haziran’ı anmak, onun derslerinden gerekli sonuçları çıkarabilmektir. Zira 15-16 Haziran başkaldırısı 50. Yılında yolumuza ışık tutmaya devam etmektedir.
II. Bölüm
Eylemin niteliği üzerine tartışmalar
15-16 Haziran Direnişi, işçi sınıfının o güne kadar yüz yüze kaldığı baskı ve sömürüye karşı anlık olarak gerçekleşen bir öfke patlaması değildi. Arkasında grevlerle, direnişlerle, fabrika işgalleriyle kazanılan bir mücadele birikim ve kapasitesi, buna dayalı bir örgütlülük bilinci vardı.15-16 Haziran’ı yaratan işçi hareketi örgütlü bir hareketti. Bizzat kendi mücadeleleri üzerinden şekillenen DİSK gibi bir sendikal çatıya ve sert mücadelelerle edinilmiş fabrika merkezli bir hareket yeteneğine sahipti.
DİSK ve işçi hareketi 15-16 Haziran’a, 1967-70 arasındaki kazanımların ürünü bir özgüvenle ulaştı. Söz konusu saldırı yasalarının kazanılmış haklarını hedeflediği konusundaki açıklık ve bunu geri püskürtebileceğine duyulan inanç, iki günlük muazzam direnişi yaratan en önemli faktörlerin başında geliyordu. Bu yüzden 15-16 Haziran’ı, örgütlü bir zeminden ve buna dayalı belli bir ön hazırlık sürecinden yoksun olan Haziran Direnişi, Metal Fırtına gibi kendiliğinden patlamalarla karıştırmamak gerekir. Lenin’in “bilinç vardır, bilinç vardır” sözüne atıfla, burada da “kendiliğindenlik vardır, kendiliğindenlik vardır” dememiz gerekir.
15-16 Haziran’ın kendiliğindenliği
Bir hareketin ön birikime dayanması (ki her gelişme bir ön birikime dayanır), belli bir bilinç unsurunu barındırması (her harekette belli bir bilinç unsuru genel olarak bulunur, önemli olan bilincin niteliğidir), hatta belli bir örgütlülük düzeyine sahip olması, kendi başına o hareketi kendiliğindenliğin sınırları dışına çıkarmaz. Kendiliğindenlik, bilincin düzeyi ve niteliği ile ilgilidir. Eylemin kapsamı ile mevcut bilinci arasındaki açı farkını anlatır.
15-16 Haziran Direnişi üzerinden bakıldığında, örgütlenme özgürlüğünün anayasal bir hak olduğunu, patronların ve hükümetin el birliğiyle anayasayı çiğneyerek bu hakkı gasp etmeye çalıştığını düşünen işçilerin, bu hakkı korumak için düzene ve kurumlarına karşı pratik olarak mücadeleye girişmesi, onun söz konusu kurumların gerçek işlevi ve nitelikleri konusunda da bilinçli oldukları ya da bilinçlendikleri manasına gelmez. Harekete yön veren devrimci bir önderlikten yoksunluk koşullarında, işçiler somut talepler uğruna yürüttükleri mücadelelerle düzen sınırlarını pratikte aşsalar bile, ideolojik-politik olarak düzen sınırları içinde kalırlar.
Öncelikle kavramsal bir ortaklık gerektiren leninist ölçülerle, 15-16 Haziran’ın kendiliğinden niteliği, üzerine tartışma yapmayı gerektirecek bir durum değildir. Ancak 15-16 Haziran’la ilgili olarak süregiden kendiliğindenlik tartışması aslında, eylemi kimin örgütlediği, nasıl örgütlendiği tartışmasıdır. DİSK ve sol hareketin eylem içindeki yeri ve eyleme olan etkisi bu tartışmaların ana gündemidir.
Son dönemde bir dizi yazar neredeyse eylemin baştan sona DİSK tarafından örgütlendiğini, eylemin önden belirlenen çerçevesinin eylem içinde aşılmasının doğal olduğunu, buradan yola çıkarak eylemin “kendiliğinden” olarak nitelenemeyeceğini ileri sürüyor. Ayrıca DİSK’in sadece bir sendikal örgütlenme anlayışı olmadığı, aynı zamanda işçiye siyasal bilinç de taşıdığı, bu tartışmalarda gündeme gelen bir başka başlık.
DİSK’in taşıdığı bilinç
DİSK’in işçi sınıfına “belli bir siyasal bilincin” taşınmasındaki rolü yadsınamaz. Ama burada önemli olan, bu bilincin niteliği ve sınırlarıdır. Öncelikle kavramsal bir ortaklık sağlanması gerektiği için, tartışmanın bundan ötesi bu yazının sınırlarını aşar. Ancak, yukarıda da belirttiğimiz gibi, hareketin belli bir siyasal bilincinin olması kendi başına onu kendiliğindenliğin sınırları dışına çıkarmaz. Nihayetinde, DİSK bürokrasisinin nasıl bir siyasal bilince sahip olduğu ve işçi sınıfına nasıl bir bilinç taşıdığı, savunma eyleminden düzene karşı başkaldırıya dönen bir sınıf eylemini gerisin geri düzen sınırlarına çekmek için gösterdiği çabadan çıkarmak mümkündür.
Sendikaların işçilere aynı zamanda şu veya bu biçimde ideoloji ve siyaset taşıması, hiç de DİSK'e özgü bir durum değildir. Örneğin Türk-İş, yıllar boyunca anti-komünizm ve milliyetçilik türünden gerici düzen ideolojilerinin işçi sınıfına taşınmasında çok özel bir rol oynamıştır. “Partiler üstü sendikacılık” adı altında yaptığı, tam da işçi sınıfının burjuva düzen partilerine yedeklenmek olmuştur.
DİSK’in işçilere taşıdığı anayasalcı, kalkınmacı, eşitlikçi bilinç de gerçekte düzenin sınırlarını aşmamaktadır. En militan eylem biçimlerinden biri olan fabrika işgallerinin bile anayasal haklılığa dayandırılmaya çalışıldığı düşünüldüğünde, DİSK’in gerçek bilinci ile 15-16 Haziran günlerinden gerçekleşen eylemin niteliği arasında belirgin bir uçurum vardır.
Eylemi başlatanlar ve eylemi bitirenler!
DİSK’in merkezi olarak yasaya karşı planlı bir hazırlık içinde olduğu, gerçekleşen eylemin de DİSK’in iradesiyle ortaya çıktığı, bu nedenle eylemin “kendiliğinden” kabul edilemeyeceğine dair görüşlere gelince... Öncelikle vurgulamalıyız ki bu yaklaşım, gerçeği tanımlamaktan ve yaşananların siyasal anlamını görmekten tümüyle uzaktır.
İlkin, yasaya karşı Mart ayından beri yapıldığı söylenen DİSK yönetiminin hazırlığının önemli bir boyutunu, Ankara merkezli diplomasi trafiği oluşturmaktadır. Ön süreçte bu konuda yapılan toplantılar ve bilgilendirme çalışmaları dışında, eylemli bir hazırlığa, bu tür savları savunan yazarların araştırmalarında bile rastlanmamaktadır. DİSK yönetimi kendi varlığını ve bu varlığın dayanağı olan işçi sınıfının kazanımlarını tehdit eden yasaya elbette karşı koyma niyetindedir. Ama bu niyetin “bütünlüklü olmadığı”ndan, “hangi araçlarla mücadele edileceği konusunda hemfikir” olunmadığından, hatta yönetim ve sendika başkanlarını “kitlesel eylemler yapmak konusunda ikna edememek”ten yakınan Kemal Türkler’in bile (bkz. Birleşik Metal’in 15-16 Haziran Dosyası), eklenecek bir referandum maddesiyle, yasanın getirdiği sınırlamaların aşılabileceğini düşündüğünü çeşitli kaynaklar aktarmaktadırlar. Son dönemin 15-16 Haziran’la ilgili en kapsamlı çalışmalarından birinde bu tutum şöyle aktarılmaktadır:
“DİSK’in Ankara ziyaretinde esas muradı yasaya yetkili sendika belirlenmesinde referandum ilkesinin konulmasıydı. Kemal Türkler bu gerçekleşebilirse, DİSK’in yasanın öngördüğü barajları aşabileceğini düşünüyordu.” (Kemal Sülker’den aktaran Zafer Aydın, İşçilerin Haziran’ı 15-16 Haziran 1970, s. 830)
“Kendiliğinden”lik tanımlamasına açıklıkla karşı çıkan Zafer Aydın, toplamda sürecin tanığı olan 119 kişiyle görüşerek hazırladığı büyük emek ürünü kitabında, Hilmi Güner’in bu bilgiyi doğruladığını söylemektedir:
“DİSK Ankara’dan eli boş dönmeseydi, hükümetle görüşebilseydi, yasaya referandum maddesinin eklenmesini sağlasa ya da buna dair söz alınsa eylem kararından vazgeçilebilirdi. Ancak Ankara’dan eli boş dönünce eylem kararı almak kaçınılmaz hale gelmişti”. (Hilmi Güner’in anlatımından, s. 830-831)
Eylem iradesinin güçlü bir şekilde kendini ortaya koyduğu 14 Haziran tarihli ünlü Merter toplantısında, 15-16 Haziran’da gerçekleşen türden bir kalkışmanın karara bağladığını söylemek de mümkün değildir. Merter toplantısında konuşan temsilcilerden ve öncü işçilerden yansıyan, yasaya karşı kararlı bir mücadele için tabanın hazır olduğudur. Öneriler çok çeşitlidir ve tabandaki işçinin her türlü mücadeleye açık olduğunu göstermektedir. Buna rağmen toplantı bir sonuç metni yayınlamamıştır. Öneriler Kemal Türkler tarafından yapılan bir konuşma ile toparlanmıştır. Ancak bu konuşmada somutlanmış kararlar yerine eylemlerin nasıl biçimleneceğine dair muğlak ifadelerle inisiyatif işyeri temsilcilerine bırakılmaktadır:
“Sevgili kardeşlerim, Sabahtan beri 29 kardeşim konuştu, bu 29 kardeşimin konuşmasında yapılmış olan teklifler şunlardır: Bizler özgür işçiler olarak özgürlüğümüzü asla vermeyeceğiz ve çıkarılmakta olan yasa meclisten geri alınıncaya kadar şartelleri yarın sabahtan itibaren çekmeliyiz, direnmeye girmeliyiz teklif edildi. Bunun ismi genel grev midir? Direnme midir? Fiili grev midir? İşgal midir? Tasarılar geri alınıncaya kadar çalışmamak, onu ilgili olanlar düşünsünler, onlar için karar versinler. Arkadaşlarımın dedikleri şu: Bu tasarılar Meclis’ten geri alınıncaya kadar çalışmayacağız. Biz, referandum, yani sendika seçme konusunda işçilerin oyuna başvurma sisteminin getirilmesini istiyoruz ve Türk-İş cuntası kurulmasını istemiyoruz. Kardeşler bu direnme hareketine başlandığı takdirde, çünkü yazılı tekliflerde var, olanların hepsini toparlayarak söylüyorum. Fabrikalarda oturarak vakit geçirmekte, gerek fabrikalarda gerekli kadar nöbetçi bıraktıktan sonra kendi muhitlerindeki yollarda, sokaklarda, halk arasında pankartlar ve dövizlerle yürüyüş yapmak. Buna kim karar verecek? Gene işçilerin kendileri karar verecekler. Bir yandan bir fabrika işçileri yürüyüşe başladıkları zaman önünden geçtikleri fabrikalardaki işçiler onlara katılacak.
“Kardeşler, Gene bu yürüyüş teklifleri içerisinde oluyor. Yürüyüşler ve mitingler düzenlemek. Bunu DİSK olarak organize edeceğiz, tahminen çarşamba günü sabahtan itibaren İstanbul’un muhtelif bölgelerinde yürüyüşler yapmak şartı ile Taksim Meydanı’nda veyahut bir başka meydanda saat 17.00’ den sonra miting yapacağız.” (Kemal Türkler’in Merter toplantısı konuşması, 15-16 Haziran Birleşik Metal Dosyası)
Türkler konuşmasını, otobüslere bilet alınmadan binilmesi, olası bir saldırıya karşı güvenlik önlemlerinin alınması, ailelerin de eyleme dahil olması vb. gibi, DİSK’in temsilcisi olduğu militan sendikacılık anlayışını yansıtan bazı konular üzerinden sürdürmektedir.
Toplantıda konuşma yapan işçiler tarafından ortaya konulan direnme kararlılığına rağmen eylemlerin çok net biçimlendirilmemesi ve işyerlerinin inisiyatifine bırakılmasını, olayın hukuki sorumluluğuna karşı bir önlem olarak değerlendirenler vardır. Ancak bu ikna edici bir gerekçe değildir. İşyeri merkezli bir işleyiş ve işçiler ile birlikte karar alma süreçleri o yılların DİSK’inin ayırdedici bir özelliğidir. Ama, eğer Kemal Türkler ve konu eylem olduğunda ondan çok daha sağda durduğu bilinen diğer sendika yöneticileri, işçiye bırakılan bu inisiyatifin buraya varabileceğini önden görebilselerdi, böyle davranmayacakları da yeterince açıktır. İşçiler Merter toplantısında kendilerine yüklenen sorumluluğun altından fazlasıyla ve yüz akıyla kalkmışlardır. İş durdurma ve fabrikalardan yürüyüş biçiminde başlayan eylem, tankların ve barikatların aşıldığı, bilinçli, hedefli, örgütlü ve organize olmayan ama işyeri temsilcilerinin tabandan inisiyatifi ile ilerleyen bir öfke patlamasına dönüşmüştür.
Kimilerine göre, bu eylemi planlayan DİSK yöneticileri ise, işçinin arkasında durmayı başarmak şöyle dursun, eylemlerin sorumluluğunu “dışardan aralarına karışmış, kılık değiştirmiş kötü maksatlı kişilerin” üzerine atarak, işin içinden sıyrılmaya çalışmışlardır.
15-16 Haziran, işçi sınıfının sermayenin sendikal örgütlenme hakkını ve özgürlüğünü hedefleyen saldırısına karşı verdiği sert bir yanıttır. İş durdurma ve yürüyüşler ile başlayan eylemlilik, mevcut pratik ve bilinçsel sınırları aşmış, büyük bir kalkışmaya dönüşmüştür. Böyle bir eylemin değil yönetim kademesi tarafından planlanması, hayal edilmesi dahi mümkün değildir. Tabandan gelişen işçi hareketinin yol açtığı rüzgarla yıllarca içerisinde bulundukları Türk-İş’ten nihayet kopanlar, konu düzen ve kurumları olduğunda ise, durdukları zemine uygun davranmışlardır.
Eğer DİSK yönetiminin eylem içinde gene de etkisi aranacaksa, bunu eylemin başlangıcındaki değil bitişindeki rolünde aramak daha doğrudur. Elbette eylem sadece o meşhur radyo konuşmasının ürünü olarak sonlanmamıştır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, esas faktör eylemin devrimci bir önderlikten yoksun olmasıdır.
15-16 Haziran’ın kendiliğinden bir hareket olması, işçi sınıfının zayıflığının değil gücünün bir göstergesidir. 15-16 Haziran’da, devrimci bir önderlikten ve hareketin yükünü kaldırabilecek bir sendikal merkezden mahrum olduğu halde, işçi sınıfı böylesine görkemli bir eylemi gerçekleştirebilmiştir. İşçi sınıfının devrimci bir önderlik ve onun ürünü bir devrimci sendikal hareketle birlikte, çok daha fazlasını yapabileceğini ortaya koymuştur.
(Kızıl Bayrak, 13 Haziran 2020, Sayı: 4 / 7 Temmuz 2020, Sayı: 5)