“Proletarya içinde cumhuriyetçi-burjuva illüzyonlar...”
Osmanlı Türkiye’sinde İkinci Meşrutiyet’in ilanından (23 Temmuz 1908) yalnızca iki hafta sonra (5 Ağustos 1908) Lenin’in “Dünya Politikasında Patlayıcı Madde” başlıklı makalesi yayınlandı. Doğu’daki gelişmelere ilişkin bu ilk önemli makalesinde Lenin, Rusya’da 1905 Devrimi’ni izleyen dönemde İran’da, Türkiye’de, Hindistan’da ve Çin’deki devrimci gelişmeleri ele alıyordu. Fakat burada bizi Doğu’dakinden çok Batı’daki, daha somut olarak Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sındaki gelişmeler, Lenin’in aynı makalede buna ilişkin olarak verdiği bilgiler ve yaptığı değerlendirmeler ilgilendirmektedir.
1908 yılı Temmuz ayı boyunca Fransa’da işçilerle polis ve askeri birlikler arasında bir dizi kanlı çatışma yaşandı. Dört işçi öldürüldü, yüzlercesi yaralandı. Paris Komünü’nden beri, demek ki neredeyse kırk yıl sonra, Fransa’da işçiler ilk kez olarak yeniden barikatlar kurdular.
Olup bitenlerin kapsamını ve anlamını Lenin’den okuyoruz:
“... Kapitalistler adına Fransa'yı yöneten radikal Clemenceau, proletarya içinde cumhuriyetçi-burjuva illüzyonların son kalıntılarını yok etmek için alışılmadık bir gayretle çalışıyor. ‘Radikal’ hükümetin emriyle hareket eden birliklerin işçiler üzerine ateş açmasıyla, Clemenceau’nun idaresi altında şimdiye kadar olduğundan neredeyse daha sık karşılaşılıyor. Bu yüzden Clemenceau’ya, Fransız sosyalistleri tarafından ‘kanlı’ lakabı takıldı ve onun ajanlarının, polislerinin ve generallerinin yine işçi kanı döktüğü bugün, sosyalistler, bu en ilerici burjuva cumhuriyetçinin bir zamanlar işçi delegelerine söylediği veciz sözü anımsıyorlar: ‘Barikatın karşıt taraflarındayız!’ Evet, Fransız proletaryası ve en uç burjuva cumhuriyetçiler şimdi kesin olarak barikatın karşıt yanlarında yerlerini alıyorlar. Fransa işçi sınıfı, cumhuriyetin kazanılmasında ve savunulmasında çok kan döktü; cumhuriyetçi devlet düzeninin tamamen sağlamlaştığı bugün ise, mülk sahipleriyle emekçiler arasında tayin edici mücadele gittikçe daha hızlı yaklaşıyor: ‘Basit bir katliam değildi’ diye yazıyor l'Humanite 30 Temmuz üzerine, ‘bir meydan savaşıydı adeta’. Generaller ve polisler işçileri ne pahasına olursa olsun kışkırtmak ve barışçıl, silahsız gösteriyi bir kan gölüne çevirmek istiyorlardı. Fakat grevcilerin ve göstericilerin kışkırtılması sırasında, silahsız kişilere saldırı sırasında askeriye direnişte karşılaştı, bu davranış derhal barikatların kurulmasına yol açtı ve tüm Fransa’yı heyecana boğan olaylara neden oldu. Bu hafif tahta barikatlar gülünç derecede kötüydü, diye yazıyor aynı gazete. Fakat önemli olan bu değil, Üçüncü Cumhuriyet’in barikatları kullanım dışı bırakmış olmasıydı. Şimdi ‘Clemenceau onları yine gündeme sokuyor’ ve bunu yaparken tıpkı ‘Haziran 1848 cellatlarının ve 1871 yılında Gallifet’in’ iç savaş üzerine konuştuğu o aynı açıklıkla argüman yürütüyor.” (Lenin, Seçme Eserler, C.4, İnter Yayınları, s.310-11)
Söylenenlerden konumuzu ilgilendiren en önemli noktaları sıralayalım:
1- “Proletarya içinde cumhuriyetçi-burjuva illüzyonların son kalıntıları” sözleriyle Lenin, Paris Komünü sonrası Fransa’sının son derece önemli bir gerçeğine işaret etmiş oluyordu. Demek ki, bizzat gerçekleştirdiği 1848 Devrimi’nin ardından “toplumsal cumhuriyet”in kızıl bayrağını yükselten ve 1871’de Paris Komünü’nü kurmuş olan Fransız proletaryasının sonraki bir tarihi dönemine, “cumhuriyetçi-burjuva illüzyonlar” damgasını vurmuştur. Bu, Paris Komünü yenilgisini izleyen yaklaşık otuz yıllık bir zaman dilimidir. Bu dönemin hemen tümünde Fransa’yı cumhuriyet biçimi içinde cumhuriyetçi burjuva radikalleri yönettiler. Bunu da işçi sınıfının önemli bir kesimini burjuva cumhuriyetçi “illüzyonlar”la sersemletmeyi başararak, böylece politik desteğini alarak yaptılar. Ama bu olgu, gerektiği her durumda bu aynı burjuva cumhuriyetçi hükümetlerin direnen işçileri kurşunlamasına engel değildi. Lenin, o günün başbakanı Clemenceau döneminde bunun giderek sıklaştığına işaret etmektedir. Demek ki yarattıkları cumhuriyetçi-burjuva illüzyonist etki kırıldıkça, işçileri kurşunlamak burjuvazinin cumhuriyetçi temsilcileri için giderek daha çok bir ihtiyaç haline gelmiştir. 1908 olaylarından iki yıl önce, bir başka işçi direnişi vesilesiyle ve yine başbakanken, Clemenceau’nun işçi temsilcilerine söylediği “barikatın karşı kutuplarındayız” veciz sözü, bu gerçeği teyit etmektedir. İdeolojik-politik aldatmanın (cumhuriyetçi hurafenin!) yetersiz kaldığı, giderek işe yaramadığı yerde, kamçı ve kurşun politikası bir zorunluluk olarak öne çıkmıştır. “Barikatın karşıt taraflarındayız!” vurgusuyla da köprüler bizzat dünün cumhuriyetçi illüzyonistleri tarafından atılmıştır.
2- Lenin’in o günün “cumhuriyetçi radikal” başbakanı Clemenceau ile partisi hakkında yaptığı tanımlamalar bir başka önemli noktadır. Clemenceau hakkında “bu en ilerici burjuva cumhuriyetçi”, partisi ve dolayısıyla hükümeti hakkında ise “en uç burjuva cumhuriyetçiler” demektedir. Dönemin cumhuriyetçi burjuva radikalleri kendilerini “sol”da görüyorlar, “Büyük Devrim”in geleneklerine bağlı sayıyorlar, başta işçi sınıfı olmak üzere alt sınıfların çıkarlarının da temsilcisi olarak sunuyorlardı. Monarşi tehlikesine karşı “cumhuriyet” ve kiliseye/ruhbana karşı “laiklik” savunusu, işçi sınıfını aldatmada cumhuriyetçi burjuva radikallerinin başlıca argümanlarıydı. Üçüncü Cumhuriyet resmi bir anayasaya kavuşup (1875) böylece resmen de ilan edildiğinden beri, Fransa’yı burjuvazi adına onlar yönetiyorlardı. Bunu başarmalarını sağlayan en temel etkenlerden biri, Komün yenilgisiyle ezici bir darbe almış ve demoralize olmuş işçi sınıfını “cumhuriyetçilik” ve “laiklik” söylemleriyle büyük ölçüde kendi denetimlerine almış olmalarıydı. (Aynı argümanlara dayanarak Fransız sosyalizminin reformist kanadı üzerinden bunu ayrıca yapıyorlardı).
3- Aktardığımız pasajda konumuzu ilgilendiren bir başka önemli tespit, Lenin’in Fransız işçi sınıfının “cumhuriyetin kazanılmasında ve savunulmasında çok kan döktüğü” üzerine sözlerdir. Fakat bundan kastı, ilk elden akla gelebilecek olandan tümüyle farklıdır. Proletarya hiç de o günün Fransa’sında egemen Üçüncü Cumhuriyet’in kazanılmasında kanını dökmüş değildir. Tersine, Üçüncü Cumhuriyet, Komün ezilerek ve proletaryanın kanı dökülerek, monarşist ve cumhuriyetçi kanatlarıyla burjuvazi tarafından kuruldu. Başka metinlerinden de bildiğimiz gibi, Lenin’in gerçek kastı, Büyük Devrim’den beri, yani neredeyse yüzyıldır, Fransız proletaryasının cumhuriyet uğruna verdiği kendine özgü mücadeledir.
1793, 1830, 1848 ve 1871 bu yüzyıllık mücadelenin en önemli dönüm noktalarıdır.
İlkinde (1793) proletarya henüz ayrı bir sınıf olarak davranacak durumda değildi. Fakat öteki emekçi katmanlarla birlikte Büyük Devrim’in bu doruk noktasında burjuvazinin en devrimci kanadına tam desteğini sunmuştu. Burjuva devrimler tarihinin görüp göreceği en ileri burjuva cumhuriyeti de bu sayede kurulabilmişti.
1830 Temmuz’unda proletarya cumhuriyet için yeniden ayağa kalktı. Ama devrimin meyvesini bir kez daha burjuvazi devşirdi. Burjuvazinin mali aristokrasi tarafından temsil edilen en asalak kanadı, “burjuva monarşisi” biçimi içinde iktidar oldu.
Büyük Devrim’den elli yıl sonra, Şubat 1848’de, cumhuriyetin ilanıyla sonuçlanan yeni devrimi gerçekleştiren sınıf olarak proletarya, bu kez kendini burjuvaziden ayırmayı başararak, kızıl bayrak altında “toplumsal cumhuriyet” talebiyle ortaya çıktı. Birkaç ay sonra, Haziran 1848’de, burjuvazi tarafından acımazsızca ezildi. Monarşist ve cumhuriyetçi kanatlarıyla burjuvazinin tüm kesimlerinin çıkarlarının bağdaştırılmaya çalışıldığı kısa ömürlü “Anayasal Cumhuriyet” (İkinci Cumhuriyet!) bu kanlı kıyımın üzerinde yükseldi.
1871 Mart’ındaki dördüncü tarihi dönüm noktasında, Fransız proletaryası bu kez Paris Komünü şahsında, dosdoğru kendi öz sınıf cumhuriyeti için ayağa kalktı. En elverişsiz koşullar altında onu savunmak için kahramanca savaştı ve sonuçta yenildi. 1848’in İkinci Cumhuriyet’i, Marx’ın sözleriyle, işçilerin cesetleri üzerinden kurulmuştu. Aynı şey Paris Komünü yenilgisinin ardından yaşandı. Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet, Paris Komünarlarının oluk oluk akıtılan kanı üzerinde yükseldi. İlkinin ardından cumhuriyet birkaç yıl ancak yaşayabilmişti. Üçüncü Cumhuriyet ise uzun ömürlü oldu.
Bunun açıklaması, tam da Lenin’in ilk bakışta yanıltıcı olabilen tespitinde saklıdır. Lenin’in gerçekte ne söylediği konusunda daha kesin bir açıklığa kavuşmak üzere, daha sonraki yıllara ait bir başka makalesine başvurmak durumundayız. Dördüncü Duma seçimleri vesilesiyle kaleme aldığı uzun bir incelemesinin (Seçim Kampanyası’nın Temel Sorunları, Aralık 1911-Ocak 1912) ara bir bölümünde (5. ara bölüm), Lenin, Menşevik lider Martov ile Fransız burjuva devrimi deneyimini tartışır. Genellikle olduğu gibi, taktik bir tutuma derinlemesine açıklık getirebilmek için teorik ilkelere ve tarihsel deneyimlere başvurur. Tartışmanın burada bizi ilgilendiren yönü, 1789 Devrimi’nden başlayarak Fransız burjuvazisinin cumhuriyet ile ilişkisi sorunudur.
Fransa’da “Burjuva devrimleri çağının başlangıcında, Fransız liberal burjuvazisi monarşistti” diyen Lenin, seksen yıla yayılan bir burjuva devrimleri sürecinin ardından burjuvazinin nihayet cumhuriyet biçimini benimsemek zorunda kaldığının altını çizer. Tüm bu seksen yıllık süreç boyunca cumhuriyet için savaşanın yalnızca işçi sınıfı ile müttefiki devrimci küçük burjuvazi olduğunu, zaman içinde gitgide daha bağımsız ve kararlı hale gelen ve 1848 Devrim’inden itibaren “toplumsal cumhuriyet” hedefine yönelen bu mücadelelerin basıncı altında, Fransız burjuvazisinin de adeta yeniden eğitildiğini, yetiştirildiğini, sonunda cumhuriyetçi bir burjuvaziye dönüştürüldüğünü söyler ve daha ileride sözlerini şöyle sürdürür:
“Fransa'da, seksen yıllık burjuva devrimleri boyunca, proletarya, küçük burjuvazinin ‘Sol blok” unsurlarıyla çeşitli kombinasyonlar halinde, en az dört kez [dört dönüm noktası olarak yukarıda anmış bulunuyoruz] önderliği ele geçirdi ve bunun sonucunda burjuvazi, karşıtı için çok daha kabul edilebilir olan bir siyasal sistem yaratmak zorunda kaldı.”
Konumuz bakımından can alıcı olan bu son ifadeyi bir kez daha yineleyelim: “Ve bunun sonucunda burjuvazi, karşıtı için çok daha kabul edilebilir olan bir siyasal sistem yaratmak zorunda kaldı”! Lenin’in bu değerlendirmesini, devrim-reform diyalektiği bağlamında, şöyle de ifade edebiliriz: Fransa’da uzun ömürlü Üçüncü Cumhuriyet, işçi sınıfı ve devrimci müttefiklerinin seksen yıla yayılan devrim mücadelelerinin bir yan ürünü oldu. Paris Komünü’nü yıkarak devrimci işçi sınıfı hareketine etkisi uzun yıllar sürecek büyük bir darbe vuran burjuvazi, bu ezici zaferinin ardından, yenilgiye uğratılmış karşıtının gelecekte yaratabileceği potansiyel tehdidi daha baştan bertaraf etmek üzere, onun da an azından hayırhah bir tutumla karşılayabileceği bir siyasal sistemi kurmak zorunda kaldı. Toplumsal devrimi engellemek üzere burjuva cumhuriyetinin kurumlaşmasında ifadesini bulan siyasal reform böylece gerçekleşti. İşçi sınıfı 1848’den beri “toplumsal cumhuriyet” için savaşıyordu, burjuvazi en nihayet onu “siyasal cumhuriyet” ile yatıştırma yoluna gitti.
4- Buna yönelmekle Fransız burjuvazisinin nasıl da isabetli bir tarihsel öngörüyle hareket ettiği gerçeği, altını çizmek istediğimiz son bir noktadır. Üçüncü Cumhuriyet’in birkaç on yıl boyunca “barikatları kullanım dışı bırakması” işte böylece başarıldı. Fransız burjuvazisi bunu tam da burjuva sınıf devletinin cumhuriyetçi biçimini kalıcılaştırarak ve bu arada cumhuriyetçi hurafelerle işçi sınıfını sürekli aldatıp oyalayarak başardı. Lenin, “proletarya içinde cumhuriyetçi-burjuva illüzyonlar”dan söz ederken işte tamı tamına bunu dile getirmiş oluyordu.
Cumhuriyet tartışmaları ve Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet
Lenin üzerinden sözü Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sına iki temel nedenle getirmiş bulunuyoruz.
Bunlardan ilki, Engels’in, proletarya kendi sınıf bağımsızlığını kazanamadığı sürece en iyi durumda burjuvazinin aşırı sol kanadı olarak kalır düşüncesiydi. Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sı bu olgunun klasik ülkesidir. Nitekim Engels bu düşünceye yer verdiği klasik eserini tam da Fransa’da bu sürecin en açık biçimde yaşandığı bir evrede kaleme alıyordu. Lenin’in 1908’deki iyimserliğine rağmen bu durumun gerçekte birinci emperyalist dünya savaşına kadar sürdüğünü, savaşla birlikte ise Fransız sosyalizminin hemen tümünü kapsayan bir siyasal-moral çöküntüyle sonuçlandığını biliyoruz.
Bununla bağlantılı olarak eklemeliyiz ki, Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sı, aynı zamanda “bakanlıkçı sosyalizm”in de doğum yeridir. Komün yenilgisini izleyen aynı tarihi dönemde ve tam da yenilginin bir yan ürünü olarak, Fransız sosyalizmi güçlü bir reformist kanata sahip olageldi. Bu kanat gerçekte cumhuriyetçi burjuva radikallerinin işçi sınıfı hareketi içindeki uzantısı durumundaydı. Burjuva hükümetlerinde sözde sosyalizm adına yer alma adımı ve giderek geleneği bu akımın içinden çıktı. “Bakanlıkçı sosyalistler” denilince akla bunun yolunu ilk kez olarak açan kötü ünlü Millerand gelir genellikle. Oysa Fransız sosyalizmi Millerand’dan başlayarak Fransız burjuvazisine bir cumhurbaşkanı, birden fazla başbakan ve çok sayıda bakan yetiştirmiştir. Birinci emperyalist savaşın patlak vermesinin hemen ardından ise Fransız sosyalizminin sağı ve solu bir bütün olarak aynı utanç verici akıbeti yaşamıştır. Tümü de emperyalist savaşı desteklemişler ve liderleri savaş kabinelerinde bakanlar olarak görev üstlenmişlerdir. Ve en önemli nokta: Millerand’dan başlayarak bunun temel gerekçesi her zaman “cumhuriyeti savunmak” ve onunla özdeşleştirilen “yurtseverlik” olmuştur.
İkinci temel nedenimiz bize, bizdeki cumhuriyet ve Kemalist cumhuriyet tartışmalarına ilişkindir. Tam da bu aynı Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sının kendi tarihi koşullarına uyarlanmış pozitivist dünya görüşü, akademik dünyanın “Türk modernleşmesi” olarak tanımladığı sürecin, yani Genç Türkler’den İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet’in kuruluşuna uzanan tarihsel sürecin ana aktörlerinin de temel uluslararası esin kaynağı olmuştur. Sol Kemalistler, pozitivizm denilince bu gerici felsefenin kurucusu August Comte’un 1840’lardaki düşüncelerine başvurarak, böylece bunun güya “biz”e uymadığını kanıtlamaya çalışırlar. Oysa pozitivizmin bir burjuva felsefesi olarak Fransız ve giderek batı burjuvazisi tarafından benimsenmesi yüzyılın son çeyreğine rastlar ve tümüyle o günün koşullarına uyarlanmış özel bir biçim alır. Ona bu biçimi verenler Paris Komünü sonrasında Fransa’yı yöneten pozitivist düşünürler ve politikacılardı. Daha da doğru bir ifadeyle düşünür-politikacılardı. Türk modernleşmesinin düşünürleri ve politikacıları da pozitivist ideoloji, politika ve uygulamaları işte bu kaynaktan aldılar. Ahmet Rızalar ya da Ziya Gökalpler, August Comte’dan değil, onun 19. yüzyılın son çeyreğindeki özgün izleyicilerinden beslendiler. Büyük Fransız Devrimi ile Kemalist Devrim, 18. yüzyıl Fransız Aydınlanması ile “Türk Aydınlanması” arasında kurulan tarih ve bilim dışı paralellikler karşısında bu ikinci neden, sosyalizm kılıklı sol Kemalist akımlara karşı mücadelede özellikle önem taşımaktadır. Doğal olarak burada bu temel önemde konuya yalnızca bir ilk giriş yapabiliriz.
“Biz kralcılar, anayasal cumhuriyetin gerçek dayanaklarıyız”
Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet, Paris Komünü’nün yenilgisi üzerinde yükseldi. Sanılabileceği gibi kurucusu hiç de yalnızca burjuvazinin cumhuriyetçi kanadı değildi. Hatta esas olarak o değildi. Paris Komünü’nün celladı ve ardından Üçüncü Cumhuriyet’in ilk Cumhurbaşkanı Thiers’in gerçekte bir monarşist olduğunu hatırlatmak bile bu konuda bir fikir verebilir. Thiers bu konumunu parlamentodaki monarşist çoğunluğa borçluydu. Dahası, “ılımlı” bulunduğu için, yani cumhuriyetçi eğilime gereğinden fazla prim verdiği gerekçesiyle de çok geçmeden aynı monarşist parlamento tarafından görevden alınmıştı.
Peki bu monarşist siyasal ağırlığa rağmen, üstelik işçi sınıfı da ağır bir yenilgiye uğratılmışken, nasıl oldu da Komün sonrası Fransa bir cumhuriyet olarak kalabildi?
Bu sorunun yanıtının temel bir yönünü Lenin’in yukarıda ele aldığımız açıklamaları üzerinden görmüş bulunuyoruz. Fakat bu gerçeğin yalnızca bir yönüdür. Gerçeğin öte yüzünde, Fransız burjuvazisinin monarşist ve cumhuriyetçi hizipler olarak bölünmüşlüğü, dolayısıyla bunlar arasındaki çekişme ve bunun dayandığı güçler dengesi vardı. Çekişme hiç de yalnızca monarşistlerle cumhuriyetçiler arasında değil, fakat farklı hanedanlara bağlı monarşistlerin kendi aralarında da aynı şiddetle sürüyordu. Dolayısıyla devlet iktidarının cumhuriyetçi biçimi, aynı zamanda bu farklı burjuva çıkarların uzlaştırılabileceği uygun ve zorunlu bir çözüm yoluydu da.
Fransız egemen sınıf hizipleri arasında cumhuriyet biçimi üzerinden böyle uzlaşmanın nasıl sağlanabildiğini anlayabilmek için, “anayasal cumhuriyet” olarak da bilinen İkinci Cumhuriyet örneğine dönmek ve Marx’ın konuya ilişkin açıklamalarına başvurmak durumundayız:
“Anayasal cumhuriyetin yaşamının 10 Mart 1850'de kapanan üçüncü dönemi 1 Kasım 1849'da başlar. Başlayan, yalnızca, anayasal kurumlar arasındaki olağan ve Guizot'nun fazlasıyla hayran olduğu oyun, yani yürütme gücü ile yasama gücü arasındaki kavga değildir. Bonaparte, birleşik Orleans'cılar ile Meşruiyetçiterin restorasyon isteklerine karşı, kendi fiili iktidar hakkını, yani cumhuriyeti savunur; Düzen Partisi, Bonaparte'ın restorasyon isteklerine karşı, kendi ortak egemenlik hakkını, yani cumhuriyeti savunur; Meşruiyetçiler Orleans'cılara karşı, Orleans’cılar Meşruiyetçilere karşı statükoyu, yani cumhuriyeti savunur. Düzen Partisi'nin her biri kendi kralını ve kendi restorasyonunu el altında saklayan tüm bu hizipleri, karşılıklı olarak, rakiplerinin iktidarı gasp etme ve ayaklanma isteklerine karşı, burjuvazinin ortak egemenliğini, içinde özel hak iddialarının birbirlerini götürdüğü ve bunların saklı tutulduğu biçimi, yani cumhuriyeti öne çıkarır. (…)
“Böylece, burjuva cumhuriyetçilerinin elinden içi boş bir ideolojik formül olarak çıkan anayasal cumhuriyet, koalisyon halindeki kralcıların elinde içerik dolu ve canlı bir biçim kazandı. Ve Thiers, şunu dediğinde, düşündüğünden daha doğru bir şey söylemişti: ‘Biz kralcılar, anayasal cumhuriyetin gerçek dayanaklarıyız’” (Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Fransız Üçlemesi içinde, Yordam Kitap, s.107)
Cumhuriyet ve “piyasa” ilişkisi üzerine boş gevezelikleri ele alırken, burjuva cumhuriyetinin varlığının ve akıbetinin tümüyle sınıf ilişkilerine, mücadelelerine ve bunun ürünü olarak beliren sınıfsal güç dengelerine bağlı olduğunun önemle altını çizmiştik. Marx’ın 19. yüzyıl Fransız tarihinin özel bir kesitine ilişkin açıklaması bu bakış açısının yeni bir doğrulanmasıdır. Marx kendi açıklamasını öylesine önemser ki, onu aynı eserinin bir başka yerinde (s.132) olduğu gibi yinelemekle kalmaz, 1848 Devrimlerinin daha soyut bir açıklamasını verdiği öteki ünlü eserinde aynı açıklamaya yeniden döner:
“Parlamenter cumhuriyet, Fransız burjuvazisinin iki kesiminin, Meşruiyetçiler ile Orleans'cıların, büyük toprak mülkiyeti ile sanayinin, eşit haklara sahip şekilde yan yana barınabildikleri tarafsız alan olmaktan daha fazlasını ifade ediyordu. Ortak egemenliklerinin vazgeçilmez koşuluydu, onlara ait genel sınıf çıkarlarının aynı anda hem kendi farklı hiziplerinin hem de geri kalan tüm sınıfların hak iddiaları üzerinde üstünlük kurmasını sağlayan tek devlet biçimiydi.” (Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, Fransız Üçlemesi içinde, Yordam Kitap, s.216)
Marx’ın “zoraki cumhuriyetçiler komedisi” olarak alaya alıp aşağıladığı bu durum, yirmi yıl sonrasının hayli değişmiş koşulları ve güçler dengesi içinde bir bakıma aynı mantıkla yinelenmiş oldu. Monarşist Louis Bonaparte iktidarının Prusya ile savaşta (1870) çok ağır bir yenilgiye uğramış olması, burjuva hizipler arasındaki güçler dengesini cumhuriyetçiler lehine belirgin biçimde değiştirmişti. Yine de Komün sonrası burjuva parlamentosunda hala da monarşist bir ağırlık vardı. Fakat buna rağmen yeni bir monarşiye geçiş şansı yoktu. İkisi monarşist biri cumhuriyetçi üç büyük hizip halinde bölünmüş burjuvazi için cumhuriyet bu kez gerçekten biricik gerçekçi çıkış yoluydu. Fransız monarşistleri bir kez daha koşulların zorlamasıyla “cumhuriyetçi” olmuşlar ve İkinci Cumhuriyet döneminde “Biz kralcılar, anayasal cumhuriyetin gerçek dayanaklarıyız” diyen monarşist Thiers’i de, Üçüncü Cumhuriyet’in ilk cumhurbaşkanı olarak seçmişlerdi.
Üçüncü Cumhuriyet ve “cumhuriyetçi hurafe” konusuna devam edeceğiz...